Bu yüzyılda okur yetiştirmeyi başaracak mıyız? - I

Ana dilimizi öğrenmiyor, bebekliğimizden itibaren adeta süngerin suyu emmesi gibi emerek ediniyoruz. Fakat bu dilsel bilginin yaratıcı kullanımı konusunda kendimizi eğitmemiz gerekli. Fakat bu yeterli olmayacaktır. Daha sistemli bir çabaya ihtiyacımız var

İzmir Büyükşehir Belediyesi, 15-21 Mart tarihleri arasında İzmir’de “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi” başlıklı büyük bir etkinlik gerçekleştirdi. 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’nin takipçisi olmayı hedefleyen etkinlik, deprem felaketi nedeniyle bir ay ertelenerek yapıldı ve bu arada özellikle depremi konu alan bölümler programa eklendi. Kongrenin internet sitesini inceleyebilirsiniz. Kongreye bir konuşma yapmak üzere ben de davet edildim. Bu hafta ve gelecek hafta iki parça halinde yayımlayacağım yazıları, bu konuşmanın metnine ayırıyorum. Buradaki başlığa koymadım ama konuşmamın alt başlığı da şuydu: “İnsan Sermayesinin Gelişiminde Beşerî Bilimler Eğitimi ve Eleştirel Okuryazarlığın Vazgeçilmezliği.”

EDEBİYATIN MATERYAL KOŞULLARI

Ben bir edebiyat tarihçisiyim. Aslına bakarsanız, duymaya alışkın olduğunuz bu adlandırmadan biraz daha farklı adlandırıyorum kendimi: Bir edebi kültür tarihçisi olduğumu söylüyorum. Akademik örgütlenmede Türkçenin en eski zamanlardan bugüne gelen dilsel gelişimini ve bu süredeki sözlü ve yazılı edebi ürünlerini inceleyen Türkoloji, yani Türkçe filolojinin bir alt kolunda, 1850’lerden bugüne kadar uzanan yeni edebiyat alanındaki metinleri inceliyorum. Bu inceleme sırasında bir roman, bir şiir veya bir tiyatro eserine aynı anda hem yazıldığı zamanda gerçekleşen bir tarihsel olay hem de bu tarihten bağımsız biçimde, okunduğu her an her bir okur tarafından yeniden ve en baştan gerçekleştirilen benzersiz bir estetik deneyim olarak yaklaşıyorum. Fakat kendi çalışmamı, metinleri metinlere, yazarları yazarlara ve dönemleri dönemlere bağlayan klasik edebiyat tarihçiliğinden ayırma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü incelediğim metinlerin maddi üretim koşulları ile okunup yorumlanmasının ya da biz edebiyat araştırmacılarının tercih ettiği bir kavramla alımlanmasının maddi koşullarına odaklanmaktayım.

Kendinle ilgili bütün bu bilgilerin bizim için anlamı ne diye düşünebilirsiniz? Sonuçta, “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi”ne davet edilmişim ve “bu yüzyılda okur yetiştirmeyi başaracak mıyız?” gibi iddialı ve üstü örtük biçimde de, ilk yüzyılda okur yetiştirmeyi başaramadığımızı ima eden bir başlık vermiş bulunuyorum. Sonra geliyorum ve dinleyenleri çok da ilgilendirmeyebilecek mesleki ayrıntılardan söz ediyorum.

Tam olarak öyle değil. Edebi üretim ve alımlama ya da okumanın maddi koşullarına yoğunlaşan edebi kültürel tarihin, okur yetiştirme konusunda nasıl bir model sunduğunu aşağıda örnekleyeceğim. Fakat bundan önce, akademik alanımla alakalı bir başka uzmanlığımdan söz etmek istiyorum.

ELEŞTİREL OKURYAZARLIK EĞİTİMİ

Henüz bir yüksek lisans öğrencisi olduğum 1995’ten bu yana çeşitli üniversitelerde Türkçe dersleri hocalığı yaptım. Üniversitelerdeki Türkçe dersleri, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ardından, cunta yönetiminin yükseköğretim alanını kontrol amacıyla oluşturduğu Yükseköğretim Kurulu, yani YÖK’ün her üniversitede zorunlu tuttuğu derslerdendir. Görünürdeki amacı öğrencilerin dil ve edebiyat becerilerini geliştirmekken, asıl amaç üniversite gençliğine dönük endoktrinizasyondur. Fakat ilk zamanlardan itibaren pek çok üniversitede pek çok Türkçe okutmanı bu sınırları aşmaya çalışan dersler ürettiler. Ben de çalıştığım üniversitelerde, iş arkadaşlarımla birlikte bunu yapmaya çalıştım ve formaliteden ibaret olmayan bir Türkçe dersi, kendi tercih ettiğim deyimle bir “eleştirel iletişim becerileri” dersi üretmek için uğraştım. Buna “eleştirel okuryazarlık” da diyebiliriz.

Eleştirel okuryazarlık ya da iletişim becerileri, dört temel iletişim alanıyla ilgilidir: Konuşma, dinleme, yazma ve okuma. Bunlardan konuşma ve yazma verici, okuma ve dinleme alıcı iletişim halleridir. Bunların her birini gündelik iletişimde değişen oranlarda kullanırız. Bunlara eğitimde de yer veririz. İlköğretimden üniversiteye kadar eğitimde öncelikli iletişim beceri geliştirme çabası yazmaya, sonra okumaya, sonra konuşmaya ve en sonunda da dinlemeye dönüktür. Dinleme eğitimi genelde konferansları dinleme ve not tutma konularına odaklanır. Fakat yapılan araştırmalar bu iletişim alanlarının gündelik hayatımızdaki yoğunluklarının okuldakinden farklı olduğunu göstermektedir. Aslında günlük iletişim çabamızın neredeyse % 80’i dinlemeye dönüktür. Bunun ardından konuşma, okuma ve en sonunda da yazma gelir.

İLETİŞİM BECERİLERİ EĞİTİMİNDE ÜSTBİLİŞİN BELİRLEYİCİLİĞİ

Eleştirel okuryazarlık yaklaşımı, tüm bu iletişim alanlarında eğitim gerekliliğine vurgu yapar. Gündelik yaşamda en az kullandığımız iletişim becerisi olan yazarlığa eğitimde ağırlık verilirken, en çok kullandığımız becerimiz olan dinlemeye pek yer verilmemesi sorunludur. Eleştirel okuryazarlık, iletişim becerilerinin geliştirilmesinde psikolojiden gelen, İngilizcesi “metacognition” olan ve bizim Türkçede “üstbiliş” dediğimiz bir kavrama ağırlık verir. Üstbiliş sadece iletişim becerileri alanında değil, her tür bedensel ve zihinsel beceri alanında geçerli bir kavramdır. Bir şeyi nasıl en etkili yoldan ortaya çıkaracağınızı, üreteceğinizi biliyor ve bunu uygulayabiliyorsanız, üstbilişten yararlanıyorsunuz demektir.

Bizler ana dilimizi öğrenmiyor, bebekliğimizden itibaren adeta süngerin suyu emmesi gibi emerek ediniyoruz. Hepimiz dilin doğal kullanıcılarıyız. Fakat bu dilsel bilginin daha etkili ve yaratıcı kullanımı konusunda kendimizi eğitmemiz gerekli. Bu konuda çeşitli kitaplar okuyarak ya da medya ve sosyal medyadaki farklı görsel içeriklerden yararlanarak belirli bir bireysel gelişim sağlamak mümkün. Fakat bu yeterli olmayacaktır. Daha sistemli ve toplu bir çabaya ihtiyacımız var. Böyle bir çaba, anaokulundan doktoraya kadar eğitimin her aşamasında iletişim öznelerinin neyi nasıl söylemek için ne yoldan gidebileceği bilincinin yaratılmasını, öncelik olarak ele alacaktır.

Böyle bir eğitim anlayışının yola çıkış noktası aslında, geleneksel yaklaşımlardan pek farklı da olmayacaktır. Öncelikle öğrenciye dilin yapısının iyice belletilmesi, dilbilgisel kuramsal bilgi ve buna dayalı çözümleme uygulamaları üzerinden dil bilincinin keskinleştirilmesi şarttır. Bu noktada, Birleşik Krallık’ın İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki lideri Winston Churchill’in Gençlik Yıllarım başlıklı özyaşamöyküsünden bir pasaj okumak istiyorum. Churchill, okul yıllarından söz edecek:

“Bu gösterişsiz ve aşağı konumda bir yıla yakın bir süre kaldım. Bununla birlikte, okuldaki en düşük durumda bu kadar uzun bir süre kalarak daha zeki çocuklara karşı bir üstünlük de kazandım. Onların hepsi Latince, Yunanca gibi harika şeyler öğreniyorlardı. Fakat ben İngilizce öğreniyordum. Bizler o kadar mankafa kabul ediliyorduk ki, bize sadece İngilizce öğretebilirlerdi. Kendisine minnettar olduğum Bay Somervell okulun en aptal çocuklarına en basit şeyi, yani İngilizce yazmayı öğretmekle yükümlüydü. O bunu nasıl yapacağını biliyordu. Bunu hiç kimsenin öğretemeyeceği kadar iyi öğretti. Sadece yazı çalışması yapmıyor, aynı zamanda İngilizce cümle çözümlemesi de yapıyorduk. Bay Somervell’in kendine özgü bir yöntemi vardı. Uzunca bir cümleyi alıyor ve siyah, kırmızı, mavi ve yeşil renkli mürekkep yardımıyla bunu parçalara ayırıyordu. Özne, nesne, yüklem: Ana cümle, yan cümle, vb. Herbirinin ayrı bir rengi vardı. Bu iyi bir alıştırmaydı ve bunu her gün yapıyorduk. Bu sınıfta kaldığım sürede, bu işi iyice öğrendim. Böylece sıradan İngilizce cümle yapısı kafama iyice yerleşti. Ve o sıralarda yazdıkları güzel Latince ve Yunanca şiirler ve yazılar sayesinde takdirnameler alan okul arkadaşlarım, yıllar sonra hayatlarını kazanmak için tekrar İngilizce öğrenmek zorunda kalınca, sanırım onlardan çok daha avantajlı bir duruma geldim. İşte bu yüzden, öğrencilere İngilizce öğretilmesi gerektiğini savunuyorum. Hepsini İngilizce öğrenmeye zorlamak isterdim; sonra da zeki olanların Latince ve Yunanca öğrenmelerine izin verirdim. Fakat onları yalnızca İngilizce bilmedikleri için cezalandırırdım. İşte o zaman, çok kötü cezalandırırdım.”

ÖĞRENCİNİN SENTAKSTAN SEMANTİĞE GEÇİŞİNİ SAĞLAYAMAMAK

Churchill’in sözünü ettiği bu çok klasik dil ya da dilbilgisi çalışması bizde yok diyebilir miyiz? Şu anda durum nasıl bilemiyorum ama ben de özellikle ortaokul yıllarımda, tam Churchill’in sözünü ettiği tarzda bir Türkçe dersi görmekteydim. Bol bol cümle çözümlemesi yapıyor, cümlenin dilbilgisel unsurlarını çözümlüyor ve bilmediğimiz her sözcük için sözlüğe bakmaya yönlendirilip anlamını öğrendiğimiz yeni sözcüklerin geçtiği anlamlı ve geçerli cümleler kurmaya çalışıyorduk.

Bu eleştirel bir okur haline gelmek için yeter koşul değilse bile, gerek koşuldur. Dili etkili biçimde kullanabilmek için onun yapısını tanımanız şarttır. Özellikle ortaokul yıllarında bu çalışmayı yapmak, sağlam bir dilbilgisi temelinin yerleşmesinde yararlı olacaktır. Bu çok eskiye uzanan ve klasik dil çalışması bizde de mevcuttur. Peki ama neden bunun üzerinden insan sermayesini geliştirecek, eleştirel okuryazarlığı arttıracak bir etki ortaya çıkmıyor?

Bence bunun en önemli nedeni, bizim eğitim sistemimizde disiplinler, konular ve unsurlar arası etkileşimin yok sayılması, bunları bağlantılandıracak yönlendirme ve araçların öğrencilere verilmemesidir. Eğitim sistemimiz dilbilgisi eğitimini iyi bir biçimde verir ya da verebilir. Fakat bununla metinleri okuma, anlama, anlamlandırma ve yorumlama arasındaki ilişkiyi açıklamaz. Eğtim sistemimizin yüz yıldır, öğrettiği sentaks ya da sözdizimi ile edebiyat derslerinde giriştiği semantik, yani anlambilim kaynaklı yorum çabası arasındaki ilişkiden haberi yoktur.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi