Fadıl Öztürk
Kara bir kırbaçla dövüyor etimizi
'Onlar kadar çoğalamıyoruz, çok çocuk doğurun.' diye buyuruyor, kendine bahşettiği yetkilerle. 'Vuran biz, vurulan onlar olmasına rağmen, bizden daha hızlı çoğalıyorlar, doğurun!..' diyor, gökten ödünç alınmış bir sesle, gürleyerek.
Sürgünle, göçle kentler büyüyerek mezarlıkları içine aldı, kararmış sözcüklerle, 'Yeni mezarlıklar için doğurun' diyor. Kinin tarlasında nefret boy atsın istiyor. Köyleri, kentleri yerle bir ederek aldığı bütün hayatların üstüne çıkmış, kara cübbeli biri gibi emrediyor..
'Bunları, yani Kürtleri vurmakla, kırmakla, sürmekle bir türlü sonlarını getiremiyoruz' demek istiyor. İyilikten, hayattan eser yok söylediklerinde, kan bürümüş gözlerini. Hayata dair tüm belirtiler tedirgin. Rüzgar giriyor içimize, dinmiyor…
'Biz bir bütün değil parçalardan bir araya gelmişiz. Bizi bir arada tutan zamkımız Kürtlere düşmanlığımızdır' demek istiyor. Elbet yeni bir şey değil söylediği, devlet mezarlığında yan yana yatanlardan ödünç aldığı sözcüklerin tozunu alarak yeniden dolaşıma sokuyor. Bir kara buluttan düşen katran karası dil çalıyor hepimizin kapısını…
'Öldürdükçe biz ölüyoruz. Bütün çocuklarımızı kendimize suç ortağı yaptık, daha doğmamış, doğacak olanları bile…' demek istiyor. Haddini bilmiyor, kısır bir rahmin kapısını kırarak giriyor içeri, adeta elinde şimşeklerden yapılmış kara bir kırbaçla dövüyor etimizi…
'Onları öldürerek hayatımızdan bir türlü çıkaramadık, kabusumuzu büyüttük sadece. Ama başka seçeneğimiz de yok.' demek istiyor. İçine çöken bir sarayın yıkıntıları arasında yükselen iniltiler gibi kesiyor her birimizin yolunu…
'Gerçeği tükettik. Bunlar dağlarda, su kıyılarında, ovalarda değil, bir hayalde yaşıyorlar. Hayaller vurmakla tükenmiyormuş, öle, öldüre öğrendik.' demek istiyor. Bütün iyi, güzel sözcükleri dilinden söküp uzağa atarak, asit gibi değdiği yeri çürüten nefretle giriyor odalarımıza. Her birimiz oturduğumuz evlerde haber dinlemiyor, 'teslim ol!...' çağrısı alıyoruz adeta…
'Onları daha annelerinin karnındayken öldürün! Yolda oynayan çocukken, evde yataklarında uyurken panzerle duvarları üstlerine yıkarak öldürün' Ölümden kurtulanları annesiz, babasız, kardeşsiz bırakın' demek istiyor. Tümden karalar giyinmiş, baştan ayağa silahlı, çıt çıksa tetiğe basacak ordular basıyor bütün cümlelerimizi…
'Ocaklarında tencere kaynamasın, günlerinde gündüz, ağızlarında dil, dudaklarında gülümseme olmasın' demek istiyor. Bizden aldığı her hayat kendisine bir günlük ömür olsun istiyor. Ona teslim edelim sevgilimize duyduğumuz aşkı, çocuklarımıza duyduğumuz şefkati ve geleceğimize ilişkin kurduğumuz hayalleri. Korkuyla beslenip, durmadan kabus görelim istiyor…
'Biz geleceğimizi öldürerek var olmak ve şiddet üzerine kurduk. Oysa Kürtler ve diğer muhalefet edenler hayata dair güzel olan ne varsa ondan beslenerek var oluyorlar' demek istiyor. Bir iç çöküntüsünün derin uçurumuna düşmüş gibi öfkeyle durmadan emirler yağdırıyor etrafına. Anında bütün yollar kesiliyor, bir yüzümüze bir onlara verdiğimiz kimliklere bakıyorlar. Hepimiz ömrüne asılmış vatandaş değil, birer zanlıyız…
'Biz onlara korkunun elbisesini giydirdikçe, onlar hayata soyunuyorlar' demek istiyor. Onun gibi ellerimizin kollarımızın olmasına, onun gibi iki ayağımızın, gören gözlerimizin olmasına, onun gibi uyuyup uyanmamıza, tahammül edemiyor. O güneşlenirken kar yağsın istiyor ömrümüze…
***
Farz edin ki, vurdunuz, bir dal gibi kırdınız bizi tek tek. Sokak başında ya da kaçtığımız dağlarda meşe ağaçları altında, bir yamaç ve su kenarında vurdunuz bizi. Anne ve babaları çocuksuz, çocukları annesiz ve babasız bıraktınız. Uyandığınız sabaha uyanamadık bir daha. Diyelim ki, yalnız kaldınız, tanrınızla baş başa…
Gün sadece sizin üstünüze doğdu. Çamurda bıraktığınız ayak izleriniz gibi çürümeye yüz tutmuş cesetler olarak kaldık ardınızda. Basıp gövdelerimize öyle geçtiniz, burnunuzu tutarak… Uyuyup uyanarak, yorulup dinlenerek, kalbinizi tanrınıza emanet ederek kıydınız, kıydınız geride kalanlarımıza…
Kaçıp kurtulmaya çalışanlarımızın ardına düştünüz, yorulmuş gövdelerimizi bulduğunuz yerde… Gece çökünce ateş yakıp başına toplandınız, diyelim. Isındı bir tarafınız, diğer tarafınız karanlık, diğer tarafınız ürperten soğuk ve şüphe, 'ya öldüremediğiniz son bir kişi kalmışsa' diye. Tıpkı karanlık gibi şüphe çöktü üstünüze. Göz görmez, kulak duymaz, dil konuşmaz bir dert geldi buldu sizi…
Gariptir, her katliamdan geriye mutlaka kalır birileri. Kurşunlanmış, süngülenmiş, bir annenin gövdesi altında kan giyinmiş bir çocuk kalır mutlaka. Tıpkı Dersim'de olduğu gibi korkuların rahminde yeni doğmuş çocuklar gibi. Sevinciniz o çocukların sevinci değildir artık. Siz dışınıza gülerken, o çocuklar siz duymayasınız diye içine ağlarlar. İçine ağlayan bir kaç çocuk mutlaka kalır katliamlarınızdan geriye. Eğer dünya bir defterse, o çocuklar o defterin yazıcısı olurlar, o saatten sonra…
Diyelim dünyaya kıyamet gömleği giydirdiniz, acıdan dokunmuş, gündüzleri olmayan bir karanlık… Zamanı başa aldınız ve 'yaz' dediniz evrenin katibine. Tanrılar gibi balkonlardan sarkarak sordunuz ve suların önüne geçerek, 'içimizdeki şüpheyi temizle' dediniz. Ay ışığında uzayıp karanlığa karışan gölgelere sordunuz, denizde sizi asla umursamayan yakamozlara, aşık olduğunuz kimse ağlayarak ve diz çökerek onun önünde, ona sordunuz… Kendinizi sığdırabildiğiniz her yere taşıdınız, sarayların boş koridorlarına, iyi dövülmüş kılıçların ağzına, öldürdüklerinizin asla uyanamadığı sabahlara, susmayan güllere sordunuz ama nafile…
Herkesi öldürseniz, bir siz kalsanız da tanrınızla baş başa, öldürdükleriniz bir biçimde ölmez, bir şüphe olarak yaşarlar sizin içinizde. Nafile… Bir anne çocuğuna bedenini siper ederek, ikinci kere doğurur onu hayata....