Erol Köroğlu
Hakikatimsi
Terry Eagleton, Türkçeye Emine Ayhan tarafından çevrilen İyimser Olmayan Umut kitabında, Nazilerden kaçarken İspanya sınırına çok yakın bir yerlerde ölen Walter Benjamin’den söz eder. Benjamin hem Yahudi hem solcu olduğu için Fransa’yı işgal eden Alman faşizminden kaçmaktadır. Yirminci yüzyılın ve dolayısıyla günümüzün en önemli edebiyat kuramcısı ve düşünürlerinden biri… Sol düşünce açısından çok önemli eleştirel kuramın kurucularından... Eagleton, erken kaybının yasını hâlâ tuttuğumuz bu büyük düşünürün tarihe yaklaşımından şöyle söz edecektir:
"Benjamin tarih yazımını Sezar’ın görüş açısından nakledilen bir destan olarak değil, yenilenlerin vakayinamesi olarak düşünür. . . . ‘Bizden sonra geleceklerden isteğimiz’ der Benjamin, ‘kazandığımız zaferler için bize şükran duymaları değil, yenilgilerimizi hatırlamalarıdır. Bu bir tesellidir: Artık teselli edilme umudu kalmamış olanlara sunulabilecek tek teselli.’" (Ayrıntı Yayınları, 2016, s. 48-49)
Tüm tarih, genel Türkiye tarihi ve hatta son on yıl bir yana, geçen bir hafta bile bu tür bir yenilgiler tarihinin yazımına bolca malzeme sundu. Sezarlar, lejyonerleriyle birlikte yeni hamlelerini yaptılar ve herhalde büyük bir memnuniyetle kazananların tarihini yazmaya devam ettiklerini düşündüler. Neler oldu neler!!!
Atalarının başına geleni, kendi insanlarının değerlendirdiği biçimde değerlendirilmesini meclise öneren bir milletvekili medya ve sosyal medyada çok yönlü, çok kanallı ve utanılacak biçimde linç edildi. Garo Paylan’a yapılana şahidiz, olanları gördük ve unutmayacağız.
Paylan’a yönelen linçin bir parçası olarak, iktidarda olduğu tarihte insanları yaşadığı yerden en olmayacak çöllere süren, yollarda ölmelerine ve öldürülmelerine yol açan, kamu kaynaklarıyla kendi adamlarını zengin eden, zengin ettiği sülükler üzerinden savaşa yolladığı insanların karılarının ve çocuklarının kanını canını emen, savaşı yitirince gizlice ülkeden kaçan, ardında yıkılmış bir imparatorluk bırakan bir adam bayraklaştırıldı. Çünkü ne de olsa, soylarına kastettiği kimlikten olan bir suikastçı tarafından öldürülmüştü. Talat Paşa’nın ellerindeki kanı görmezden gelmeye çalışan, bir savaş lordunu kahramanlaştıran bilinç bozukluğuna şahidiz, unutmayacağız.
Yine buraya kadar söz konusu olan kimliği taşıdığı için daha bundan on bir yıl önce, askerliğini yaparken yüz yıldır aleni büyütülen bir nefretin sağladığı konfora dayanarak katledilen ve katli tiksinti verici bir biçimde kazaymış gibi gösterilmeye çalışılan bir genç insanın babası, oğlu için adaletin temin edilmediği yeni bir ölüm yıldönümünde kalbine yenik düştü. Acılı yüz ifadesi ve geride bıraktığı sevgili eşi, kardeşimiz, ablamız bize miras kaldı. Sevag Balıkçı’nın katlini örtmeye çalışan adaletsizliğe karşı vakur ama acısını sırtlamış halde öte âleme göçen Garabet Balıkçı’nın adalet talebine şahidiz, unutmayacağız.
Ve Gezi davası… Osman Kavala ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Tayfun Kahraman 18’er yıl hapse mahkûm edildiler. Cezaların dayanağı, hükümeti devirmeye teşebbüs idi. 9 yıl önce olan Gezi’nin amacı buydu mahkemeye göre. Bu kişiler de elebaşları, örgütleyenler, bu olmayacak işi planlayanlar… Yani öyle olsa gerek. Tam nedir, ne değildir bilmiyoruz. İddianamede ve mahkemenin kararında ayrıntılı açıklama nasıl, ben henüz görmedim.
Ancak merak da etmiyorum. Çünkü kazananlar kulübünde tarihin de, bu tarihe malzeme sunan bu tür iddianame ve karar metinlerinin de akıllara seza biçimlerde yazıldığını gayet iyi biliyorum. Çünkü benzer bir davada, yüzlerce barış akademisyeni arasında ben de yargılandım.
Pek çok meslektaşım gibi, hepimize bir örnek biçimde yöneltilen saçma sapan, iler tutar yeri olmayan, yalanlar ve iftiralarla bezenmiş, gerçekleri özellikle çarpıtan, ne dediğini anlamak için beş on kere okunması gereken iddianameyi paramparça eden savunmalardan birini de ben sunmuştum.
Karşılığında, kısa bir süre sonra terfien Danıştay’a atanan hâkim bana "Siz neden PKK’yı 'eleştirmiyorsun'?" (aynen kendi ifadesiyle) diye sordu ve örgüt propagandasından değil, örgüt üyeliğinden yargılanmama karar verdi. Benim davam sürerken, pek çok akademisyen buna benzer ithamlardan yıllarca ceza aldılar ve hatta Füsun Üstel hocamızı hapse de koydular. Sonra da yaptıkları saçmalığı temizlemek için, uğraşa çabalaya Anayasa Mahkemesi’nden bütün bu davaları düşüren bir karar çıkarttılar.
Fakat bu imza meselesi ve davalar üzerinden yüzlerce akademisyeni de KHK’ladılar. Barış akademisyenleri ve diğer tüm KHK’lıların yıllardır uğratıldığı eziyete, memurundan gazetecisine bir sürü aparatçik tarafından sivil ölüme mahkûm edilmelerine, yok hükmünde sayılmalarına, tüm bu karanlık ve kötülüğe rağmen onuruyla ayakta kalma savaşı vermeleri ve siyasi mücadeleden vazgeçmemelerine de şahidiz, unutmayacağız.
Gezi davası kararına geri dönelim ama. Yıllardır bu davada avukatlar, yargılananlar ve çok çeşitli bir kamuoyu ithamları sorgulayan ve çürüten pek çok açıklama ortaya koydu. Aklı, mantığı öne çıkaran, neden-sonuç ilişkilerini görünür kılan çok kelam edildi. Bunun karşısında tekrar edilen pek çok klişe, hatta şimdi kanıtlanmış ve karara bağlanmış gibi yapılan bir iddianame var. Ancak bütün bunların üzerinde ve her şeyin karşısında, kararı değerlendirirken cumhurbaşkanının ağzından çıkan, artık çıkmaması lazım olsa gerek dedirten bir gerekçe var: "Camide içki içtiler!"
İktidarın ve onu destekleyen kitlenin bu davadaki duruşunu belirleyen olay Gezi ve bu duruşun temelini de bir duygu durumu biçimlendiriyor. Buna göre Gezi bir saygısızlık, saldırganlık ve değerlerin ihlâl silsilesi. Bu değerlendirmeyi oluşturmak için çeşitli olaylar kullanılıyordu. Bunlardan biri başörtülü kadına saldıran azgın Geziciler iddiasıydı. Baştan sona yalan olduğu ortaya çıktı. Yalan en başından birtakım video görüntüleri var diye uydurulduğu için bunun çürütülmesi kolay oldu. O yüzden bu iğrenç yalanı üreten ve yaymaya kalkanlar şimdi utanmaz arlanmaz modunda takılmaya devam ediyorlar. Onların düştüğü onursuzluk derecesine de şahidiz, unutmuyoruz.
Fakat camide içki içtiler iddiası hâlâ ortada. Nereden tutulsa yürütülemedi. Bin yerden nefret kapısı örülmeye çalışıldı, hiçbiri işlemedi. Fakat hâlâ cumhurbaşkanı bunu söylüyor. Nasıl oluyor? Çünkü söyleyebilir, kimse de söylemesine engel olamaz diye mi böyle? Ne de olsa, post-truth, hakikat sonrası çağındayız, öyle değil mi?
Son on yıldır, özellikle sosyal medyanın gelişip çeşitlenmesi ve dünyanın hâl-i pürmelâli doğrultusunda bu hakikat sonrası lafı, doğal bir gelişmeymiş gibi algılanmaya başlandı. Uyduranın, trolleyenin, olmayacak lafı yumurtlayanın bini bir para… Hele ki parası, gücü ve destekleyeni bolsa. Yani bu normal bir şeymiş gibi gelir oldu kulağımıza. "N’apalım? Hakikat sonrası çağında yaşıyoruz.
Yok öyle bir şey! Bildiğin uydurukçuluk, üfürmecilik söz konusu olan. Fakat buna sadece karşı çıkıyor olmayayım. Duygusal davrandığım düşünülebilir. Ortada olanı anlamamıza yardım etmesi için ben başka bir terim önereyim: Hakikatimsilik.
Bunun İngilizcesi "truthiness". David Greetham adlı bir edebiyat araştırmacısı tarafından önerilmiş. Yıllar önce yayımladığım bir makalede Greetham’dan kaynaklanan hakikatimsilik terimini şöyle tartışmıştım:
"Burada söz konusu olan, inanç temelli bir duygunun her türden mantıksal uslamlamanın yerine geçirilmesidir. Burada aklıyla bilen birinin karşısına geçen bir "kalben bilen," ortada gerçekten öyle olduğunu gösterir hiçbir kanıt yokken bunun böyle olduğunu hissetmektedir. Greetham, hakikatimsilik konusunu özellikle Bush-Cheney yönetiminin Irak’ı, aslında orada olmadığını, yıllar öncesinde Saddam tarafından yok edildiğini bildikleri kitle imha silahlarını bahane ederek işgalleri üzerinden tartışır. Neticede, durup düşünüldüğünde ortada savaş nedeni olmadığı açıktır. Ancak Başkan Bush ve adamları Saddam’ın alaşağı edilmesinin doğru olduğunu hissettikleri, bunun doğruluğunu kalben bildikleri için ellerindeki olguları saklar ve işgali başlatırlar."
Bu makalede hakikatimsinin nasıl işlediğini edebiyat alanından bir örnek aracılığıyla tartışıyordum. Ayrıntısını görmek isteyen yukarıdaki linke bakabilir. Gezi davasına döndüğümüzde, özellikle cumhurbaşkanının bu kararı değerlendirirken kullanıverdiği camide içki içilmesi meselesi de bir hakikatimsi ve şöyle işliyor:
Bir sürü çapulcu, polisle çatışır, hükümeti devirmek için ayaklanırlarken, camiye de giriverir ve hiç saygılarının olmadığı bu mekânı kirletiverirler. Biralar, çamurlu ayakkabılar… Allah bilir daha neler. Bunlar kulağa hakikat gibi geliyorsa, yapılıp edilecekler alanında böyle hakikatlere de ihtiyaç varsa, ayrıca engelleyebilecek olan da yoksa, hakikatimsiler neden kullanılmasın ki? Camide içki içtiler iddiası bin noktadan çürütülmüş olsa da, zombi gibi olmayacak yerde ortaya çıkıverir. Siz de deneyebilirsiniz. Açın pencereyi bağırın "camide içki içtiler" diye, en beklemediğiniz semtlerde bile size katılan sesler olacaktır. "İçmişlerdir, içmişlerdir! Allah onların belasını versin!"
Biz bugün yenilenlerin vekayinamesine bu notu düşmüş olalım: Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Tayfun Kahraman hakikatimsilerle mahkûm edildiler. Şahidiz, unutmayacağız!