Fadıl Öztürk
Mülteci olmak
Mültecilik, kendisinin başlatmadığı ve kendisinin bitiremeyeceği bir savaş alanını terk etmek midir? Güvenle içinde yaşamak için daldan düşen yaprak gibi kendini dünyanın boşluğuna bırakması mı? Yoksa bedenini ölüme, açlığa, kovulmaya, aşağılanmaya ve horlanmaya hedef tahtası yapması mıdır? Sahi nedir mültecilik?
Soykırım nedeniyle insanların yaşadıkları yurtlarından mecburi iskâna tabi tutulmasına sürgün; yaşadığı yerden başka yere isteğe bağlı gidilirse göçmen ama savaş zulüm gibi sebeplerden kaçıyorsa sığındığı ülkede mülteci olunur.
Yaşadığı ülkeden kaçmaya mecbur kalmak bedeli çok ağır ödenerek dünyanın sınırlarına dayanmaktır. Ki, o sınırlar geçenlerin değil dünyayı daha çok sömürü için işgale çıkanların çizdikleri sınırlardır. Daha çok kâr, daha vahşi sömürü için sermayeleri sınır tanımazken, insanların kendine verilmiş hayatı ayakta tutma çabasına sınırlar koyan yine onlardır.
Mültecinin her gece başını yastığa koyup uyuduğu yastık değil taştır. Ayazda donmadan, denizlerde boğulmadan varmak istedikleri yerde elinden alınmış hayatı sürdürme çabasıdır peşine düştükleri. Özenle dokunmuş kumaşlardan dikilmiş vitrinlerde alıcısını bulsun diye sergilenmeyendir mültecilik. Dünyanın bütün sınırlarında onları bekleyen devlet şiddetinin sergilenmesidir vitrinleri. Vardıkları her sınırda o yurtsuz, o ekmeksiz ve geleceksiz insanlara giydirilen zulümdür. Bu durumda kalanları terk etmeyen, başlayıp da bir türlü bitmeyen kederdir mültecilik.
Uyunmamış uyku, gülmeyi yurdunda bırakmış yüz, bitmeyen açlık, gitmekle bitmeyen yoldur. Yurdunda yaşamak kendilerine zehir edilenlerdir. Mültecilik bir meslek değildir, yerini bir başka iklime bırakan mevsim de değildir, bütün insanlara yaz gelse de yurtsuzların içinden bir türlü çıkamadıkları kara bir kıştır. Her devletin milli duygularına çarptıkça nefreti besleyen dünya çaresizliğidir mültecilik.
Huzurla uyanarak günü karşılamak savaş meydanlarında bırakılmıştır onlar için. Ölümün her türlüsünün gelip o insanların kapısına oturmasıdır. Hayatın devlet çıkarları için sudan ucuz hale getirilmesidir. O noktadan sonra ne uzanmış el yetişir onlara, ne bağırılmış ses. Can çekişen insanlık olarak bırakılırlar cadde ve sokaklara. Onların cesetleriyle yatar, onların haberleriyle evden işe işten eve gider geliriz. Koca dünyada yersiz yurtsuz kalmak başına gelmedikçe insanın asla anlamayacağı dramdır. Çölde bir damla suya muhtaç, çatlamış dudak gibi dursalar da dünyanın yüzünde kimsenin bir bardak su uzatmadığı haldir.
Toplanıp çıkarılarak içinden çıkılacak bir hesap da değildir mültecilik. Her durumda kara tahtada elde kalan sayı olmaktan öteye gidemezler. Hangi sınırları aşıp geçmiş olurlarsa olsunlar, hangi ırktan olurlarsa olsunlar, vardıkları her ülkede kendileri olunca sesleri, sesleri olunca bedenleri olmayan bir sanki olarak yaşarlar. Bütün kapılar yüzlerine kapanır onların. Kahırla yaşadıkları her günden alacaklı, terk ettikleri yurtlarına borçlu kalırlar. Her gece başlayıp da bir türlü bitmek bilmeyen bir ölüm karanlığıdır onlar için. Bütün sınırlarda sınırsızlığın acısını çekerek bekletilirler. Ömürlerini dişlerinin arasında taşırlar. Vazgeçmişler kendilerinden, çocukları olmasa.
Bütün bu aşağılamanın ne zaman biteceğini biliyorum, elimle koymuş gibi başından hiç ayrılmadan ömrümce nöbet tutmuş gibi biliyorum. Gökten gözyaşı indirerek rüyalara yatmaya hiç gerek yok. Birbirimizin yaralarından öpeceğiz. Tıpkı iki çocuk oynarken biri düşüp dizini yaraladığında diğerinin eğilip arkadaşının yarasından öpmesi gibi.
"...
göçse bile yurdundan
doğduğu yerde kalıp serseri gibi dolaşan
ruhudur insanın bir türlü yaşlanmayan
..."
Görsel : Fadıl Öztürk