İnci Hekimoğlu
Linç
"Vatandaşlarıma özellikle sabrı tavsiye ederim. Fakat tabii bu sabır nereye kadar olacak? Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, hayatına kastederseniz, vatandaş kalkıp elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa o da kendisini savunma yoluna gidecektir."
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4 Kasım 2008’de yaptığı bu konuşmayı "üstlerine alınmalarından" olacak, pek çok ilde, tek ya da iki kişiye karşılık onlarca kişilik gruplar " kendini savunma hakkı"nı referans alarak bir dizi linç girişiminde bulundu.Saldırıların hedefi olan bazı yurttaşlar hayatını kaybetti.
Sakarya, bu iller içinde en çok vakayla öne çıktı. 2008’de DTP Kongresi’nin yapılacağı salon abluka altına alındı. Tıpkı Madımak’taki gibi saatlerce süren kuşatmada partililer katliamdan kıl payı kurtuldu. DTP’nin uğradığı saldırı sonrası, her linç olayında adları öne çıkan Alperen Ocakları ve saldırıya uğrayan DTP’lilerle görüşmek ve "neden" sorusuna yanıt bulmak için Sakarya’ya gittim.
Evet, Sakarya oldukça kozmopolit bir il. Çerkesler (üst kimlik), Boşnaklar, Gürcüler, Lazlar yoğunlukta. Maalesef Sakarya Alperen Ocakları Başkanı o dönem Abhaz’dı. Araya başka Abhaz büyükleri de soktuğum halde görüşmeyi kabul etmemişti.
Ama linçlerin adeta merkez noktası olan Çark caddesinde biraz dolaşınca gruplar halinde turlayan Alperenleri bulmak zor olmadı.
Taraf gazetesinden geldiğimizi öğrendiklerinden inanılmaz bir gerilim bulutu inmişti caddenin üstüne. Her köşe başında, her dükkanın önünde bir grup dikkatlice bizi izliyordu. Sanki biri parmağını şıklatsa, hepsi birden saldıracak gibiydi.
Jöleli punk saçlar, birbirinin aynı kot pantolon ve spor ayakkabılarla kendilerine özgü bir modanın takipçisi gibiydiler. Yaşları çok küçüktü. 15 ile 18 arasında değişiyordu.
Röportaj yapar gibi değil daha çok bir abla, anne merakıyla sohbet etmeye başlayınca, o gerilim ve tedirginlik kısa sürede yerini esprilere ve gülüşmelere bıraktı. Kolayca linç gruplarına katıldıklarını bile itiraf ettiler. Hatta çoğu zaman planlı olmadığını söylediler. Çoğunlukla vakitlerini Çark caddesinde tur atarak geçirdiklerini ve bir olay olduğunda linçci gruplara katıldıklarını anlattılar. Neyi niye yaptıklarını bile tam olarak bilmiyorlardı.
Hiçbiri eğitim hayatında değildi. Çoğu ortaokuldan terkti. İşsizlerdi ve iş aramıyorlardı. Geleceğe dair de hiç umutları yoktu. Son derece iç acıtan bir sözcükle tanımlıyorlardı kendilerini ki, bu tam da devletin yarattığı bir olguyu tarif ediyordu: "Biz deprem kuşağıyız."
Türkiye’nin pek çok ilinde görebileceğimiz işsiz ve umutsuz gençlerden oluşan bu kitleyi önce Ülkü Ocakları örgütlemiş, o yıllarda MHP ülkücüleri sokaktan çekince BBP’nin Alperenler Ocakları bu gençleri transfer etmişti. Muhalif örgütlenmeler ulaşamadığı için yöredeki milliyetçi/ırkçı örgütlerin verimli tarlası haline gelmişlerdi.
Tabii ki Sakarya’nın başka özellikleri de var. Malum JİTEM kurucusu Veli Küçük’ün görev yaptığı bu bölge, devletin özel çalışma alanı oldu. Sakarya Anadolu’ya geçişte önemli bir kapı olduğu gibi etnik çeşitlilik açısından da kaos çıkarmaya son derece uygun bir merkez.
Hrant Dink’i öldüren tetikçilerin de, yine Veli Küçük’ün görev yaptığı Trabzon’daki Alperen örgütünden devşirildiğini unutmamak gerek.
Aradan geçen 12 yılın yarattığı tek fark, bölgede ekilen ırkçılık ve milliyetçilik tohumlarının radikal İslamcılıkla aşılanmış olması. Nitekim son yıllarda Alperen örgütlenmesinden çok tarikatlarla öne çıkan Sakarya’da Uşşaki Tarikatı’nın çocuk taciziyle gündeme gelmesi tesadüf değil.
Yoksulluk ve işsizlik, pek çok ilde tarikat ve cemaatlerin temel besin kaynağı. İktidarın ihaleler, arsa bağışları gibi çeşitli yollarla büyüttüğü, holdingleştirdiği tarikatlar, yoksullara maddi destek vererek, müritlerin işe girmelerine aracılık ederek yayılıyorlar. Yoksul çocukları "eğitim" adı altında karın tokluğuna hizmetkar yaparak, cinsel istismarda bulunarak, cihatçı militanlar yaratarak her yönden sömürüyorlar.
Müritlerini iktidar için oy deposu olarak kullanıma sunduklarından devletin her kademesinde saygı görüyor, protokolde yer alıyorlar. Uşşaki Tarikatı’nın çocuk istismarcısı şeyhi Fatih Nurullah’a ilişkin soruşturma ve haberlere hemen gizlilik kararı getirilmesi istisna değil. Çocuğa yönelik istismarın tek bir çocukla sınırlı olmadığı, belki başka kirli ilişkiler ve işlerle de bağı olduğu ortaya çıkabileceğinden acilen gündemden düşürme ve kapatma derdindeler. Ensar Vakfı’nda, Aladağ yangınında olduğu gibi.
Nitekim tacizci şeyhine sahip çıkan müritlerinden Abdülkerim Erdinç, sosyal medya hesabından önemli bir gerçeği ifşa etti. Twitter hesabından "Polis, bekçi, memur yapmak için dindar adam lazım dediniz, yüzlerce yolladık; karşılığı bu muydu" diye sordu.
Radikal İslam’ın devletteki örgütlenmesini içeriden birinin açıklaması malumun ilanı olsa da, geçerli bir tanık ve kanıt. Uydurulmuş bir itirafçı kadar değer görür herhalde bir gün. Daha vahimi istismarcı şeyhin bir konuşmasında "Gezi olaylarını" örnek göstererek benzer bir toplumsal olayda müritlerinin saldırıya hazır olmasını söylemesi. Resmi müritler sivil müritlerle "milli beka" için hazırlıklılar. Belki de Kürt işçilere saldıranların "jandarma bizim arkamızda" diye meydan okumasının nedeni budur.
Sakarya’daki linç girişimlerinden, bugün utanç içinde andığımız 6-7 Eylül pogromuna süregelen devlet geleneğimize ilişkin son söz Tanıl Bora’nın "Türkiye’nin Linç Rejimi"nde kayıt düştüğü değerlendirmeler olsun.
"Neo-liberal güvenlik devletinin global süreci ile Türkiye devletinin ‘otantik’ geleneği pek rahat eklemlenmiştir. Modern devletin ilk evresini oluşturan geç-Osmanlı devletiyle devamlılık içinde düşünmemiz gereken Türkiye devleti mühim bir linç tecrübesinin birikimine sahiptir. Bu gelenekte yüzleşmeme/unutma/unutturma inadı vardır…
Nazi tecrübesiyle zelil benzerliğe de neo-liberal güvenlik devletinin analizine de ‘muhtaç’ olmaksızın linçin barbarlık sayılmadığı bir politik gelenekle yüz yüzeyiz. Örgütlülük ve yönlendirme ile, gevşeklik ve kendiliğindenliğin muğlak, gevşek bir bileşimi…"