Erol Köroğlu
İntihalden ötesi
Geçen hafta yazımı Gül Mete Yuva’dan bir pasajla sonlandırmıştım. Gül Mete Yuva, Tevfik Fikret’in “Hân-ı Yağma” şiirini Victor Hugo’nun benzer bir politik göndermeli şiirinden ilhamla yazmasını, iki şiir arasındaki keskin benzerliği intihal olarak değerlendirmiyordu. Fikret’in böyle bir benzerliğe yönelmesini şöyle açıklamaktaydı:
“‘Öteki’ni okuma, aynı zamanda benzerini, dünyaya aynı bakışla bakanı keşfetme anı olur. Hassasiyetler aynı ruh halinde, aynı noktada buluşur. Marmara’daki günbatımının önünde Lamartine ‘gibi’ kendinden geçerken ülkesinin politikacılarının karşısında da Hugo ‘gibi’ öfkelidir. İçselliklerin buluşması, ötekinin eseriyle buluşmayı da getirir.”
Öte yandan, Gül Mete Yuva’nın Modern Türk Edebiyatının Fransız Kaynakları kitabının önemli bir bölümü Halit Ziya Uşaklıgil’e ayrılmıştır. Türk romanının bu ilk büyük yazarı, Fransız realist ve natüralistlerini okumakla kalmamış, adeta roman yazmayı onlardan öğrenecek derecede onları çalışmıştır. Bu yakınlık akla hemen etkilenmenin o tehlikeli aşamasını, büyük günah olarak intihali getirir. Gerçekten de Halit Ziya’nın romanlarıyla Fransız realistleri arasında pek çok benzerlik vardır. Bu durumda Halit Ziya intihalci olabilir mi?
KARTACA, KARTACA! BURASI TEPEBAŞI!
Bu soruya cevap verebilmek için, Gül Mete Yuva’nın hayranlık verici bir biçimde yakaladığı bir benzerliği konuşalım. Kitabın 281. sayfasında başlayan alt bölümün başlığı “Flaubert’e Bakarak Başlangıç ve Bitiş Bölümleri Nasıl Yazılır?”. Mete Yuva, Uşaklıgil’in Mai ve Siyah’ın başındaki ziyafet sahnesini Flaubert’in tarihsel romanı Salammbô’nun açılışındaki ziyafet sahnesinden esinlendiğini gösterir.
Mai ve Siyah’ın başında Mirat-i Şuûn gazetesinin yazı kurulu, gazetenin onuncu kuruluş yıldönümünü kutlamak üzere Tepebaşı Bahçesi’nde bir ziyafettedirler ve ziyafetin sonunda yemek masası adeta bir savaş sonu sahnesi görünümü arz eder. Yemek ve içkiyle yorgun düşen yedi meslektaş, kahve taleplerini bir koro halinde dile getirirler: “-Kahve!... Kahve!...”
Mete Yuva, Salammbô’nun başındaki Kartacalı askerlerin sessiz ve bezgin ilerleyen ziyafetinin, içkilerin gelmesiyle canlanışını benzer bir biçimde yazdığını ortaya koyar. İçkiyi gören askerler bir ağızdan sevinçle bağırmaktadırlar: “Kupalar! Kupalar!”
Gül Mete Yuva bence şahane bir benzerlik yakalamıştır. Fakat buradan intihal suçlamasına yürümez. Sansasyon peşinde olmayan ve edebiyatın malzemesini tanıyan her okur gibi, bunun anlamlandırılması gereken bir sorun olduğunu düşünmüş olsa gerektir. Buradaki sorunu şöyle de ifade edebiliriz: “Milattan önce 230’lardaki Kartaca nere, on dokuzuncu yüzyıl sonu İstanbul’u nere? Halit Ziya neden bu sahneyi yeniden yazıyor?”
Kartacalı kiralık askerler ile geç Osmanlı dönemi gazete yazarları arasında nasıl bir ilişki olabilir? Edebi intihalci önüne gelen ve hiç olmayacak yerlerden çalıp çırpacak kadar gözü kararmış bir sahtekâr mıdır? Öyle değilse, bunun anlamı nedir?
Hani Halit Ziya ve diğer Edebiyat-ı Cedide yazarları dekadan ve züppe olarak görülüyorlardı ya, bu doğrultuda Halit Ziya, ünlü Fransız realist romancısı Flaubert’e o kadar özenmektedir ki, üçe beşe bakmadan, hoşuna giden her şeyi oradan araklamaya mı çalışmaktadır?
TEK ODAK, DEĞİŞMEZ ODAK
Ben bunun böyle olmadığını, “Mai ve Siyahın Doğal Olmayan Odağı” başlıklı bir makalemde gösterdim. Halit Ziya’nın iki başyapıtından biri olan bu roman, makalede ayrıntılarıyla tartıştığım üzere, Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatlarında bir ilke imza atmakta ve bir anlatı tekniğini ilk kez kullanan roman olmaktadır.
Romanı, kendisinden önceki kurmaca biçimlerinden ayıran önemli bir özellik, farklı bilinçleri ve dilleri bir araya getirebilme başarısıydı. Çok sesli, çok dilli bir anlatı mecrası oldu roman, ilk örneklerinden bugüne. Bunu gerçekleştirirken en önemli araçlarından biri, İngilizcede “focalization”, Türkçede “odaklanma” dediğimiz teknik oldu. Yapısalcı anlatıbilimin kurucusu Gerard Gennette’e göre, bir anlatıda kimin konuştuğu ile kimin gördüğü birbirinden ayrılmalıdır. Konuşan ve romanda olanları bize sunan sese anlatıcı diyoruz. Fakat bir de olup bitene bakan bir göz vardır ve bu göz illaki anlatıcının gözü olmak zorunda değildir. Bazen anlatıcı bir karakterin zihnine girer ve olayları onun gözünden görmemizi sağlar.
Türkçede bu teknik, ilk romanlardan itibaren biliniyor ve uygulanıyordu. Ahmet Mithat’ta da, Namık Kemal’de de iç odaklanma örnekleri vardır. Romanın anlatım gücünü arttıran bir özelliktir bu. Fakat Mai ve Siyah’ı o zamana kadar yazılmış diğer romanlardan ayıran bir özellik vardı: Romanın başında olup bitene dışarıdan ve kendi tarafsız gözleriyle bakan anlatıcı, kısa bir süre sonra romanın başkahramanı Ahmet Cemil’i odak olarak seçiyor ve onun zihnine girip romanın sonuna kadar da oradan çıkmıyor, anlattıklarını onun gözünden görüyordu. Yani sabit, değişmeyen bir iç odaklanma gerçekleşmiş oluyordu.
Mai ve Siyah’ın bu özelliği benim makaleme kadar fark edilmedi. Bu şu anlama geliyor: Romanın yazarı tarafından belirlenen bütünsel gelişimi gözden kaçmıştı. Romanla ilgili tüm yorumlar da bu belirleyici teknik özellik göz ardı edilerek ve dolayısıyla eksik üretildi. Halbuki Uşaklıgil, romanda olup biten her şeyi Ahmet Cemil’in gözlerinden görmemizi sağlayarak, basit seçimler ve özenmeyle Batı’ya yöneldiği varsayılan aydınların zihin dünyasına empatiyle yaklaşmanın yolunu işaretlemiş oluyordu.
Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil, son derece yetenekli bir edebiyatçı olduğu halde pek çok yanlış yapar. Çünkü gerçek ve maddi hayatı değil, okuduğu romanları biliyor, dünyaya da onların gözünden bakıyordur. Dolayısıyla, edebi olarak başarısını getiren bu yönelimi, onun gerçek hayata yaklaşırken diğerlerine nazaran dezavantajlı olmasına yol açacaktır.
ÇOK YÖNLÜ ETKİLENME
Biz okurlar bunu anladığımızda ne olur? En basitinden empati yeteneğimiz gelişir. Böylece birileri ve özellikle de gençler ya da bizden farklı olanlar hakkında yargıda bulunur ya da kararlar verirken daha insaflı olabiliriz. Daha sağlıklı bir toplumun ilk adımıdır bu. Bugün sadece edebiyatı nasıl okuyacağı öğretilmeyerek değil, başka pek çok yoldan empati yeteneğimiz köreltiliyor ve kendini yok etmeye kodlanmış bir toplum haline geliyoruz. Anlamaya ne gerek var, değil mi? Bir mağara adamı gibi, sadece kendimizin ve yakın çevremizin, kabilemizin varkalışını önemseyerek yaşayalım. Bizden farklı olan herkesi ve her şeyi yok edelim.
O zaman edebiyatın ve kültürün ne olduğunu bilmeden anlamadan ortalığa dökülmemek, eğitimli vandallar haline gelmemek lazım, öyle değil mi? Uygar insanlar olarak kalabilmek için.
Bu intihal davası üzerinden, intihal ve onun daha hafifi olarak görülen ama yine beğenilmeyen etkilenme konusunda çok konuştum. Bu konuyu kapatırken, şunu söylemek istiyorum: Evet, edebiyat alanında da intihal vardır ve ortaya çıktığında bütün üzerinden ortaya çıkabilir. Etkilenme de vardır. Yani bir Y yazarı, kendinden önce gelen X yazarından intihalde bulunuyor ya da etkileniyor olabilir. Ancak başka şeyler de yapıyordur.
Özgünlük konusu saplantıya dönüşünce, sonra gelenin önce gelenle ilişkiye girerken, asıl aktif konumda olan olduğunu unuturuz. Etkilenme endişesi bunun böyle olmasına yol açar. Oysa etkilenme çok yönlüdür ve yaratıcıdır. Yazmaya ve yeniden yazmaya yol açar.
ETKİLENMENİN YARATICILIĞI
Bu diziyi, bir sanat tarihçisi olan Michael Baxandall’ın resim sanatında etkilenme üzerine söyledikleriyle tamamlayalım. Belki yaratıcılıkla ilgili görme bozukluklarımıza yardımı olur:
“Birisi X Y’yi etkiledi deyince, Y X’e bir şey yapmış gibi değil de, sanki X Y’ye bir şey yapmış gibi görünüyor. Oysa iyi resimler ve ressamlar üzerinden düşününce, bunun böyle olmadığı görülür. Önce gelen X’i değil de sonra gelen Y’yi belirleyici olarak kabul edersek önümüzdeki söz dağarı çok daha zengin ve çeşitli hale gelir; X’den sonra gelen Y, X’den yararlanır, ona başvurur, onu değerlendirir, ondan ödünç alır, ona müracaat eder, onu uyarlar, onu yanlış anlar, ona göndermede bulunur, ondan kapar, onu benimser, onunla yakın ilişki kurar, ona tepki verir, alıntılar, kendini ondan ayrıştırır, kendini ona benzetir, onu özümser, onunla uyuşur, kopyalar, muhatap alır, açımlar, kendine katar, onun üzerinden çeşitleme yapar, yeniden canlandırır, sürdürür, yeniden biçimlendirir, ona öykünür, benzerini yapar, hicveder, parodisini yapar, ondan çıkarır, bozar, onunla uğraşır, ona direnir, basitleştirir, yeniden oluşturur, onu derinleştirir, geliştirir, ona karşı koyar, denetimine alır, altını oyar, indirger, ilerletir, ona cevap verir, dönüştürür, üstesinden gelir.... Bunların çoğu ters istikamette, önce gelen X tarafından sonra gelen Y’ye yapılamayacak şeylerdir.”
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.