Aysuda Kölemen
#Konuşamam
Bir grup sanatçı çıkıp susamam dedi ve ortalık birbirine girdi. Ben size zerre kadar ses getirmeyecek ve zaten bildiğiniz bir gerçeği itiraf edeceğim. Aklımda yazılacak, benim için çok önemli mevzular var, söylenecek çok şey var ama yazamıyorum. Vakit yokluğundan, yazmayı beceremediğimden, konular hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığımdan değil. Korktuğumdan. Yazdığım şey ne kadar cesur görünürse görünsün, içimden geçenin soluk bir gölgesi olmaya mahkûm olduğundan.
Babaannem derdi ki, "karnından konuşma kızım, dert sahibi olursun." Oldum. Bir gün doktora gittim ve "sorunlarınız stres kaynaklı, kliniğimizdeki psikologla görüşmenizi tavsiye ederim" dedi. Psikologla karşılıklı oturduk, anlattım. "Ama bunlar kişisel sorunlar değil, siz ülkenin siyasi durumu nedeniyle streslisiniz, o zaman bunları daha az dert etmeyi öğrenmeniz gerekecek" dedi. "Onu öğrenmek istemiyorum" dedim. O hikâye orada bitti. Yuttuğum kelimeler, karnıma hapsettiğim cümleler vücuduma fiziksel ağrı olarak gelip saplanıyor. Bir tür mahkûmiyet. Dört duvar arasına sıkışmış mahkûmlarla karşılaştırmak değil kendimi niyetim. Ama bu da başka bir çeşit mahkûmiyet.
Kafka’nın Dava romanını okuduğumda oldukça gençtim. Başım hiç devletle, yasayla belaya girmemişti. Pek de anlamamam gerekirdi romanı ama anlamıştım. Fark etmez, çünkü bizim memleketten herkes anlar. Bir Türkiyelilik hali sonuçta, suçlu doğmak, ömür boyu masumiyetimizi ispat etmeye çalışarak ama içten içe suçlu olduğumuz bilgisiyle yaşamak, suçumuzun ne olduğunu bilmeden. Suçlu ise susmalıdır çünkü her ifade potansiyel olarak itiraf içerebilir, özellikle de suçunuzun ne olduğundan emin değilseniz. En önemlisi doğru yerlerde, kamuya açık alanlarda susmak gerektiğini anlamaktır.
Biz bizeyiz, yalana ne gerek var? Cesur gibi yapmaya ne gerek var birbirimize? Okullarla başladık cesaret yalanlarına. Çocukluktan itibaren, cesaret hikâyeleri dinledik. Ölümü göze alan kahramanların hikâyeleri, kişisel gelişim kitaplarından hayatını değiştirme hikâyeleri, iş yerindeki seminerlerde, bizi uçuracak bireysel cesaret hikâyeleri, Amerikan filmlerindeki kahramanlık hikâyeleri... Kişisel yolculuklara çıkalım, içimizdeki sesi takip edelim, kahramanca mücadele edip, doğru yolu bulalım. Ama ne oldu? Bizim hikâyemiz bir korkaklık hikayesidir.
Konuşsanız da ne de olsa susturacaklardır. O nedenle kendiliğinden susmak akıllıcadır belki. İnsan dediğimiz varlık, sonuçta her canlı gibi hayatta kalmak ister. Acı çekmek istemez. Ya da en azından önüne birkaç çeşit acı konulduğunda, daha hafif olanı çeker. Daha az acıyı seçmek, acıdan korkmak suç mu? Bence değil. Ama daha beter bir şeyden suçluyuz. Korkak olduğumuz için değil. Korkaklığımızı sahiplenmediğimiz için. Cesur gibi yaptığımız için. Tir tir titrediğimizi sakladığımız, kolektif yalanlara sığındığımız için. Cesaret hikâyelerinden kendimize pay çıkardığımız için. Korkaklığımızı itiraf edecek kadar dahi cesaretimiz olmadığı için. Bir kez cesaret gösterdiysek, sıramızı savdığımızı düşündüğümüz için.
Çocuğumu bir saatliğine emanet etmeyeceğim, dükkânım olsa kasasına oturtmaya güvenemeyeceğim insanlar dünyayı ve ülkeyi yönetiyor. Susuyorum, hem de, susamam, diye bağırarak. İkiyüzlülüğün en pis çeşidi. İçim "barış, barış, barış" diye bağırırken susuyorum. Barış lafının altını doldurmam gerekiyormuş, efendim. Boş boş konuşmamalıymışız, efendim. Savaşın nidalarının bir defa bile altını dolduramayanlar söylüyor bunu. Hayalleri uğruna çocukları ölüme gönderip, hep kaybedenler, defalarca kaybedenler, güreşe doymayan, defaatle yenilmiş pehlivanlar söylüyor. Ama sonuç tatmin edici çünkü öyle bir oyun kurulmuş ki, herkes kaybettiği müddetçe, bizim de kaybetmemiz kabul edilebilir. Barışı sanki izin verdiniz de anlatabildim, altını doldurabildim. Sanki anlatınca dinlediniz, sanki dudaklarım aralanırken suratımın ortasına dev bir tokadı patlatmadınız. Gerçekten çözümlerimiz olduğuna sanki inanacaksınız. Aynı hatayı, yüzbirinci kez yapmak deliliktir dersem, sanki bileğinizi şöyle bir sallayıp, kesmeyeceksiniz lafımı. Sanki her dediğime olmayan art niyetler atfetmeyeceksiniz. Türlü mantık hilesiyle, söylediklerimin içinden olmayan manalar çıkarıp, samimiyetsiz okumalarla ne anlamak işinize geliyorsa, onu anlamayacaksınız. Bütün iyi niyetimi iftiralarınızda boğmayacaksınız. Bilgimi, uzmanlığımı, tarih çıkarımlarımı önyargılarınızın okyanusunda boğmayacaksınız. Sanki kelimelerim hedefine ulaşacak.
Okusam, araştırsam, dinlesem, anlatsam ne fayda? Ne fayda? Birilerinin bir yerlerde bir şeylerden kâr etmesi, paçayı kurtarması, kuyruğu dik tutması için, birilerinin de kurban edilmesi gerekiyordur. Birileri buna alet olmak, ucundan yemlenmek için yaşar, birileri de bu düzeni ayakta tutan yalanlara sarılmazsa, bütün dünya başına yıkılacak sanır. Geri kalanlarımız da susar. Susmayanlar dört duvar arasında. Çok afili tahlillerle vakit geçirebiliriz, bir şeyler söylüyormuş gibi konuşup, asıl meselelere, en asli meselelere dokunmadan. Kini, nefreti normalleştirenleri seyrederek. Ama ne cesaret! Cesaretin bedeli acıysa, korkaklığın bedeli de acıdır ama. Başınız ağrır, yüreğinize hançerler batar, omuzlarınıza ağırlıklar biner, yutkunurken boğazınıza düğümlenir. İnanmadığım hiçbir şey yazmadım, bugüne dek. Hiçbir yerde. Ama inandığım onca şeyi de yazamadım. Hem de yazamadıklarım, yazdıklarımdan hep daha güzeldi, daha saftı, daha temizdi, daha gerçekti, daha insancıldı.
Günün sonunda, ölen kim olursa olsun, "annesi kahrolmuştur" diye üzülürdü babaannem. Mutlaka buna üzülürdü, annesinden önce göçen birisinin haberini duyduğunda. Milliyetçiydi, evliya gibi bir insan da değildi ama kimliğine bakmadan annelere üzülürdü. Bu nadir bir şeymiş. Bana da ondan miras bu kaldı. Boğazımda bir yumruk kaldı miras olarak ama hanlara hamamlara da değişmem. Bunu diyebilmek isterdim bağıra bağıra. Herkese üzüldüğümü söyleyebilmek isterdim. Barış diyebilmek isterdim, demokrasi, sevgi, hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik diyebilmek isterdim. Biri olmadan, öbürleri de olmuyor ki. Herhangi bir zamanda değil, tam da söylenmesi yasakken, sakıncalıyken. Altını doldurmak için ne kadar isterseniz, o kadar yazmak, sormak, araştırmak isterdim. Ev ev, sokak sokak, yürek yürek söküp alabilmek için uğraşmak isterdim düşmanlığı. Yapamıyorum. Kalemimden dökülmeyen kelimeler içimde birikiyor. Ne yalan söyleyeyim, Suriyeli mülteci çocukları, Kürt çocukları, Türk çocuklardan, yoksul ve suç işleyen çocukları, bıçkın ve yoldan çıkmışları, nezih mahallelerin efendi çocuklarından daha az sevmiyorum. Bu, onların geleceğini de aynı derecede düşünmek, onlara gelen zarara aynı derecede üzülmek demek. Yüreğimde memleket var, doğruya doğru. Dünyanın hiçbir yerini, Çukurova’nın söğüt gölgesine değişmem, ama sınırlar yok, çizmek de istemiyorum. Bu da hainlikmiş. Kim hain olmak ister? Kendi çocuğumuz olmayanları, bizden olmayanların çocuklarını sevmekten vazgeçemiyorsak, onların acısına üzülmekten kendimizi alıkoyamıyorsak, susmayı öğreniriz. Gömüveririz yasımızı içimize. Yumruk yumruk taşırız boğazımızda. Çünkü o kadar cesur değiliz. Hain damgası yemektense, kendimize ihanet ederiz. En azından savaş naraları atmadım, en azından içim hiç kin dolmadı diye teselli etmeye çalışırız kendimizi. Sonuçta elimizden ne gelir? Gelmez mi?
Barış çok tehlikeli, çok. Herkese kazandırıyor, düşman bellediklerimize bile, dünyalığını savaştan edinen üç beş tacir hariç. Olmaz o zaman, olmamalı. Ah barışperverlerin de savaşperverler kadar cesur olduğu bir dünya kuramadık. İnsan canını her şeyin önüne koyamadık. Ellerimizde kişisel gelişim kitapları, topluca kaybettiğimiz haysiyetimizi, bireysel yolculuklarda bulmaya çalışıyoruz. Milyonlarca bir kişiyiz, milyonlarca yalnızız, milyonlarca tek başınayız, milyonlarca suskunuz, milyonlarca korkağız. İster plazalardan, lüks sitelerden, ister gecekondulardan, orta halli apartmanlardan geçsin yolumuz, hepimiz -ama mutlaka tek başımıza- cehennemin dibine yürüyoruz.