Erol Köroğlu
İktidar bu yazının neresinde?
Evet, seçim oldu, heyecan verici sonuçlar ortaya çıktı.
Seçimle ilgili bir konudan, iktidar olmaktan söz edeceğim. Fakat alışıldık noktalardan ilerlemeyi düşünmüyorum.
Şöyle gireyim lafa: Dinleme durumlarınız nasıl gidiyor? Müzikten, şarkılardan söz etmiyorum. Neler dinliyorsunuz diyorum. Gün içinde, bir yerden bir yere koştururken, araba kullanır, serviste ya da toplu taşımada giderken, ne dinliyorsunuz?
Hangi podkastları, hangi söyleşileri takip ediyorsunuz? Hangi radyo söyleşi programlarını? Sesli kitap dinliyor musunuz?
Bir yaya olarak, hareket halindeyken vaktim oluyor, bayağı bir şey dinliyorum. Öncelikle mesleki şeyler dinliyorum. Artık PDF ve Word dosyalarını dinleyebiliyoruz. Hem İngilizce hem Türkçe bol bol kitap ve makale dinliyorum. Hızı da ayarlayabiliyorsunuz. Ben genelde 1,5 ila 1,75 arası hızlarda dinliyorum. Okumanın yerine geçemez ama bir kulak aşinalığı oluşuyor.
Reklam yapmak gibi olmasın ama Storytel üzerinden de bol bol kitap dinliyorum. Bu sözünü ettiğim şeylerin pek çok insan için artık yenilik olmadığının farkındayım ama benim için öyle. Kesinlikle tavsiye ederim.
SEZGİN KAYMAZ’I DİNLİYORUM, GÖZLERİM KAPALI
Sezgin Kaymaz’ı okumakta gecikmiştim. Geçen hafta önce Kün’ü, sonra da Düz Dünyacılar’ı dinledim. Çok beğendim. Her iki romanı da aktör Emre Melemez seslendirmiş. Harika işler çıkarmış. Teatral okuma tarzından pek hoşlanmam. Bunlar öyle değil. Hem doğal ve abartısız bir okuma tonu var hem de Kaymaz metinlerinde görülen şive ve karakter çeşitliliğini karşılayabilen bir taklit yeteneği. Romanları okuduysanız bile, bir de dinlemenizi salık veririm.
Kün acıyı bal eylemek üzerine, melodramatik tonlar da barındıran, bir tür büyülü gerçekçilik metni. Umut verici bir roman. Girift olay örgüsüne ve uzunluğuna rağmen keyifle ilerliyor.
Fakat Düz Dünyacılar öyle değil. Düz dünya komploculuğuyla alakası yok öncelikle. İlk ve basit spoiler olarak bunu söyleyeyim. Fakat vicdan ve yaşarken kemale ermek, sınavı iyi vermek üzerine bir roman. Bunu da hayvanlar, sokak köpekleri üzerinden yapıyor. Hayvanları seven ve sokak hayvanlarının çektiği eziyet nedeniyle içi ezilen her okur gibi, ben de romandan çok etkilendim. Roman bitince en aşağı yirmi dakika salya sümük ve çok canım yanarak ağladım. Hâlâ düşündükçe canım yanıyor ve romanın insan olmayan kahramanlarının yaşadıkları aklıma geldikçe rahatsız olmaya devam ediyorum.
“DÜZ DÜNYACILAR”IN BİZE ETTİĞİ
Sezgin Kaymaz velut bir yazar ve henüz iki kitabını okumuş bir okur olarak çok da ukalalık etmemem gerektiğinin farkındayım. Fakat düşünmeden edemiyorum: Bir yazar neden böyle bir roman yazar? İnsanın hayvana ettiğini bu kadar ince ince, bu kadar canlı ve etkileyici ve bu kadar soğukkanlılıkla nasıl ve niçin anlatır?
Romanların başı çektiği kurmaca anlatıları okuyup yorumlamak benim uzmanlık alanım. Bu alanda da özellikle Amerika kökenli “retorik anlatıbilim” yaklaşımından yararlanıyorum. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler şu linkteki makaleme bakabilirler
Retorik anlatıbilim, kurmaca metnin bütüncüllüğünden yola çıkar ve ister kısacık ister çok uzun olsun, her kurmaca metnin, tıpkı bir konuşma sırasında duyduğumuz kısacık bir cümle gibi, belirli bir mesajı, derdi ve dolayısıyla anlamı olduğuna inanır. Her roman bize bir şey der. Bu mesaj kısa ya da uzun olabilir. Fakat bize anlayabileceğimiz bir şey diyordur. Kaymaz’ın Düz Dünyacılar’ı da bir şey diyor ya da bir şey yapmaya çalışıyor olmalı.
Burada bir köşe yazısı yazıyor olduğum için herhangi bir biçimde spoiler vermek ve müstakbel okurların okuma zevkine engel olmak istemiyorum. Fakat Sezgin’in yapmaya çalıştığını düşündüğüm şey bu yazı açısından önemli olduğu için, hiç değilse bunu söylemeliyim: Sezgin, cehalet ve vurdumduymazlıktan kaynaklanan, olmamışlığımızı, ham armuttan beterliğimizi ortaya koyan zulmümüzü, insana ait bu özelliği görünür kılmaya çalışıyor. Ders alalım istiyor. Dünyaya ve hayvanlara, yani insan olmayanlara dönük tiksindirici yok ediciliğimizi çözelim, iyileştirelim istiyor.
Tam da bu nedenle vazife edinmiş, bu zor romanı yazmış. Ben okur olarak mahvoluyorsam, yazar romanın planını kurarken ve yazarken nasıl acı çekmiş olmalı. Kaymaz biz okurları bir yakmışsa, kendini üç ya da belki yüz yakmış olmalı.
Neden yapar bunu bir yazar? Mazoşist mi? Buna dair bir emare yok romanda. Belli ki bunu insan olmanın, bilinç sahibi olmanın bir gereği olarak görüyor. Zulme karşı elinden geleni yapmaya, bir şeyleri değiştirmeye uğraşıyor. Para için, ün için yazılır şey değil bu acı. Fakat insanın içinde her şeye rağmen umut varsa, oturur, kendini bol bol eğlendirecek ya da ilgisini çekecek konuları bir yana itip bunun gibi konuları yazar. Yazar sorumluluğu gösterir yani.
EDİTÖR YAZAR MIDIR, OKUR MU?
Burada bu sorumluluk konusu üzerinden başka bir konuya keskin bir geçiş yapacağım. Geçen haftanın yazmak konulu yazısının ardından, Boğaziçi’nin çok sevilen ve Kayyım Rektör Naci İnci yönetimi tarafından okula girişi engellenen emekli hocalarından Profesör Yaman Barlas bana yazıyı beğendiğine dair bir mesaj yolladı, sağ olsun. Yaman Hoca, beni övmeyi kısa kesip (çünkü az sözle meramını ifade etmekte benden daha ileride) bir de soru soruyordu: Acaba editörlük hakkında ne düşünürdüm? Editör bir tür yazar mı, yoksa okur muydu?
Zor soru cidden. Cevap verirken kendi alanımdan yola çıktım. Edebiyat araştırmacısının bir adı da filologtur. Bir filoloğun en önemli ve kendini adayarak uğraştığı işi, edebi veya edebiyat dışı eski metinleri, bugünün akademik ya da genel okur kitlesi için yayına hazırlamaktır. Yani filolog bir editördür.
Bir divan edebiyatı uzmanını düşünelim. Diyelim Baki Divanı’nı yayına hazırlıyor olsun. Filolojin metin neşri yöntemlerine göre, bu divanın en doğru nüshası, şair tarafından yazılmış ya da doğrudan bir yazıcıya söylenerek yazdırılmış ve sonra kontrol edilmiş nüshasıdır. Matbaanın icat edilmediği ya da henüz Osmanlı’ya gelmediği dönemlerde, müstensih denen yazıcılar, kendilerinden önce yazılmış divanları okuyup kopyalıyor, yani istinsah ediyorlardı.
Elyazması kütüphanelerde, sahaflarda ve özel koleksiyonlarda pek çok Baki Divanı mevcut. Bunların hangisini temel alarak yayına hazırlamalıyız? Elimize ilk geçen nüshayı çalışıp günümüz alfabesine aktarırsak iş hallolur mu? Olmaz. Bu kopyalama işlemi bir yerde kulaktan kulağa oynamak gibidir. Müstensihler yanlışlıkla ya da bazen bile isteye metinleri değiştirir, tahrif eder ya da ekleme-çıkarma yaparlar. Dolayısıyla filolog, en eski ve en az müdahale içeren nüshaya ulaşmak için çaba harcamalı, karşılaştırmalı olarak incelediği kopyaları bir sıraya koymalı, en doğru olduğuna inandığı metni yayına hazırlarken, elindeki diyelim yirmi divan nüshasındaki farklılıkları tek tek dipnotlarla belirtmelidir.
Geçen hafta iletişimin dört temel becerisinin okumak, yazmak, konuşmak ve dinlemek olduğunu belirtmiştim. O zaman editörlük bunlardan hangisine giriyor acaba? Ortaya koyulan meşakkatli ve uzun çaba sonucunda böyle bir metni yayıma hazırlayan kişinin bir yazar haline geldiğini düşünmeliyiz. Fakat bundan da önce, burada editörlük yapan filolog bir okurdur ama alelade bir okur değil, bir süper okur. Metne yazarı ve sonraki yazıcıları kadar, belki onlarda daha fazla hâkim bir okur. Bu hakimiyetini özellikle, kendi çalışması yayımlandıktan sonra ortaya çıkacak müstakbel okurlar için kullanan, metni her türden akademik ve akademi dışı, genel okur için anlaşılır kılmayı hedefleyen pek hayırlı bir okur.
DÜNYANIN TÜM EDİTÖRLERİ…
Tabii editörlüğün pek çok çeşidi var. Matbaa çağında yayımlanan ama diyelim Osmanlıca metinleri yayına hazırlayan editörler de var. Hatta 1928 sonrasında Latin alfabesiyle yayımlanmış metinler de editoryal emeğe ihtiyaç duyuyorlar. Fakat bunların dışında, dergi ve yayınevi editörleri de var. Her tür editörün temel özelliği, her ne kadar bu işi yaparak geçimini kazanıyor olsa da, kazandığı paranın kat kat üstünde, akıllı insan işi olmayan bir olağanüstü emekle çalışıyor olmasıdır.
Üstelik akademi, kültür piyasası ve yayıncılık sektörü dışında da pek tanınmaz editörler. Görünmez kahramanlardır. Bir başka süper kahraman olan çevirmenler gibi, belki onlardan da az görünür editörün emeği. Oysa biz bir okuyalım diye bin okuyan ve göz nuru döken bir okurdur editör.
Neden editörler var? Kandırılıp, tuzağa düşürülüp mü bu çok zor işe sürülüyor bu insanlar? Kendi istekleriyle, bile isteye bu yolu seçiyorlarsa, bunun nedeni ne? Bunun iktidarla, seçimlerle, siyasetle ilişkisi ne? Buna gelecek hafta bakalım.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.