Edebi intihalde ölçüt sorunu

Kırıkkanat-Şafak davasında bilirkişi raporu, bu iki metni kendi bütünlükleri içerisinde okuyup yorumlamaktan uzaktır. O kadar uzaktır ki, bırakalım geçerli yorumu, geçersiz bir yorum üretmekten bile uzaktır. Aslında davanın kendisi de bunu yapmaktan uzak.

Geçen hafta edebiyatta intihal konusundaki sözlerimi şöyle bağlamıştım: Edebiyat temelde bir yeniden yazma eylemidir ve bu eylemin kendisi yaratıcıdır. Bunun doğrudan doğruya intihal olarak değerlendirilmesi imkânsızdır.

Hemen bir noktayı belirginleştireyim: Edebiyatta bir “özgünolanı yazma ve bir de yeniden yazma vardır demiyorum. Geçen haftaki tartışmam doğrultusunda, edebiyat aslında ve temelde bir “yeniden yazma eylemidir” diyorum. Ancak bu yeniden yazma eyleminin ta kendisi yaratıcıdır.

Geçen haftada değindiğim romantik akım kaynaklı bir yanılsamamız var: Edebiyat, daha önce hiç söylenmemiş olanı söylemek ya da yazmaktır. Romantikler bunu iddia etmiyorlardı. Sadece kendilerinden önce gelen ve bizim kendi edebi geleneğimizde divan edebiyatı üzerinden bildiğimiz bir geleneğe bağlanma, kendinden öncekilere biat etme, onlara öykünme ya da onları model alma anlayışına isyan ediyorlardı. Bu isyan, bir yerde edebi alandaki müesses nizama başkaldırıdır. Şair ya da yazarın katı bir biçimde sınırlanmasına meydan okumadır.

Bununla birlikte, romantikler de onlardan önce ya da sonra gelenler de, kendilerinden önce gelen edebi metinleri kaçınılmaz olarak temel alır, o metinlerle etkileşime girerler. Sadece edebiyat değil, dilsel anlam üretiminin gündelik iletişim dahil her aşamasında bir öncekine bağlanma vardır.

“ANLAM VE % 5” SORUNSALI

Modern Fransız filozoflarından Paul Ricoeur, anlam ve anlamlandırma konularına yoğunlaşan hermenötik/yorumsama alanında şunu iddia ediyordu: İçine doğduğumuz bir dil vardır. Onu hazır bulur ve kullanmayı öğreniriz. İster başka biriyle konuşuyor ister bir roman yazıyor olalım, hazır bulduğumuz bu dil dağarcığına müdahale eder ve oradaki unsurları kullanarak bize ait anlamı üretiriz. Bu yeni anlam, bizim ve bizden sonrakilerin “halihazırda mevcut olan” anlam dünyasını değiştirecek ve hemen ardından da onun bir parçası olacaktır. Ricoeur, bu açıdan anlam üretimini bir kısırdöngü olarak değil, hep yeni aşamalara geçen bir spiral olarak düşünür.

Fakat yine de soralım: Anlam üretiminde durum buysa, yeni anlam hep eskisine dayanarak ya da “yeniden yazılarak” üretiliyorsa, edebiyat alanında intihal söz konusu olamaz mı? İllaki olması lazım ama bunu belirlemenin yolu, Elif Şafak’ın Bit Palas’ta Mine G. Kırıkkanat’ın Sinek Sarayı’ndan “% 5 oranında intihal yaptığını” iddia eden bilirkişi raporu ve buna dayanarak intihal hükmü kesen mahkeme kararından geçmez. Bu bilirkişi raporu ve mahkeme kararı, geçen sene yazdığım bir yazının başlığını aklıma getiriyor ve oradaki soruyu meşrulaştırıyor: “Bu yüzyılda okur yetiştirmeyi başaracak mıyız?

Davanın iki roman arasında on beş sayfa kadar karşılaştırma yapan bilirkişisi, onlarca madde yazıyor ve en sonunda mealenintihal oranı varsayımsal olarak % 5’tir” gibi bir laf ediyor. Böylece raporunun son kısmında bir oksimorona yol açıyor. % 5 bir ölçü ifadesi. Bunu ölçüp ortaya koymalısınız. Bu konuda tahminde bulunamaz, varsayamazsınız. Şimdi ben burada, “bilirkişi yanılıyor, intihal vardır ama bunun oranı benim tahminlerime göre % 3,37’dir ve buradaki yanılma payım üç aşağı beş yukarı % 0,0078 civarındadır” dersem kim benim bu bilirkişiden daha geçersiz bir tahminde bulunduğumu iddia edebilir?

BİLİRKİŞİNİN HAKİKATİMSİSİ

Burada verdiğim örnek de, bilirkişinin saptaması da iler tutar yeri olmayan saptamalar. Fakat daha acayip olan, edebiyat bilirkişisi olarak iş gören bu kişinin yarattığı bu çelişki değil, mahkemenin buna dayanarak hüküm kurmuş olmasıdır. Bu çok vahim. Çünkü aslında bilirkişi raporu üç kişi tarafından yazılmış. Bunlardan biri, anladığım kadarıyla FSEK uzmanı ve diğeri de mali konularda uzman. Edebiyat bilirkişisinin varsayımsal intihal tespitinden sonra mali bilirkişi ilk basımından bu yana alınan bandrol sayısı üzerinden son derece ayrıntılı (ve hiç varsayımsal olmayan) bir kâr hesaplamasına girişiyor ve hem Şafak’ın hem de yayıncısının kârını ve bu kâr üzerinden Kırıkkanat’a ödemeleri gereken meblağı hesaplıyor. Mahkeme de varsayımdan yola çıkan bu kesin hesaplama aracılığıyla intihal hakkındaki hükmünü kuruyor.

Bilirkişi raporunun sadece bu varsayımsal yüzde hesaplaması değil sorun. Bilirkişi her iki metni de okumuş. Pek çok benzerlik de saptamış. Bunların bazıları abartılı ve zorlama ama bazıları da gayet yerinde saptamalar. İyi ama iki metin arasındaki benzerliklerin varlığı intihal olarak değerlendirilebilir mi? Bilirkişi değerlendirilebileceğine inanıyor. Asıl sorun da buradan kaynaklanıyor zaten. Bilirkişi iki metin arasında intihal olduğuna “inanıyor” ve tespit ettiği benzerlikleri listelediği zaman bu intihali ortaya koymuş olacağını düşünüyor. Benim izlenimim bu. Bilirkişi intihale baştan inanmış, onlarca benzerliği on beş sayfada yazdığında bunun kanıtlanmış olacağını düşünüyor.

Oysa görmemiz gereken bir argümantasyon, bir uslamlama ve bunun üzerinden iddianın kanıtlanması. Bununla karşılaşmadığımızda, iddia sahibinin inandığı için doğru olduğunu varsaydığı iddiaya hakikatimsi diyoruz. Bilirkişi raporunun inandırıcı olabilmesi için, iki metin arasındaki karşılaştırmasını listelediği benzerlikler arasında daha sağlam bağlantılar kurarak ve hem ana düşünceyi hem de kendinden önce gelen alt düşünceleri destekleyerek ilerletmesi gerekirdi. Bilirkişi raporu, Borges öykülerinden alışkın olduğumuz tuhaf ve uzun listeleri andırır biçimde ilerliyor. Gücünü argümanının niteliğinden değil de, her biri intihali kanıtladığına inandığı benzerliklerin niceliğinden almaya çalışıyor.

SÖZÜN BÜTÜNÜ

Peki neyi dikkate alması gerekiyordu? Metnin bütünlüğünü. Bilirkişi raporu Sinek Sarayı’nın 149, Bit Palas’ın 379 sayfa olduğunu saptıyor. İntihal kanısında önemli bir rol oynuyor bu uzunluklar. Bilirkişiye göre Şafak, Kırıkkanat’ın romanını çeşitli kişi ve olay eklemeleriyle genişleterek intihale uğratıyor. Bilirkişi bunu kanıtlayabilseydi, gerçekten de intihal yargısını ciddiye alabilirdik. Çünkü bu edebi intihalin gerçekleşme yollarından biri olabilirdi. Kötü niyetli ve müntehil yazar, kurban yazarın metnini sündüre sündüre çalabilirdi. İş, bunun kanıtlanmasında. Benzerlik saptaması bunu kanıtlamaya yetmez.

Ne yeterdi? Eğer bilirkişi önündeki her iki romanı da birer söz olarak görebilse ve bu iki söz arasında izlenimsel benzerlikler değil de, ciddi kendine mal edişler yakalayabilseydi, iddiası inandırıcı olabilirdi.

Nedir buradaki söz lafı? Açıklayayım: Kendi içinde anlamsal bütünlüğü olan her ifade bir sözdür. Bunu biz edebiyat eleştirisi alanında sözce, sözcelem gibi karşılıklarla da anıyoruz. İngilizcesi utterance. Yani basit biçimde söz ya da sözcük değil de, belirli bir vericinin belirli alıcı ya da alıcılara, belirli bir zaman ve mekânda, belirli kodlar üzerinden ulaştırdığı bir anlam kastediliyor. Biri bana otobüste dalgın dalgın yolculuk ederken bir şey söylediğinde, ne söylediğini anlamamışsam, bir anda kafamı kaldırıp “ha?” diye sorabilirim. O “ha?” ifadesi de, bin sayfalık bir roman da kendi içinde bütünlüğü olan birer sözdür. Elbette o roman çok karmaşık ve çok unsurlu bir sözdür ama belirli bir iletiye sahip olacaktır.

Bir romanın diğerinden intihalde bulunduğunu kanıtlamaya kalkışacak her iddia, bu noktadan yola çıkmak zorunda. Bir söz olarak Sinek Sarayı nedir, ne anlama gelmektedir? Aynı biçimde Bit Palas nedir, ne anlama gelmektedir? Bu sorulara cevap verebilmek için her iki metnin de ayrı ayrı okunup kendi bütünlükleri içerisinde anlamlandırılmaları gerekmektedir.

YORUMSUZLUK

Bilirkişi ya da ben ya da herhangi bir okur okumasından yola çıkarak bir yorum üretmek zorunda. Elbette A okuru B okurunun yorumunu eksik bulabilir, katılmayabilir, bütününü ya da belirli parçalarını çürütmek üzere harekete geçebilir. Bütün bunlar mümkün. Fakat bunlar doğru ya da yanlış olarak da ortaya koyulamaz.

Bir edebi metinle ilgili bir yorum geçerli ya da geçersizdir. İngilizceleri sırasıyla “relevant” ve “irrelevant”. Bu doğrultuda birbirlerinden epey farklı görünen yorumlar aynı anda geçerli de olabilirler. Kendi içinde çelişkili görünen bu ifade ne demeye geliyor? Bunu cevaplamak için “geçerlilikölçütüne dikkat etmeliyiz. Eğer bir yorum metnin bütününü dikkate alıyor ve o bütünü kapsıyorsa geçerli bir yorumdur. Şahane bir nokta yakalamış olabilirsiniz. Fakat o nokta 500 sayfalık romanın sadece 50 sayfasıyla ilişkili ise ve diğer 450 sayfayı kapsamıyorsa geçersiz olacaktır. Hatta 499 sayfayı kapsayıp bir sayfayı dışarıda bırakıyorsa, o zaman da geçersiz olacaktır.

Kırıkkanat-Şafak davasında bilirkişi raporu, bu iki metni kendi bütünlükleri içerisinde okuyup yorumlamaktan uzaktır. O kadar uzaktır ki, bırakalım geçerli yorumu, geçersiz bir yorum üretmekten bile uzaktır. Aslında davanın kendisi de bunu yapmaktan uzak.

Bu ölçütler doğrultusunda, benim geçerli mi geçersiz mi olduğu tartışılabilecek birer yorumum var mı bu metinlerle ilgili? Evet, var. Bunu da gelecek hafta tartışalım.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi