Madenciye bitip tükenmez nankörlük!

Uzun Mehmet’in 1829 yılında kömürü bulmasının ardından üretimin başlatıldığı 1848’den günümüze dek 174 yıldır maden işçileri devlet güvencesinden yoksun, her daim ölüm tehdidi altında çalıştırıla geldi.

Türkiye, önceki gün, Amasra’da 41 madencinin katli üzerine yine kan ağladı… Devletin başındaki kişinin “Biz kader planına inanmış insanlarız” ifadesiyle sorumluluktan sıyrılmak istemesine rağmen ortada öyle kolay inkar edilemeyecek bir gerçek vardı. Uzun Mehmetin 1829 yılında kömürü bulmasının ardından üretimin başlatıldığı 1848den günümüze dek 174 yıldır maden işçileri devlet güvencesinden yoksun, her daim ölüm tehdidi altında çalıştırıla geldi.

Osmanlı’da öyleydi, cumhuriyette de öyle kaldı… Bir dönem Alman, Fransız, İtalyan sermayesi tarafından işletilen madenler el değiştirdikten sonra, yerli sermaye bu madenlerden muazzam kârlar elde etti, ama madencilerin çalışma koşullarının korkunçluğundan yana hiçbir şey değişmedi.

2. Dünya Savaşı bahane edilerek 28 Şubat 1940ta çıkarılan Milli Koruma Kanunu’nun koyduğu mükellefiyet kapsamında genç köylülerin gruplar halinde maden ocaklarına sevk edilmesi, mükellefiyetten kaçanların ise jandarma tarafından yakalandıkları anda silah zoruyla yaka paça ocaklara indirilmesi cumhuriyet tarihine en karanlık sayfalarından biri olarak geçti.

Savaş sona erdikten ve mükellefiyet uygulaması kalktıktan sonra da maden işçilerinin sömürüsü son bulmadı… Çok partili rejime geçilip sendikaların kurulduğu, Demokrat Parti’nin özgürlük vaatleriyle iktidar olduğu, 27 Mayıs darbesinin ardından yeni bir anayasanın yürürlüğe sokulduğu dönemlerde de maden işçilerinin güvencesiz durumunda elle tutulur bir değişiklik olmadı.

50 ve 60’lı yıllarda İzmir’de gazetecilik yaparken konu edindiğim yerlerden bende en buruk iz bırakanlardan biri de, 2000’li yıllarda 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma kömür madeni olacaktı…

O yıllarda Zonguldak havzasındaki madenlerde de yeraltı sömürüsü tüm yoğunluğuyla sürüp giderken, 60’lı yılların başında, onların hemen yakınındaki Ereğli’de bir yerüstü sömürüsü anıtı yükselmeye başlamıştı.

Menderes iktidarı döneminde Su İşleri Genel Müdürü olarak “barajlar kralı” ünvanını üstlenen Süleyman Demirel, 27 Mayıs darbesinden sonra Amerikalıların Morrison firmasına kapağı atarak 1962 yılında Karadeniz Ereğlisi’nde kurulacak olan Demir-Çelik fabrikalarının inşaatını üstlenmişti… Bu dev şantiyede işçiler son derece düşük ücretle, sosyal hizmet ve haklardan yoksun olarak çalıştırmaktaydı, ABD ile yapılmış ikili anlaşmalar uyarınca Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan şirketleri aleyhine dâva açılamadığı için bu sömürüye karşı hukuki bir mücadele verilemiyordu.

"Fukara Tahir" diye ünlü olan ve Türkiye İşçi Partisi’nin de Ankara il başkanlığını üstlenmiş bulunan Türkiye Yapı-İş Federasyonu başkanı Tahir Öztürk Morrison firmasının sömürüsünü protesto etmek üzere 12 Ağustos 1962’de Karadeniz Ereğlisi'nde, 200’ü aşkın sendika lideri ve temsilcisinin de bizzat katılarak desteklediği büyük bir miting düzenlemişti.

Ereğli’deki bu direnişi, üç yıl sonra, 1965’te, Zonguldak maden işçilerinin büyük direnişi izleyecekti.

Dönem, Türkiye İşçi Partisi’nin büyük bir hızla tüm ülke çapında örgütlenerek 1965 genel seçimine hazırlandığı, partiyi kuran devrimci sendika liderlerinin işbirlikçi Türk-İş’in otoritesini reddederek DİSK’in kurulmasına varacak yeni bir direniş sürecini başlattığı dönemdi…

Bir taraftan güvencesiz çalışma koşullarının devam etmesi, öte yandan patron yanlısı mühendis ve vardiya amirlerinin ücretleri sürekli artırılırken kendi ücretlerine hiçbir zam yapılmaması üzerine Zonguldak madencileri 10 Mart 1965’de kitlesel bir direniş başlatmıştı.

Direnişi bastırmak için bir jandarma birliğiyle bölgeye gelen Zonguldak Valisi, maden işçilerinin kurduğu barikatların önünde konuşarak direnişçilere işbaşı yapmalarını emretmiş, ancak öfkeli madencilerin kazma ve küreklerle üstlerine yürümesi üzerine jandarma geri çekilirken vali de kaçmak zorunda kalmıştı.

Ertesi gün Karadon işletmesine bağlı Gelik bölümünde 1500 maden işçisi gece vardiyasında ocaklara inmeyip grev başlatmış, hemen ardından direniş Kilimli ve Kozlu ocaklarına da yayılmıştı.

Bunun üzerine Zonguldak’ın bütün giriş ve çıkışları kapatılmış, resmi daireler tatil edilmiş, çevre illerden takviye jandarma birlikleri getirilmişti. Kent üzerinde jetler uçuruluyor, İçişleri Bakanı hoparlörden “Bunları yapanlar komünistlerdir, oyuna gelmeyin” diye bağırarak direnişi kırmaya çalışıyor, 70’ten fazla işçiyi de gözaltına aldırıyordu.

12 Mart günü daha da ileri gidilerek Kozlu’ya getirilen askeri birlikler işçilerin üzerine sürülecek, ateş açılarak Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar adındaki maden işçileri katledilecekti.

Kozlu maden işçilerinin tarihi direnişini 13 Mart 1965 tarihli Akşam gazetesinin birinci sayfasını tamamen kaplayacak şekilde “Üç maden ocağında 7 bin işçi ayaklandı… İşçilere ateş açıldı… Kara elmas kanlandı…” manşetiyle vermiştik.

Maden işçilerinin direniş ve örgütlenmesinin önemli dönüm noktalarından biri de, hiç kuşkusuz, 1975’te Yeraltı Maden İş Sendikası’nın kurulması ve 1975-80 yılları arasında Yeni Çeltek ve Aşkale madenlerinde özyönetim deneyimini başlatması olmuştu.

60’lı yılların ikinci yarısında Harun Karadeniz’le birlikte devrimci mücadelenin ön saflarında yer alan İstanbul Teknik Üniversitesi Teknik Okul Talebe Birliği (İTÜTOTB) başkanı Çetin Uygur, 70’li yıllarda Yeraltı Maden İş Sendikası’nın başkanı olarak başlattığı bu mücadele yüzünden 12 Eylül darbecilerinin hedefi olacak, DİSK ve Devrimci Yol davalarından 15 yıl hapse mahkum edilecekti.

Zonguldak maden işçileri, 1991’de yine tarihsel bir direniş başlatarak başkenti hedef alan Büyük Madenci Yürüyüşü’nü gerçekleştirdiler. Genel Maden İş Sendikası’na bağlı 100 bine yakın maden işçisi, 4 Ocak 1991’de aileleriyle birlikte Zonguldak’tan yola çıkarak Ankara’ya yürüyüşe geçmişti… Ancak Zonguldak-Ankara karayolunu 5-6 km boyunca doldurmuş olan kitlenin Ankara’ya girmesine sadece 8 kilometre kalmışken paniğe kapılan yönetim 7 Ocak’ta madencilerin önünü önü kestirmiş, emniyet kuvvetlerini üzerlerine saldırtarak 201 madenciyi gözaltına aldırtmıştı.

Maden işçilerinin çileli tarihinde asla unutulmaması gereken dönüm noktalarından biri de hiç kuşku yok ki, 13 Mayıs 2014'te Soma ilçesindeki kömür madeninde 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan faciadır.

Maden işçilerinin Türkiye’deki sömürüsünü, yaşadığı faciaları, uğradığı haksızlıkları anarken, gelişmiş Avrupa ülkelerine ucuz emek gücü olarak satılan Türkiyeli emekçilerin gurbetteki madenlerde yaşadıklarını da unutmamak gerekir.

Örneğin, Avrupa Birliği merkezi olan Belçika’nın madenlerinde çalıştırılan Türkiyeliler…

İkinci Dünya Savaşı’nda yıllarca Nazi işgali altında kalmış, ekonomisi çökmüş, özgürlüklerden ve insanca yaşam olanaklarından yoksun kalmış olan Belçika, savaş bittikten sonra ekonomiyi yeniden canlandırmak, başta demir çelik endüstrisi olmak üzere ağır sanayiin enerji gereksinimi sağlamak amacıyla Valon ve Flaman bölgelerindeki zengin kömür yataklarını tam kapasite değerlendirmek için “Conquête du charbon” (Kömürün Fethi) adı altında son derece iddialı bir programı uygulamaya koymuştu.

Ancak sık sık grizu facialarının yaşandığı kömür ocaklarına inmeyi göze alan yerli işçi bulmakta büyük sıkıntı çeken Belçika sermayesi çareyi işsizlik oranının yüksek olduğu başka ülkelerden işçi getirtmekte bulmuştu… İlk büyük işçi kafileleri İtalya’dan, Yunanistan’dan getirtilmişti...

8 Ağustos 1956’da arzın merkezine doğru bir kilometreyi aşkın derinlikteki ünlü Bois du Cazier kömür ocağında grizu patlaması sonucu 136’sı İtalyan olmak üzere 12 farklı milliyete mensup 262 maden işçisinin can vermesi üzerine, Belçika kapitalizmi kömürün fethini sürdürebilmek için başka ülkelerin emek gücü kaynaklarına baş vurmak zorunda kalmıştı..

Türkiye’den getirtilen işçi grupları derhal Flaman ve Valon bölgesindeki, galerileri yüzlerce metre derindeki kömür madeni ocaklarına indirilmişler ya da yerli işçilerin pek rağbet etmedikleri ağır sanayi ve inşaat ya da orman işletmelerinde görevlendirilmişlerdi.

Belçika işçi sınıfı tarihinin en ibretlik sayfalarından birini oluşturan madenlere Türkiyeli işçi devşirme operasyonunu daha 1964 yılında Belçikalı gazeteciler Jacques Cogniqux ve Pierre Manuel, Fransızca televizyon kanalı RTB’nin ekranlarında 1 Nisan 1964 günü yayınlanan 20 bin kağıda Türkler adlı bir belgeselde tüm dramatik yanlarıyla ortaya koymuşlardı.

Madenlerde ve inşaat işlerinde çalışan emekçilerin çilesi ve buna karşı verdikleri mücadeleler daha Türkiye’deyken basında ve sol örgütlerdeki çalışmalarımızda hep öncelikli konularımızdan biri olmuştu.

1967-71 arasında yayınladığımız Ant dergisinde de yurt dışında çalışan göçmen işçilerden çok sayıda okurumuz vardı, onların sorunlarını, kurdukları örgütlerin haberlerini ve duyurlarını geniş şekilde yansıtıyorduk.

1971’den sonraki sürgün yıllarımızda da Belçika, Almanya, Fransa ve Hollanda’daki göçmen işçilerle hep dayanışma ve dostluk içinde olduk, 12 Mart cuntasına karşı yurt dışında başlattığımız Demokratik Direniş mücadelesine büyük katkılarda bulundular. Belçika’da yakından tanıdığımız maden işçilerinden biri de, bugün halk müziği dünyasında ün sahibi olan Lütfü Gültekin’di.

1974’de Brüksel’de 12 Mart cuntasına karşı bir enformasyon gecesi düzenlemiştik. Geceye o sırada İsveç’te bulunan ve ilk 33’lük plağı“Türkiye’den Devrimci Türküler”i yayına hazırladığımız Zülfü Livaneli de çağrılıydı. Belçika Fransızca televizyonu RTB’nin Türkçe yayınlarını hazırlayan dostumuz Nazım Alfatlı da toplantıya elinde sazıyla bir arkadaşını, Lütfü Gültekin’i getirmişti. Mikrofon başına geçtiğinde kendisini tanıtırken Lütfü yüzlerce metre yerin dibinden çıkıp geldiğini açıklamış, ardından söylediği devrimci türkülerle de herkesi son derece duygulandırmıştı.

Brüksel Özgür Üniversitesi (ULB)’in araştırmacılarından Mazyar Khoojinian’ın verdiği bilgilere göre Belçika yeraltı madenlerinde çalışan Türkiyeli işçilerin oranı 1964’te yüzde 10 iken 1974’te yüzde 20’ye yükselmişti. 1963-66 yılları arasında Belçika madenlerinde meydana gelen ölümlü kazalarda yaşamını yitiren 218 madenciden 33’ü Türkiyeli işçilerdi.*

Ancak Belçika’daki tüm maden ocakları Avrupa Birliği’nin dayatmasıyla 1992 yılında tamamen kapatıldığı için Türkiyeli son madenciler de emekliye ayrılmış bulunuyor. Bir kısmı Türkiye’ye kesin dönüş yaparken, önemli bir bölümü de başta Brüksel olmak üzere Belçika’nın metropollerine yerleşmiş bulunuyor.

Sekiz yıl önce Soma’da, dün Amasra’da madencilerin maruz kaldıkları katliam karşısında, Türkiye’deki kardeşleri gibi, yurt dışındaki göçmenler ve sürgünler de büyük bir isyan halinde…

Ama biliyorum ki, isyanın en büyüğünü yaşayanlar, genç yaşta Türkiye’den kopartıldıktan sonra Belçika’da “20 bin kağıda” toprağın yüzlerce metre derinine inip kazma sallamak zorunda bırakılan madenci kardeşlerimdir… Madeni bizzat yaşamış halk ozanı Lütfü Gültekin’in sazıyla resmettiği madencilerdir:

Maden ocağının dibinde
Hava yok ışık yok
Besin yok karın yok
Oğlun bile yok
Bir sen varsın direnen…

* Mazyar Khoojinian, Les Turcs à la mine. L'immigration turque dans l'industrie charbonnière belge (1956-1970), Louvain-la-Neuve, EME éditions, 2018

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi