Kim daha önemli, değerli ve kalıcı?

Hayat biraz da tercih meselesi ya… Yoğun iş-güç çarkından kurtulmak için kaçamak yapıp bir sinemaya gitsen ne olur ki? İyi oldu.

Aslında kıyaslanmayacak şahsiyetler ama iktidar, egemen düzen birine o kadar fazla önem ve değer veriyor ki, diğeri ya da diğerleri hak ettikleri ilgiyi göremiyor. Medyada da durum böyle, kamuoyunda da.

Önem ve değer evet öznel olarak ölçülüyor. Birine göre çok önemli ve değerli olan bir olgu ya da kişi, bir başkasına göre son derece önemsiz ve değersiz addedilebilir. Herkes kendi kriterlerine göre saptıyor önem ve değer skalasını. Bu saptamada egemen ideolojinin ve mahalle baskısının rolünü de unutmayalım. Gerçi en iyi ölçer zaman. Çünkü hakiki önem ve hakiki değer, zamanla anlaşılıyor. Buna da zaten kalıcılık deniyor.

Yalnız, kalıcılığın da çeşitleri var: Hitler de kaldı, Leonardo Da Vinci de.

Gazetecilik 9-5 mesaisiyle yapılan bir meslek değil. Hem fiziken hem zihnen 24 saat yapılır gazetecilik. Hele şimdilerde. Bütün dünyada çok hızlı ve çok zengin bir haber akışı var. Üstelik hepsi hakiki haber değil. Küçücük cep telefonu ekranından bu akışın somut verilerini izlemek mümkün. İnternet çağında zaman ve mekân da eski tanım ve özelliklerini yitirdiği için artık bütün dünyayı 24 saat boyunca takip etmek, olanı biteni okumak/görmek olanağı var.

Nedir bu girizgahın devamı?

Bir Cumhurbaşkanı dünyanın önemli bir başkentinde mevkidaşı ile görüşüyor, heyetlerarası toplantı, çalışma yemeği, sonra da ortak basın toplantısı. Gazeteci için iş orada bitmiyor. Çünkü işin perde arkasını araştırması lazım. Farklı çevrelerin değerlendirme ve yorumlarını toparlaması gerek.

Tembellik mi bıkkınlık mı tepki mi vurdumduymazlık mı artık siz karar verin, saat farkı nedeniyle de gece geç saatlerde bitecek basın toplantısını naklen izlemektense yarım saat yürüyüp sinemaya gittim. Ken Loach’ın ‘’Sorry We Missed You’’ (Pardon, sizi atladık) filmini izledim. 83 yaşında sıkı bir sinemacı, üstelik solcu. İngiltere’nin yüz akı. İsrail devletinin ve Siyonistlerin anti-semitizm suçlamalarına kulak asmadan Filistin davasını desteklemeye devam ediyor. Koca İngiliz devletinin vermeyi teklif ettiği OBE (Order of British Empire) nişanını da efendice reddetmiş abimiz.

Meslek hayatı BBC’de prodüktör olarak başlamış, yüzlerce feature, uzun ve kısa TV belgeselleri çekmiş. Hep aynı pencereden bakıyor olaylara, dünyaya. Çalışanların, emekçilerin, mağdurların, mazlumların dünyasını anlatıyor bize. Son derece sade, ama vurucu bir üslubu var. Kurgu filmlerinde bile, gerçekçilikten kaynaklansa gerek, hep bir belgesel tadı var. Öyle sıradan, basit, yüzeysel aktivizme, slogancılığa yüz vermiyor hiç. Söylemi de çok doğal. Siyasi-ideolojik nutuk atmıyor. Ama ele aldığı insanı, insanları, kesimi, olayları öyle bir anlatıyor, öyle bir betimliyor, öyle bir görsel öyküye dönüştürüyor ki, vicdanı sahibi izleyici ‘’Bu sistem rezil berbat bir şey. Bunu değiştirmek lazım’’ düşüncesini ediniyor.

Son filminde, bağımsız iş sahibi maskesine büründürülmüş, bir kargo şirketinde çalıştırılan şoför ile ailesini anlatıyor. Sıkı iş disiplini, elektronik prangayla zamanla yarış… Ama futbol, cep telefonu ya da eğitim sistemi gibi çağdaş konu ve sorunlar ile karı-koca kavgasından çocuklar-ebeveynler anlaşmazlığına kadar bir sürü günlük yaşam problemi de var öyküde.

Olay Newcastle’da geçiyor. Bölgenin ekonomik ve toplumsal sorunları da yansıtılıyor beyaz perdeye. Kahramanlar yerel şiveyle konuştukları için ben birkaç sahnede diyalogları kaçırdım. Ama Loach ‘’İnsanlar kendi günlük yaşamlarında nasıl konuşuyorlarsa filmlerde de öyle konuşmalı. Doğal olanı bu’’ diyor. Zaten film İngiltere’de bile, Newcastle bölgesi dışındaki sinema salonlarında İngilizce altyazıyla oynatılmış. Ben Yunanca bilmediğim için altyazı işime yaramadı.

Bu arada aktarmasam bir yerim şişecek: Twitter’da yazdı bir arkadaş: ‘’Newcastle United, İngilizce okuyunca pek havalı bir futbol kulübünün adı. Türkçeye çevirince Yenikale Birlik, taşrada kıytırık bir minibüs firması adı gibi!’’ Doğru, çünkü her dilin her kelimesinin kendine has bir estetiği, söylemi, müziği olduğu gibi, bir anlam çağrıştırması, bir yan anlamı, bir ses uyumu var.

Daha önce Loach’ın İspanya İç Savaşını anlattığı ‘’Land and Freedom’’ (Toprak ve Özgürlük) filmini görmüştüm. Son filmi ustalık dönemi ürünü. Çünkü aslında çok karmaşık iş ilişkilerini, özel hayat sorunlarını ve tabi ki kapitalizmi, bağırmadan çağırmadan, teorik takılmadan, neredeyse düz bir görsellik diliyle gözümüzün içine sokuyor. Tabi bu arada düşünüyoruz hatta bazı sahnelerde yüreğimiz burkuluyor.

Loach, filmi çekmeden önce oturmuş çeşitli kargo şirketlerini incelemiş, şoförlerle konuşmuş, onların öykülerini dertlerini gırgır olaylarını dinlemiş.

Sinema salonundan çıkarken ‘’İşte bir başka sinema mümkün’’ diyorsun. Ya da ‘’Bu filmi seyreden, artık mevcut düzenden nefret eder’’ diye düşünüyorsun. Yalnız vahim bir durum, koca salonda toplam 10-15 seyirci ya vardı ya yoktu. Biz çıkarken suare izleyicisi kapıda bekliyordu, onlar da belki en fazla 30 kişiydi. Yaş ortalaması maalesef oldukça yüksekti.

Haber takip edeceğime sinemaya gitmenin yarattığı suçluluk duygusuyla o gece sabah 03.00’e kadar bilgisayarın başından kalkamadım. Ve acil bir Analiz yazısı yazıp gönderdim. Yalnız yatakta hala Newcastle faciasını düşünüyordum.

Başlığa dönelim. Dünyanın büyük bir başkentinde bir araya gelen iki siyasi lider mi yoksa Ken Loach mu daha önemli değerli ve kalıcı?

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi