Meksika Milli Takımı mı bu?

Kanlı kültür savaşının son cephesi kadın milli voleybol takımı etrafında açıldı. Bu vesileyle bir kere daha vurgulayalım: Kadınlar vardır! LGBTİ+ bireyler ve kimlikler vardır! Translar vardır! Başkasına kendi kimliğini dayatmak hem saçmalık hem zulümdür.

Türkiye’deki kanlı kültür savaşının son cephesi kadın milli voleybol takımı etrafında açıldı. Medya ve sosyal medya bu cephenin çeşitli noktalarında çılgınca kapışmakta. Seçim kazanmış AKP ve müttefiklerinin ülkeyi tutuculaştırma pratikleri açısından küçümsenmeyecek bir konudan söz ediyorum. Bunun farkındayım. Önemli bir konu yani bu.

Öte yandan, bundan daha önce alkollü içki fiyatları hem enflasyon hem de enflasyondan bile önce başlatılan akıl almaz vergi yükü üzerinden çılgınca yükselir, İstanbul Valiliği zücaciye dükkânına girmiş filin parmak ucunda yürüyüp kendini belli etmeme çabasıyla her tür açık alanda içki kullanımını yasaklamaya çalışırken, kültür savaşı alınacak tepeyi önümüze koyuyor: Alkol mü diyeceğiz, içki mi? Alkol tüketimi sinsice ve adım adım yasaklanır, aynı sırada uyuşturucu madde kullanımı korkutucu boyutlara ulaşırken, laiklerle dindarlar bir amansız mücadele içinde kullanılacak sözcüğü belirlemeye çalışıyorlar.

Kadın voleybol takımının başarısı da, yine böyle geniş bir cephenin bir müstahkem mevkii ya da muharebenin sathı (yüzeyi) değil de, bir hattı (çizgisi) aslında. Fakat o tümsek ya da hat cephenin tamamıymış muamelesi görüyor. O zaman İstanbul Sözleşmesi, nafaka meselesi, el ele ilerleyen büyük aile ve LGBTİ+ karşıtlığı siyaseti görünmez oluyor. Voleybolcuların kıyafetinden Ebrar’ın eşcinselliğine ve dahi sosyal medyadaki Abdülhamid ismini taşıyan profile “boş yapma” demesi üzerinden, “haşa huzurdan, atamız canımız olmazsa olmazımız, milletimizin banisi, en ve de hakiki son Osmanlı Abdülhamid Han Hazretleri’ne hakaret mi etti o?!” kıyametlerine kadar çeşitli hop oturup hop kalkmalarla karşılaşıyoruz.

Kadın voleybol milli takımı hem kadınlardan oluşuyor, hem bunlardan biri Küba “kökenli”, hem de bir oyuncu açıktan açığa, açıklamaya cüret ede ede eşcinsel! Haydi Melissa Vargas Hanım bazı parlak zekaların kıvrak buluşlarıyla “tam bir devşirme” ilan edilerek, uygun biçime tahvil edilebildi diyelim. “Asli kadınlık görevleri”ni yerine getirmeyen bu hanımları da, işte önlerine gelen bilumum milletin takımlarını yenmeleri üzerinden idare edelim. En kötü durumda Türk’ün gücünü gösteriyorlar ne de olsa. Yani milli takımın iyisi erkek olur ama şu zor zamanlarda, hele ki yerel seçim öncesi bu durumu da kabullenmiş olalım. Fakat milli takımda, hemcinslerine ilgi duyduğunu saklamayan, eşcinsel olduğunu ilan eden bir oyuncunun varlığı! İşte bu olacak şey değil. Sen git Trans ve LGBTİ+ onur yürüyüşleri vesilesiyle İstanbul’un suyunu sık, asayiş ilmine heteroseksüel yaklaşımın zirvesini üretip dünyadaki diğer müttefik ve rakiplerine, ele güne ve de Putin’e homofobi nasıl olurmuş göster, ondan sonra her vurduğu smaç bir LGBTİ+ onur vuruşu haline gelen bir voleybolcu geçsin gözünün içine baka dursun, en küçük bir azar işitince “boş yapma” deyiversin. Zooorrrr bilader, çok zorrrr!!!!

TEMATİK İYİ DE, MESELE PROBLEMATİK

Hani yaşam biçimleri, tercihleri tehdit altında deniyor ya, bu yalan değil. Fakat eksik. Normali temsil etmeyen kimlikler modernite tarihinde hep baskılanmıştır. Batı Avrupa kaynaklı modernite ya da modernlik, 15. yüzyılda ortaya çıkışından itibaren ikili karşıtlıklara ihtiyaç duymuştur. İkili karşıtlığın bir tarafı olumludur, diğer tarafı olumsuz. En basitinden soralım: Gündüz mü, gece mi? Modernlik gündüzü tercih eder, geceyi tekinsiz ve tehlikeli görür. Ya da çiğ mi, pişmiş mi? Pişmiş olan tercih edilir. Bu masum görünüşlü karşıtlıklardan daha tehlikelilerine yürüyelim: Heteroseksüel mi, homoseksüel mi? Sünni mi, Alevi ya da Şii mi? Türk mü, Kürt mü? Erkek mi, kadın mı?

Tüm ikili karşıtlıklarda bir taraf normu oluştururken, diğer taraf sapma olarak algılanır ve kontrol altında tutulur, bunun için baskılanır. Aynı modernliğe bizim gibi sonradan dahil olan Doğulu ya da Avrupalı olmayan kültürlerde, bir “muasır medeniyet” tematiği vardır. İlerleme, akılcılık, bilimin yüceltilmesi, insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi temalar vardır orada. Fakat bir yandan da “biz”den, özümüzden kaynaklanan bir “problematik” vardır. Bize ait olan, evimize, harim-i ismetimize dahil olan değerler. Mesela o problematik üzerinden sanki sivilce çıkmış gibi davranılan ama aslında bile isteye gerçekleştirilen kamusal performanslar olan demeç ya da ifadelerle karşılaşırız. Örneğin kamuya bilgililikten öte bilgeliğin cisimleşmiş hali olarak sunulan bir figür çıkıp Türkiyeli denmesinden duyduğu rahatsızlığı ifade eder. Türkiyeli değil, Türktür o. Başkaları Türkçe edebiyat, Türkçe roman denmesinden çok rahatsız olur, bunu diyen yayınevlerine karşı boykot örgütlemeye çalışırlar. Bu problematiğin inançla, dinle, cinsellikle ilgili pek çok yansıması olacaktır. Problematik olmanın zirve yaptığı, kabul gördüğü, matah sayıldığı zamanlardayızdır ne de olsa.

ADAM, NEUZİBİLLAH, KADIN GİBİ DANS EDİYOR, AZİZİM

Hâlbuki, hayatın kendisi bu tür kısıtlamaların ötesindedir. Bugün kültür savaşları ve bunun üzerinden karşı tarafı silme, yok etme çabası sanki normmuş gibi gösteriliyor. Daha çok televizyon ve medya kanalına sahip olan, sesini duyurmak için her tür çamura yatabilen, her yalanı borazanları aracılığıyla ortaya üfürenler haklıymış gibi yapıyorlar. Değiller ama.

Nahit Sırrı Örik’in San’atkârlar öykü derlemesinde yer alan “Dansöz” başlıklı öyküsünü anmak istiyorum. İlk kez 1936’da tefrika edilen bu öykünün öykü zamanı 1919-1929 arası on yılda geçer. Öykü birinci tekil kişi bir ben anlatıcı aracılığıyla anlatılır. Anlatıbilim alanında geçerli olan bir kural uyarınca, bir anlatıda anlatıcının cinsiyeti belirtilmiyorsa yazarınkiyle aynı kabul edilir. Dolayısıyla anlatıcının da erkek olduğunu düşünebiliriz.

Fakat genç ve güzel bir kadın kılığına girerek İspanyol dansları yapan bir başkahramanı izleyen ve onunla ilgili bilgileri bize aktaran, tesadüfler üzerinden olsa bile bir tür dedektif gibi çalışan anlatıcı, sıradan bir erkek değildir. Çünkü sıradan ya da normal, dolayısıyla heteroseksüel erkekler, bu öyküdeki erkek dansçıya nasıl bakacaklarını bilemez ve en fazlasından göz ucuyla bakıp bir an önce kafalarını çevirmeye çalışırlar. Öykünün açıldığı Garden Bar’da assolist olarak, tüm kadın sanatçılardan sonra sahne alan dansçı büyük bir özenle makyaj yapıp giyinerek, mükemmel danslar sergiler. Buna rağmen, herhangi bir kadınsı özelliği ön planda olan sanatçılara büyük tezahürat gösteren erkekler dansçıdan uzak durmayı seçerler. Dansçıyı merakla izleyen tek kişi anlatıcımızdır.

Ne var ki, sahne dışında kel kafasını bile örtmeye çalışmadan, hiçbir kadınsılık sergilemeden dolaşan dansçı kısa bir süre sonra İstanbul ve ülkeden ayrılacaktır. Ondan sonraki on yıl anlatıcı, elinde olmadan, bu yaşını başını almış dansçının nasıl kötü yaşlanacağını, erkek cinselliği ve heteroseksüel arzunun belirlediği dünyada yaşlandıkça dışlanacağını ve sürüneceğini düşünür. Halbuki on yıl sonra gideceği Almanya’da bunun böyle olmadığını görecektir. Münih yakınlarındaki bir eğlence mekânında artık iyice yaşlanmış dansçıyla karşılaşan anlatıcı, önünde maddi durumu gayet düzgün bir burjuva görünce rahatlar.

Önce bir garsonla, sonra dört sene yaşlı dansçıya hizmet etmiş oda görevlisiyle sohbet eden anlatıcı, dansçının artık genç kadın dansçı rollerine uygun bulunmayınca villasına çekildiğini ve orada deliler gibi hizmetçisine ateşli dans gösterileri sunduğunu dinler. Elinde olmadan dansçının villasına gittiğinde, içeri girerken bir gürültü duyar ve gramofon çalınan bir odada dansçı kılığıyla yere düşüp ölmüş dansçıyla karşılaşır. Herhangi bir suçlamayla karşılaşmaktan korkan anlatıcı, villadan kaçıp Münih’e geri döner.

FANTEZİ MERAKLISI ZALİMLER

Bir hafta sonra gazetelerde okuduğu ayrıntılar, öykünün kapanışını belirlerken, başkarakterin dansçılığı kadar şaşırtıcı olacaktır: “Kendisi Meksika tâbiyetinde bulunduğu için cenazesini Münih’teki Meksika Konsolosluğu kaldırtmış. Fakat Meksika tâbiyetinde olmakla beraber İzmir’de, evet İzmir’de, İsveçli bir baba ile Belçikalı bir anadan dünyaya gelmişmiş. Ve bütün serveti dolar ve frank olarak villasında bir dolapta saklı bulunmuş. Hiçbir akrabası meydana çıkmazsa, paralar Meksika hükûmetine ait olacakmış.” (San’atkârlar, s. 216)

Heteroseksüel dünyanın bir arzu meselesi haline getirdiği dans dünyasına, sadece girdiği görünüm ve o görünüm eşliğinde gerçekleştirdiği performans açısından bağlı olan bir karakter. Normallik açısından bir anomali. En yaşlı olduğu anda bile bir takıntı halinde genç kadın dansı performansını, bir izleyicisi yoksa bile en mükemmel biçimde tekrar etmeye çalışıyor. Bunun dışında bağlı olduğu hiçbir etnik, cinsel ve inançsal kimlik yok. Bağlı olduğu, değer verdiği şey yolunda yaşıyor ve ölüyor. Geride şaşkın şaşkın cenazeyi defneden ve mirası almaya hazırlanan bir Meksika konsolosluğu kalıyor. Her tür belirginliğin ve ayrıştırmanın önemsizleştiği bir nokta. Dansçının hayatı, ölümü ve başlığıyla bile okuru ters köşeye yatıran bu öykü heteronormativiteye bir nanik niteliğinde.

Öte yandan bunu fark eden ve anlatılaştırarak bize sunan anlatıcı, aynı zamanda bir yazarsal anlatıcı. Gerçek bir edebi figür olan Nahit Sırrı Örik’i temsil ettiğini düşünebileceğimiz bir anlatıcı. Kendi hayatında da cinsel yönelimi yüzünden ayrımcılığa maruz kalan bir yazarın anlatıcısı. Ve bu anlatıcı bize içinde yaşadığımız normalin acayipliğini, sıradanlığın ne kadar fantastik olduğunu gösteriyor. Öykünün daha pek çok önemli ayrıntısı var. Bunlara burada girmek mümkün değil. Fakat bu öykü bize kalıpların, aynı zamanda kötü kurmacalar olduğunu gösteriyor. Böyle iyi edebiyat örnekleri, siyasetçilerin ve baskıcı muktedirlerin nasıl kötü kurmacalar ve fanteziler kurduklarını, bunları gerçek olarak pazarlamak için nasıl kendilerini paraladıklarını bize göstermekte.

Bu vesileyle bir kere daha vurgulayalım:

Kadınlar vardır!

LGBTİ+ bireyler ve kimlikler vardır!

Translar vardır!

Başkasına kendi kimliğini dayatmak hem saçmalıktır hem zulümdür. Herkesin kendi olma, kamusal alanda kendi kimliklerini ortaya koyma hakkı vardır ve bu doğrultuda davranmakta özgür olmalıdır.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi