Ragıp Duran
Kırılmış taşranın hüznü
Geçtiğimiz hafta, hem mektepten arkadaşım hem de konferans tercümanlığından meslekdaşım Kerem Topuz ile Fransa'nın Doğu bölgesinde beş gün geçirdik. 40-45 yıl önce Aix-en-Provence'da üniversitede okurken Toulouse'dan Nice'e kadar olan bölgeyi gezmiş, Paris, Lyon, Strasbourg, Grenoble gibi kentlerde de Öğrenci Derneği kongrelerine katılmıştım. Son yıllarda da Fransa'ya gitmek benim için daha çok Paris'e, Strasbourg'a ya da Marsilya'ya gitmekle eş anlamlıydı. Bu sefer gittiğimiz bölge çok farklı. Paris'ten otomobille yaklaşık 400 km. güneydoğuya indik. Son 100 km'lik yörede terkedilmiş köyler, insansız kasabalara rastladık. Camları kırılmış boş evler vardı sağda solda. Hava da soğuk ve gri idi. Manzara ağırdı. Doğa güzeldi, orman, nehir filan vardı ama insan yoktu, hareket yoktu.
Aslında önemli bir tarım ülkesi olan Fransa'nın bu bölgesi, 60'lardan itibaren, kapitalizmin gelişmesi nedeniyle çökmeye başlamış. Ailelerin yönettiği küçük ve orta tarım işletmeleri iflas etmiş. Yerine sanayi altyapısı kurulmadığı için kırsal göç başlamış. Zaten biz de birkaç yer hariç genç insanlara pek rastlamadık.
Ben hayata kimi zaman, denk geldiğinde, şansonların gözünden, sesinden, dizelerinden bakarım. Bu manzarayı görür görmez, Jean Ferrat çıktı sahneye ve bağıra çağıra La Montagne şarkısını söylemeye başladı. 1964'de yazmış. ''Birer birer terkediyorlar memleketi/Gidip el diyarda kazanmak için hayatlarını''. Ferrat, köylülerin yaşamındaki kısır döngüyü anlatıyor. Monotonluğu kırmak isteyen gençlerin şehre gitme arzusundan söz ediyor. Formika masalara, hormonlu tavuklara ve sinema salonlarına olan merakını anlatıyor. Ama köyün/dağın doğallığına, güzelliğine vurgu yapıyor komünist şansoncu.
Kerem'in saptaması: İşte Sarı Yelekliler'in yatağı, kökeni burası. Şehre göçüp, işsiz güçsüz kalan insanlar sarı yeleklerini giyip kendilerini gösteriyor ve isyan ediyor. Çünkü televizyonlarda gördükleri insanlar ve onların yaşam tarzı zevk ve sefa içinde. Acaip zengin oluyor dizi kahramanları. Ayrıca medyada da Cumhurbaşkanı idi, Başbakan idi, sanayi baronlarıydı... hepsinin çok renkli yaşamları aktarılıyor. Zenginlik paçalarından akıyor adeta. Üstelik de bu zenginler hakir görüyor asgari ücretle geçinmeye çalışanları, işsizleri, yabancı işçileri. Kafası atıyor yoksulların. O zaman da Paris'e çıkıp Champs Elysée'deki lüks mağazaların cam çerçevesini indiriyor, içeri girip yağmalıyor hayatında kullanmadığı lüks eşyaları. Ya da bu şiddet eylemini gerçekleştiren gençlere karşı çıkmıyor: ''Kabul etmiyorum ama anlıyorum onları. Çünkü bir tarafta bu kadar zenginlik, öbür tarafta, ki çoğunluk bizde, bu kadar yoksulluk olursa, gençler şiddet ve yağma dahil her şeyi yapabilecek duruma geliyor.''
Yaklaşık 180 bin seçmenin kayıtlı olduğu vilayette, 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk turu aşırı sağcı Le Pen birinci bitirmiş. (%31.36). İkinci turda Le Pen oylarını %48.29'a çıkarmış. İlk turda oyların sadece %19.59'unu alabilen Macron ikinci turda %51.71 oy toplamış.
Bir kahveye girdik. 10 masa var belki. Sadece 3'ü dolu. Yaşlı başlı insanlar. Suratları asık, hareketleri donuk. Hiç konuşmadılar biz kahvelerimizi içip bitirene kadar. Caddeler, sokaklar iş başlama ve bitiş saatleri dışında bomboş. Yan yana iki araba görünce ''Vay ne biçim trafik var!'' diyoruz. Bir gün sulu kar, ertesi gün kar yağdı. Ama hüzün hep vardı.
Bölgenin önemli şehirlerinden biri Vesoul. Bu ismi duyunca Jacques Brel kaptı mikrofonu. Şahane bir şarkıdır. Fransızca orijinal sözleri, İngilizce çevirisi. Burada da 1967 stüdyo kayıtları. Anlaşılan pek müşkülpesent olan kız arkadaşıyla yaptığı uzun ve sorunlu bir yolculuğu anlatır. ''Vesoul'u görmek istedin/Vesoul'u gördük'' der. Benim en hoşuma giden dize ise ''Kız kardeşini görmek istedim/Anneni gördük'' der. Sonra da ''Artık sevmedin Vesoul'u/ Terkettik Vesoul'u'' ve ''Artık sevmedin anneni/Terkettik kızkardeşini''.
Bu Vesoul şarkısı üzerine binbir efsane var. Kolay değil 30'dan fazla dilde 150 farklı şarkıcı söylemiş bu parçayı. Vesoul'da bugün bir Jacques Brel meydanı var. Bir de Jacques Brel Lisesi.
Brel'in ''Les Vieux''(Yaşlılar) şarkısı ise bizim gezdiğimiz bölgedeki bütün insanların portresi gibiydi: ''Paris'te yaşasalar bile/Aslında hepsi taşrada yaşarlar/ Çok uzun yaşadıkları için''.
Geleceği geçmişte, avurtları çökmüş, yarınsız ve umutsuz insanlar. Bakışları buğulu ve çok uzağa ama ayaklarının dibini göremiyorlar. Bölgenin yerel gazetesi L'Est Républicain'i taradım her sabah. Ölüm ilanları demografinin önemli bir aynası. Ortalama 60-80 yaşında ölmüş sakinler. Tabloid boyda 3 sayfa ölüm ilanı vardı her sayıda. Ana caddede 10 dükkândan galiba 4'ü kepenkleri çoktan indirmiş. Bir-iki cafe, bir sürü berber (Lüzum yok halbuki, çünkü ortam zaten insanın saçını başını yolması için müsait), gazete-sigara satan birkaç dükkân... o kadar. Cumhuriyet caddesinde 4 tane eczane saydım. Unutuyordum: Cenaze levazımatçısı da iyi iş yapıyor.
Bir fabrikaya gittik. Fransa'nın dört bir yanından gelen gençler orada iş buldukları için az çok memnun. Ama hayat araba ile ev-iş arasında geçiyor. Sosyal faaliyet olarak yazın İnek Fuarı oluyormuş. Kırk yılda bir de bir konser. Fabrikada öğlen yemeği molası sadece 40 dakika. Patron çalışanlarına restoran ticket'si dağıtmış. İlçedeki lokantalara müşteri gitsin diye. Ama fabrika zaten kasaba dışında. İlçenin birinde, ki kaplıca da vardı, bir kumarhane gördük. 1970 model. Emekli barmenin demesine göre, Brel, eskiden bu salonda bir konser vermiş. 60'lı yıllarda.
Fransa'nın neredeyse her köşesinde bir dönerci bulunur. Kaldığımız ilçede yoktu. Karşılaştığımız insanlar arasında Kuzey Afrikalıya ya da siyaha da pek rastlamadık. Oysa ki insani manzaralar genellikle koyu gri idi. Tren garları bile yalnızdı.
Bölgede gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz her şey, başkent Paris'in kalabalık, hızlı, renkli karmaşasından çok uzak. Sanki ölüm sessizliği egemen olmuş kırsala. Burada nasıl yaşanır? Ne yapar eder buranın sakinleri? Yarınları ne olacak?
Taşra aslında merkezin çevreye taktığı bir isim, hatta bir sıfat. Pejoratif bir tınısı da vardır. Küçümsenir hatta aşağılanır taşra ve orada yaşayanlar. Keza taşralılar da merkeze gıcık kapar çoğu zaman. Büyük kentlerde yaşayanların gösteriş ve kibirinden yakınırlar haklı olarak. Özellikle de büyük kente sonradan gelip yerleşen eski köylülerin...
Merkez ya da taşra, gözlemin kalbine/beynine insanı koyunca, sefaletin, yoksulluğun coğrafyası olmuyor. Bugünü olmayanın yarını ne ola ki?
Neyse... Seçim gecesi sabah 03.00'e kadar çalışmıştım. Üstümü başımı değiştirdim. 09.00 trenine atladım. 3 saat tren, 4 saat araba yolculuğundan sonra vardık otele. Betimlediğim bölgenin tüm karamsarlığına rağmen 5 gün boyunca çok da huzursuz değildim. Gri bir dünyadaydık ama hiç olmazsa orada uzun boylu asap bozucu adam yoktu.