Yazmak üzerine bir yazı

Her ne yazmak istiyorsak, en zor anda bile, anlaşmanın ve buna dayanacak toplumsallığın yollarını aramak için yazmalıyız. İnşa edenler, direnenler yazıyorlar. Yazalım

Geçen iki hafta yazı yazmadım ben. Elbette dünyanın sonu da gelmedi. Bu hafta yazmaya oturmak için de, geçen haftalarda olduğu gibi zorlandım. Yazmazsam ne olurdu ki?

Yanlış anlaşılmasın, depresyonda değildim. Hayatımda şu sıralar önemli değişiklikler var, böyle bir süreçten geçiyorum ama geçen haftalar da her zamanki gibiydi. Derslerimi verdim, insanlarla haberleştim, yapmam gerekenleri yaptım, hatta dört gün spora da gittim. Arada sosyalleşiyor, yeni yerleştiğim eve misafir bile kabul ediyorum. Ama her nedense yazasım yok.

YAZI SORULARI

Neden yazıyoruz? Yazmazsak ne olur? Yazmalı mıyım? İçimden geldiğinde mi yazmalıyım? Önemli bir şey olduğunda ya da kamusal alana bir katkıda bulunabileceğimi/bulunmam gerektiğini düşündüğünde mi yazmalıyım? Yoksa her ne olursa olsun, vazife bilinciyle, Artı Gerçek’te bana verilen bu köşeyi bir sorumluluk ve yükümlülük olarak görerek, icabında kendimi zorlayarak mı yazmalıyım?

Bunları yazarken kendimi zorluyor muyum, emin değilim. Fakat kafamda olan bir sorunun peşinden gittiğim kesin: Neden yazıyoruz? Ne yazmalıyız? Belki bağlantılı olarak bir de şu soru: Ne zaman yazmalıyız? (“İnsan ne zaman yazar?” Fiyakalı geldi, bunu da yazayım dedim. Aslında boş bir soru da değil.)

“Ne yazmalıyız?” sorusu üzerinde durmak isterim biraz. On dokuz yaşımdan beri ne yazmak istediğimi biliyorum. 12 Eylül döneminin sonlarında, 1987’de Boğaziçi Üniversitesi’ne lisansa girdiğimde, şu anda yıkılmak üzere kullanıma kapatılan, daha sonra efsanevi hocalarımızdan, benim de öğrencisi olduğum sanat tarihçisi Aptullah Kuran’ın adını taşıyacak kütüphanede, yeni gelen kitaplar girişteki bir masada sergilenirdi. Berna Moran’ın Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış’ının ilk cildini orada görmüş, alıp okumuş ve “ben de böyle yazmak istiyorum” demiştim.

Hasbelkader ya da dilsel bir zekaya sahip olmamla da ilgili olarak, daha sonra edebiyat araştırma ya da eleştiri yazısı yazabildiğimi de fark ettim. Allah her öğrenciye Nüket Esen gibi, öğrenciyi destekleyen, önünü açan hoca nasip eylesin. Şu anda benim vermekte olduğum “Türk Edebiyatında Modernleşme” dersinde Nabizade Nazım’ın Karabibik’i hakkında yazdığım bir ödevi çok beğenmiş, beğenisini beni gururlandıracak biçimde ifade etmiş, böylece edebiyat hakkında yazabileceğim konusunda bende bir bilincin oluşmasının yolunu açmıştı.

NEDİR KOMPOZİSYON?

Ortaokulda ve lisede edebiyat derslerinde pek beğenilen bir öğrenciydim ve tabii ki, sayısız atasözü ve vecize üzerine tüm arkadaşlarım gibi kompozisyonlar yazmıştım. Nedense onları pek beğenmezdi, benim şiir okumamı, fiyakalı fiyakalı laflar etmemi seven edebiyat öğretmenlerim. Sevmemekte de haklıydılar tabii. Neyi nasıl yazmam gerektiğini bilmem, “giriş-gelişme-sonuç” fasit dairesinde kendimi nereye vuracağımı bilmeden savrulurdum. O zamanlar yazmak pek anlamlı gelmiyordu bana. Çünkü nasıl anlamlı olabileceği öğretilmiyordu.

İçinizden “yuh ulan!” diyebilirsiniz ama o “giriş-gelişme-sonuç” şeysinin bir fasit daire olmadığını, ne işe yaradıklarına dikkat edersem yazıyı geliştirmeme yardım ettiğini Boğaziçi’nde 1987’de devam ettiğim İngilizce hazırlık sınıflarında fark ettim. Yazarken ne yaptığımı, yapmam gerektiğini ya da yapıyor olduğumu bildiğimde, yazarken kendimi yukarıdan izleyebildiğimde, anlamlı şeyler yazabildiğimi gördüm.

O zamandan bu yana hep edebiyat üzerine, edebi metinler hakkında yazdım. Genelde edebiyat, tarih ve siyaset üçgeninde çalışıyorum ama genellikle metinler ve okuma süreci hakkında üretimde bulunuyorum. Doktora tezime dayanan bir kitabım, bir iki kitap editörlüğüm, pek çok kitap bölümü ile dergi makalem var. Bunların çoğu academia.edu sayfamda duruyorlar. (Belki bir gün durmayabilirler, PDF’leri indirmeyi düşünenlere hatırlatmış olayım.)

Ahmet Haşim mi anlatıyordu, emin değilim, Almanlarla ilgili bir espri var. Rivayete göre, Almanya’yı ziyaret eden yazar şu mealdeki gözlemini aktarır: Bu Almanların önüne biri “cennete gider,” diğeri “cennet hakkındaki konferansa gider” diye iki tabela koy, kalkıp konferansa giderler. Yirminci yüzyıl başının konferansçı Almanlarına hesap, benim önüme “ya kendi romanını yazacaksın ya da filanca feşmekancanın son romanı hakkında uzun bir inceleme yazısı yazacaksın” deseler, ikinciyi seçerim. Hem de hiç tereddüt etmeden, heyecanlanarak filan.

Var benim gibi başka arkadaşlarım, meslektaşlarım da ama özel bir tür olduğumuz kesin. Bir nevi sapkın tarikat gibiyiz. “Okumanın yaratıcılığına iman edenler, incelemeden, yorumdan öte bir şey yazmam diye tutturanlar locası” filan gibi bir şeyiz. Nietzsche muhterem gibi, “insanca, pek insanca” deyip geçelim.

NEDEN YAZDIM?

Ancak ne olursa olsun, pek sevdiğim ve oldukça fazla yayın yapmış olmama rağmen, bence yine de yeterince ürün vermemiş olduğum yazı alanı, benim için sadece akademisyenliğin bir gereği, olmazsa olmazı değil. Çalışmalarımı hep beşerî bilimlere ve edebiyat özgü yöntemler üzerinden yaptım ve yazdım ama yazmak bundan öte, benim için hep bir iletişim yolu idi. Düşüncemi, bulduklarımı toplumla paylaşma isteği duydum hep. Yirmi üç yaşımda lisans bitirme tezimi yazarken “yazdıklarımla dünyayı değiştireceğim” diyordum. Dünya değişmesine değişti de, benim buna olumlu ya da olumsuz ne katkım oldu, tartışılır. Tabii burada tartışılır diyerek kendime biraz kibarlık da yapmış oluyorum.

Burada sözünü ettiğim şey, Jack London’ın unutulmaz yazar kahramanı Martin Eden gibi üne kavuşmak, büyük yazar olarak ünlenmek değil. Fakat yazma eylemi; okuma, dinleme ve konuşma eylemleri gibi iletişimin dört ana sürecinden biri. Aslında eğitimde, okullarda bunu çok önemsiyor ve “okuryazar” üretirken özellikle yazar olması için özel çaba harcıyoruz.

Gerçi bu durum YÖK’ün üniversite kontenjanlarını şişirip durması nedeniyle artık değişti. Yukarıda andığım “Türk Edebiyatında Modernleşme” dersimde yetmiş beş öğrenci var. Ben bunlara vize ve final sınavları dışında nasıl yazı yazdırayım? Tabii bir de yapay zeka konusu var. Bu da intihal olasılığını ayyuka çıkaran ve yazılı ödev konusunun temelden dönüştürülmesi zorunluluğunu doğuran bir gelişme oldu.

Aslında yazma eylemi, gündelik iletişim süreçlerinde en az kullandığımız şey. Sıralama dinleme, konuşma, okuma ve yazma şeklinde. Yine de yazı konusuna ayrı bir önem veriliyor. Yazarlık hâlâ prestijli bir şey.

Yazı yazabildiğimi üniversitede öğrendim ama yazı yazmanın mekaniğini ve inceliklerini, lisansı bitirdikten sonra üniversitede Türkçe dersleri okutmanı olunca öğrenmeye başladım. Üniversitelerdeki Türkçe dersleri 12 Eylül rejiminde, inkılâp tarihi gibi ideolojik amaçlarla getirilmiş bir dersti. Fakat benim de dahil olduğum pek çok “Türkçeci” bu dersi, edebiyat okumayan öğrencilerin belirli bir dil bilinci ve özellikle de yazma becerisi geliştirmeleri için yeniden düzenlemeye çalıştı.

1996’da sınıfa girip öğrencilerin Türkçe iletişim becerilerini geliştirme çabasına girişince, öğrettiğim şeyleri ben de öğrenmiş oldum. Bu formasyonun etkisiyle olsa gerek, yazı uğraşına bir kutsallık atfederek değil, hep işlevsel olarak, bir iş görsün diye yaklaşıyorum. Bu anlamda, olumlu ve umudu besleyecek bir toplumsallığın vazgeçilmez özelliklerinden biri olarak görüyorum yazı öğretimi ve eleştirel düşünme eğitimini.

NE UÇAR, NE KALIR?

Tekrar şu üç soruya geleyim bu aşamada: Neden yazıyoruz? Ne yazmalıyız? Ne zaman yazmalıyız? Herkese göre değişecek cevaplar verilebilir. Ancak şu ünlü sözden işe girişmek yerinde olabilir: Söz uçar, yazı kalır. Gerçekten kalacak mı? Yazılan her yazı kalmayı hak ediyor mu? Öyleyse bile, konuşma, dinleme ve okumayı bırakıp sadece yazmaya mı odaklanmalıyız? O uçacak olan söz, hassas bir noktada bireysel ya da toplumsal bir değişime neden olamaz mı mesela?

Yine bir ters açı noktası: Yazı kalacak diye önemli ve onu öğretmek, inceliklerini gençlere göstermek, belletmek gerekiyor. Peki dinlemenin, konuşmanın ve okumanın kuralları, püf noktaları, farkında olunması gereken incelikleri yok mu? Onları da öğretmek gerekmez mi? Kesinlikle gerekir. Bu nedenle bu dört eyleme odaklanan derslere “eleştirel iletişim becerileri” demek daha doğru olur. Çünkü asıl hedef eleştirelliktir ve iletişim becerilerimiz eleştirel olabildiğinde, mesela konuşur ya da yazarken ortaya sadece bir içerik koymadığımızı, aynı zamanda bir etkiye yol açtığımızı, bir anlamda eylediğimizi fark ederiz. Bir şey söylenirken illaki bir şey de yapılıyordur.

Sosyal medyacılığa inat, “içerik üretmek”ten daha öte, toplumsal yönü ağırlıklı bir yazma eğitimi ve pratiğini savunmalı ve yaygınlaştırmak için uğraşmalıyız. Kendimiz de öğrenmeye çalışmalıyız. Birbirimizi kandırmaya çalışmadan, yazarımsılık fiyakaları filan da satmadan, olumlu ve kapsayıcı bir toplum ideali doğrultusunda yazmayı öğrenmeli, bilmeli ve yazmalıyız. Yazmak bir umut haline gelmeli. İrademizi canlı tutacak bir umut. Bir şeylerin değişebileceğine inanabilmek için.

O zaman şöyle: Her ne yazmak istiyorsak, en zor anda bile, anlaşmanın ve buna dayanacak toplumsallığın yollarını aramak için yazmalıyız. İnşa edenler, direnenler yazıyorlar. Yazalım.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi