Erol Köroğlu
İntihal yok
Mine Kırıkkanat ile Elif Şafak arasındaki intihal davasının “varsayımsal olarak yüzde beş intihal vardır” saptamasını yapan bilirkişisi geçen hafta bana bir e-posta yolladı. Bu konuda yazıp çizen başka kişilere de böyle mesajlar yolladığını biliyorum. Bu tuhaf e-posta ile uğraşacak değilim. Fakat edebi yorumla ilgili bilgi ve birikimi kısıtlı olduğu hem raporundan hem yazdığı mesajdan belli olan bu bilirkişi ne romanları ne de yazdığı raporu okumadığımı iddia ediyor.
Oysa hem iki romanı hem bilirkişi raporunu okudum. Sinek Sarayı’nı ilk, Bit Palas’ı ikinci defa okudum. Dava hakkında yazıyor olduğum için elbette bilirkişi raporunu da okudum. Geçen haftaki yazım bunun böyle olduğuna işaret eden bir yazıydı. Her iki romanı da raporu da okuduğumu belli ederek yazmıştım. Belli ki bilirkişi, metinsel izleri takip etmekte sorun yaşayan bir okur. Umarım kendisi de, onu uzman olarak değerlendiren hukuk sistemi de bu durumun farkına varırlar. Çünkü bu tür bilirbilmezlikler sadece skandal üretir ve bu skandallar kişilere de kültürel alana da bir yarar getirmez.
ROMAN SONU İÇİN OKUNMAZ
Geçen hafta yazdıklarım üzerinden bu iki metnin bütünsel anlamları üzerinde durayım. Öncelikle Sinek Sarayı. Sinek Sarayı güzel bir roman. Bir edebi başyapıt değil ama anlatı tekniğinin başarılı kullanılışıyla öne çıkan bir metin. Özellikle olayörgüsü kuruluşu, yani anlatılan öyküdeki olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkileri baştan sona iyi düşünülmüş bir romanla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor.
Romanın öyküsünü yazmayacağım. Bir edebiyat araştırmacısı ve akademisyen olarak, “spoiler verme”nin bir sorun olmadığını düşünenlerdenim. Bir metnin sonunu bilerek okumaya başlamak beni rahatsız etmez. Çünkü anlatılanın, ilkel bir heyecan yaratmaktan ibaret olmadığını bilirim.
Bazen öyle kurmacalarla karşılaşırız ki, sonu ne kadar heyecan verici ya da şok edici olsa da, o sona giden yol son derece sası ve sıkıcıdır, hiç iyi hazırlanmamıştır. O pek heyecanlı sona ulaşmak için bir ton keçiboynuzu çiğnemiş gibi olursunuz (deyim diye yazdım, yoksa keçiboynuzunu lezzetli bulanlardanım).
Shakespeare, “all’s well that ends well” demişti. Yani “sonu iyi bitenin tamamı iyidir.” Haklı tabii, son bir anlatı için çok önemlidir. O sona ulaştığımız zaman, oraya kadar okuduğumuz bütün metin yeniden anlamlanır, bambaşka bir anlama gelir. Son bu açıdan çok önemlidir.
Öte yandan, bütünle bağlantıları zayıf, bütünle beslenememiş bir son da o bütünü kurtaramayabilir. “Sonu iyiydi ama geri kalanını boşver” deyip geçeriz. Halbuki bütüne dikkat eden ve attığı her adımı örgü örerek atan bir kurmaca anlatı, aynı derecede özenilmiş sona ulaştığında, tam da o sonun yaktığı ışıkla yeniden okuma isteği uyandırır.
İşte bu yüzden, “sonunu söyleme, sonunu söyleme!” nidaları bana sıkıntı verir. Çekirdek mi bu yahu? Satır satır, sayfa sayfa gelişen bir anlatı evrenine girdin sen. Tek tek unsurların ne önemi var. Hatta o ölüp bittiğin sonu bilsen belki okurken beş yüz kere daha fazla haz alacaksın.
SİNEK SARAYI: BİR HESAP KAPATMA ROMANI
Yine de Sinek Sarayı’nın sonunu söylemeyeceğim. Gıcıklık olsun diye ya da okur tepkisinden korktuğum için değil, romanın sonu, bütüne yayılan ve ufak fırça darbeleriyle oluşan gizemi bir kapanışa ulaştırdığı için. Yani romanın bütünsel anlamı açısından önemli bir sonu var.
Sinek Sarayı, bütünüyle bir “ben-anlatıcı” üzerinden kurulmuş bir metin. Romanın başından sonuna kadar, Sinan Laforge adlı, annesi Türk ve babası Fransız bir üst düzey Fransız dışişleri bürokratının zihnindeyizdir. Sinan, daha sonra annesinin ölümü olduğunu anladığımız bir travmanın etkisiyle Paris’teki işinden izin alarak İstanbul’a gelmiş ve Galatasaray’dan sınıf arkadaşının Cihangir’deki apartmanında kalmaya başlamıştır.
Bu apartmanda bir travesti, güzel bir konsomatris ve daha bir sürü ilginç karakter vardır. Kahramanımız İstanbul’da daha pek çok ilginç karakterle de tanışacaktır. Ayrıca zihnindeki geçmişe gidişlerle sürekli olarak hayatına giren başka karakterleri ve sevgilileri izleriz. Fakat sonunda asıl meselesinin, annesi ile onu yalnız bırakan Fransız baba ve annenin İstanbul’daki ailesi ile hesaplaşmak olduğu anlaşılır. Sinan, annesini yitirdikten sonra, annesine ve kendisine acı veren dosyaları kapatma derdindedir.
Romanın sürprizli sonu, hayatın sadece Sinan için değil, başkaları için de zorlu olduğunu gösterecektir. Sinan, tanık olduğu trajedinin mümkün olduğunca az zararla çözülmesi için inisiyatif yüklenir ve bunu yaparken kendi iç hesaplaşmasını da tamamlamayı başarır. Artık anne memleketi İstanbul’la gönül rahatlığıyla vedalaşarak, Paris’teki yaşamına ve orada onu bekleyen sevgilisine gidebilecektir.
Romanın son sayfasında, kadın olduğu ve yazarı temsil ettiği belli olan yeni bir anlatıcı, tüm anlatılanların kendi hayali olduğunu vurgular. Tam da romanın yayımlandığı 1990’larda yaygınlaşmakta olan üstkurmaca tekniğinin bir yansımasıdır bu. Gerçekçiliğin, hayatı olduğu gibi yansıtıyormuş gibi yapan ve yanılsama oluşturarak okuru etkilemeye çalışan tavrı artık yavaş yavaş terk edilmektedir. Edebiyatın hayal gücünün önemine dikkat çekmek için başvurduğu önemli araçlardan biridir bu.
Nedir peki Mine G. Kırıkkanat’ın romanın sonunda hayal gücü vurgusuyla dikkatimizi çekmeye çalıştığı nokta? Hayatın tüm zorluk, travma ve yüklere rağmen yeniden kurulabileceğine olan inanç. Yazar bu tür bir vurguyla, basit bir geçmişle hesaplaşma öyküsü anlatmadığına işaret etmiş olmaktadır. Edebiyatın hayata katkısına dönük bir mesaj olarak da düşünebiliriz bunu.
BİT PALAS: HAYAT AMA DAHA ÇOK EDEBİYAT
Peki ya Bit Palas? Bit Palas, daha farklı bir dönemin, Sinek Sarayı’ndan on yıl sonrasının romanı. Burada da bir Cihangir apartmanındayız. Diğer romandaki gibi gösterişli bir apartman. Fakat bu apartmandan romanın başlangıcında pis kokular geliyor ve sürekli haşeratla karşılaşılıyor. Roman aslında bir birinci kişi ben anlatı sesi ile açılıyor ama ondan sonra bayağı ileriki sayfalara, apartman sakinlerinden olan bir “ben”e ulaşıp bunun kim olduğunu anlayana kadar, bir üçüncü tekil şahıs tanrısal anlatıcıyla ilerleyecektir.
Bu tanrısal anlatıcı, zihinlere girebildiği gibi, hem apartmanın arsasının hem de o arsayı alıp apartmanı yaptıranların geçmişine uzanabilmektedir. Burada Sinek Sarayı’ndan farklı olarak “ben anlatı sesi”nin kim olduğuyla ilgili bir çelişkiyle karşılaşırız. Apartmanda kiracı olduğunu öğreneceğimiz karakter, karısından ayrılmış yakışıklı bir öğretim üyesidir. Romanın sonunu hazırlayacak buluş da ona aittir: Apartmandakiler kötü kokunun nedeninin, apartman duvarının önüne çöp dökülmesi olduğuna inanmaktadırlar ve “ben anlatıcımız” bunu çözmek için duvara “burada yatır var” yazacaktır.
Nitekim bu sahte uyarı üzerine çöp dökülmesi durur ama koku ve haşerat azalmaz. Daha sonra başka gelişmeler doğrultusunda, sorunun nedeninin başka bir şey olduğu ortaya çıkacak, fakat ulaşılan çözüm apartmanda oturanlara mutluluk getirmeyecektir.
Ben anlatıcı kullanımıyla ilgili sorun şurada: Zeki ve yakışıklı öğretim üyemizin bilemeyeceği şeyleri de okuruz romandaki tanrısal anlatıcı üzerinden. Nitekim romanın sonunda, öğretim üyesi anlatıcımız olduğundan farklı biri haline dönüşürken, en baştaki “ben anlatıcı” sesiyle yeniden karşılaşırız. Romanın ilk sayfalarını en sonda yeniden okumaktayızdır. Çünkü bu roman, bu sözleri söyleyen ve öyküye dahil olmayan bir karakter, hapisteki bir hükümlü tarafından tahayyül edilmektedir.
Bit Palas, ilk bakışta Sinek Sarayı kadar olumlu bir anlatı değildir. Pek çok karakter üzerinden, hayatın ne kadar saçma, absürt ve girift olduğuna tanık oluruz. Bu kadar çok etken varken, hayatı başarı hikâyeleri olarak düşünmenin zorluğuna işaret eder gibidir Şafak. “Hayattan bir cacık olmaz,” der gibidir. “İler tutar yeri olmayan bu hayatı tutarlı hale getireceğiz diye kendinizi paralamayın,” der gibidir. Fakat “edebiyat bunu anlamanıza ve bu gerçeğe dayanmanıza yardım edebilir,” de der gibidir.
MALZEME DİYOR Kİ
Bu iki romanın bütünsel anlamları bana sorarsanız bu yönde. Benzerlik var mı? Mutlaka var. Fakat her ikisinin de, daha önce bu konuda yazıp çizenlerin bolca işaret ettiği üzere, daha pek çok romanla da benzerlikleri var. Kurmacada benzerlik intihal demek değildir. Bu iki roman arasında intihal yok. Etkilenme? Metinlerarasılık? Yeniden yazım? Amenna! Bunların hepsi olabilir.
Elmayla armutu toplayabilir misiniz? Hayır. Halbuki ikisi de meyve. Bu benzetme sizi kesmediyse şunu da düşünelim: Mandalina ile portakalı toplayabilir misiniz? Hayır. Halbuki ikisi de meyve ve ikisi de turunçgillerden.
Sinek Sarayı ve Bit Palas iki farklı roman. Benzerlikler bu iki metin arasındaki ilişkiyi intihal haline getirmiyor. İkisinin “bütün”leri gayet farklı. Oysa görünüşte çok farklı karakterlerle, çok farklı bir mekânda, çok farklı bir zamanda, hatta farklı anlatı tekniği seçimleriyle ilerleyen bir roman Sinek Sarayı’nın bütününden intihalde bulunuyor olabilirdi.
Burada böyle bir şey yok. Önümüzde iki farklı roman var. Edebi malzeme bunu söylüyor. Edebi malzeme önümüzde duruyor. İki farklı roman.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.