Ragıp Zarakolu
Kalite farkı
Biliyorsunuz artık dünya gücü olamasak bile bölge gücü olmaya, Osmanlını eski hükümranlık alanlarını fethedemesek bile, ekonomik gücümüz ile onları etki alanımız yapmaya çalışıyoruz.
Bir alamda, İngiliz ve Fransız sömürge imparatorlukları çöktükten sonra, her ikisinin varlığının ekonomik nüfuz alanı ve kültürel olarak devam etmesi gibi.
Ekim Devrimi'nin 100. yılında, maddi ve entelektüel açıdan komünizmin eşitlikçi toplum ideallerini gerçekleştirmek için gerekli altyapı oluşmuşken, dünya siyasetinin "üst yapılarının" buna engel olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Belki de, bu "üst yapılar" böyle giderse dünyanın sonunu getirecek, her türlü kitle imha silahının denemelerinin yapıldığı, çevresel yaşam koşullarının acımasızca imha edildiği uygulamalar nedeniyle.
Rosa Luxemburg’un deyişiyle, "ya sosyalizm ya barbarlık" günümüz dünyasında çok daha derin bir anlam taşıyor.
1. Dünya Savaşının ve sonrasındaki iç savaşların, soykırımların Osmanlı coğrafyasındaki yıkımı çok ağır oldu.
Aslında 20. yy. başında sermaye birikimi ve manüfaktürün sanayiye dönüşümünde önemli bir sıçrama yaşanmıştı. Bunun izlerini İstanbul, İzmir, Trabzon ve diğer Osmanlı kentlerinde bulmak mümkün.
Ancak bir anlamda yükselen Yeni Türkiye, kapitalist gelişmenin hızlı bir biçimde sürmesini sağlayacak olan sermaye sınıfını, milliyet temelinde kendisi yok etti.
Bunun yarattığı boşluğu devlet kapitalizmi ile doldurmaya çalıştı.
"Türk-İslam" sermayesinin oluşumu, neredeyse yüz yılı aldı.
Sadece ağırlıkla Türk/Osmanlı olmayan "Osmanlı burjuvazisi" değil, "Osmanlı işçi sınıfı ve köylülüğü" de ağır bir kıyımdan geçti.
Ve şimdi 100 yılın açığını "Yeni Osmanlılık" tutkusu ile doldurma telaşı içinde.
Tamam, İngiliz ve Fransız sömürge imparatorlukları çöktü, ama kültürel hegemonya devam etti.
Yeni Osmanlı geçinenlerin Osmanlısı ise, aslında, Cihatcı, soykırımcı İttihat Terakki Osmanlılığı.
Gerçek Osmanlı toplumunun ne olduğundan haberleri bile yok! Neo Osmanlılığa soyunurlarsa, etki alanı kurma hırsı içinde oldukları coğrafyada en küçük şansları yok. Sadece eski travmaları canlandırırlar. 1915 soykırımını bir yana koyalım, sadece küçücük Lübnan’da İttihatçıların "sömürge valisi" Cemal Paşanın salkım saçak astırdığı Arap aydınlarını, 100 bin insanın buğday ve diğer gıda maddelerine askeriye için el konulması sonucu patlak veren kıtlıkta ölmesini hatırlatmak yeterli. Ya da Filistin’den Yahudilerin tehcir edilmesi girişimini.
Oysa, bugün Lübnan’a, Arjantin’e gidin, Atina’ya gidin, Telaviv’e gidin, hala imparatorluk ortak anlaşma dili olan Türkçenin izlerini bulursunuz.
Benzer biçimde İstanbul’da toplanan "Türki" cumhuriyetlerin ortak anlaşma dili imparatorluk dili olan Rusçadır. Türkçe değil!
Türkiye Cumhuriyeti, kendi ilerlemesini sağlayacak olan ekonomik ve entelektüel sermayeyi, sistematik devlet politikası ile sıfırlamayı başardı.
İttihat Terakki ve ardılı Kemalizm bütün Hıristiyan toplumlarını, "komprador, banker, kapitalist, sömürücü" olarak tek bir torbaya doldurdu ve onları dinci/milliyetçi popülizmin nefret odağı haline getirmeyi başardı.
Ve aslında yeni oluşan Osmanlı işçi sınıfının ve ilk örgütlenmelerinin, Rum, Ermeni toplumu içinden yükseldiği göz ardı edildi. Rum ve Ermeni köylülüğünün göz ardı edilmesi gibi.
Bugün de Türkiye sanayi ve tarım proletaryasının önemli bir bölümünü Kürtler oluşturuyor. Kürtleri atlayarak sosyalizm mümkün değil. Bunu atlamak isteyenlere NAZİ partisinin açılımımım Nasyonal Sosyalist olduğu hatırlatılır. Yeni Vatan Partisinin bir önceki adı da İşçi Partisiydi!
1908 yarım kalmış demokratik devriminden sonra, elbette "özerklik" gibi bir alternatif canlı biçimde tartışıldı. Ama yükselen Türk milliyetçiliği yanında dünya güçleri ve onların vahşi paylaşım kavgaları buna olanak tanımadı. Avusturya marksizminin, kendi kaderini tayin hakkından çok, özerkliğin altını çizmesi, Rosa Luxemburg’un uyarıları da son derece anlamlıydı. *
Yıllarca, Türkiye solu, feodalizm ve az gelişmişlik kuramlarını tartıştı, ama TC’nin Marksizmi onyıllarca yasaklaması, resmi tarihi dolaylı biçimde benimsetmesi sonucu, asıl kaynağı göremedi. Dolayısıyla, Kemalizmin etki alanı içinde kaldı. Kimi sol içinde bunun etkisini bugün bile görebiliyoruz. Geçmişte, Türkiye solunun bırakın ulusal sorun ve soykırım olgusunu değerlendirmeyi, yasaklamalar sonucu kendi tarihine, marksizmin temel kaynaklarına ulaşması ancak 1960’lar ve 70’lerden sonra mümkün oldu; o da 1980 kabusu nedeniyle yarım kaldı.
1970’lerde Sömürge olgusunu gündeme taşıdıklarında, Kürt solu tepkiyle karşılandı, kimi sol gruplar dışında. Ama onlarda, Çin’deki "feodaliteyi" bizim coğrafyaya taşımakla meşguldü. Kemalizmi eleştirmekle birlikte, onun soykırımcı politikalarının "feodalite"nin güçlenmesindeki katkısını görmeleri zaman aldı.
Kürt solu kendi kaderini tayin hakkı yanında, özerklik tartışmasını açmakta da öncülük etti. Yaşamın haşin şartlarının dayatması sonucu.
Türkiye solunun marksizmi gerçekten özümsemeye çalışan kesimleri, 1970’lerden bu yana gerçekten bir ilerlemenin sağlanmasına ve daha önemlisi Kürt solu ile güçbirliklerinin oluşumuna katkı sundu.
Ve bunun sonucu 7 Haziran 2015 seçimlerinde alındı. Bu bir anlamda demokratik bir devrimdi. 1908 yarım kalmış demokratik devrimi gibi onun da yarım kalmaması gerekli.
Bk.: Rosa Luxemburg, "Milliyetler Sorunu ve Özerklik", Türkçesi: Murat Çakır, Belge Yayınları 2016;
Rosa Luxemburg, "Türkiye Üzerine Yazılar", Derleyen: Ragıp Zarakolu,Belge Yayınları 2013;
Ronald Gregor Suny, "Baku Komünü/Rus devriminde Milliyet ve Sınıf", Türkçesi: Kudret Emiroğlu,Belge Yayınları 1990;