Deniz Durukan
Ölümsüz olan türkülerdir
Zeyn’el âşık-ozan geleneğinden gelen yeni nesil bir müzisyen. Son çalışması Divan & Divine geçtiğimiz günlerde İngiltere’deki plak şirketi ARC’den çıktı. Konsept bir çalışma olan Divan’ın ana meselesi Adalet.
Dünden bugüne âşıklık geleneği içindeki türkülerde adalet kavramının izini süren Zeyn’el, Pir Sultan Abdal, Köroğlu ve Şah Hatayi’nin türkülerini yeniden düzenleyip, farklı bir anlayışla yorumluyor. Zeyn’el’in kendi türkülerinin de olduğu bu çalışmada kalabalık bir kadro ona eşlik ediyor.
Albümde hem düzenlemelerde hem de enstrümanlarda Ergin Kandemir, Özer Ateş, Burak Taşdemir, Canay Doğan, Merih Aşkın, Banjoe Danger, Kerem Can Aslan, Onur Şekercioğlu, Çisem Soylu, Yarkın Sezgin, Berk Falay, Deniz Ünsal, Belma Oğul gibi müzisyenler yer alıyor. O halde Zeyn’el’e kulak verelim, Divan bize ne aktarıyor…
Yeni albümün Divan& Divine tematik bir çalışma. Adalet kavramı, bu albümün asıl meselesi. Türküler de bu tema üzerinden kronolojik olarak dünden bugüne sıralanıyor. Adalet temasını seçmenin özel bir nedeni olmalı.
Evet, adalet bu albümün çıkış noktası. Bir süredir Rezonans adını verdiğim tematik albümler üzerine çalışıyorum. Bu seriyi yayınlarken türkülerin derinliklerini aktaran felsefi metinler de yazmıştık. İngiltere’deki ARC plak şirketi benimle irtibat kurdu ve yine tematik bir çalışma istedi.
Biz de Selim Seven arkadaşımla düşündük ve “adalet” temasına karar verdik. Bu fikir onlara ilginç geldi. Sizin iktidar partisinin adında adalet var, muhalefet partisi de adalet yürüyüşü yaptı, dediler. İşin özü, 14. yüzyıldan günümüze kadar, adaleti ve adaletsizlikleri konu alan türküleri ele aldım, yeniden düzenledim.
Albümde, çok belirgin olmasa da, yer yer kendini hissettiren bir su metaforu var. Âşıklık geleneğinde de su, diriltme, hayat verme gibi anlamlarda kullanılıyor, değil mi?
Su metaforunu duymak benim için çok ilginç, etkileyici oldu. Suyun değişimle olan ilişkisi dünyada felsefecilerin de ilgilendiği bir konu. Heraklitos’un suyu zaman ve değişim kavramlarıyla birlikte ele almasından çok etkilenmiştim.
Bir süre önce, bahsettiğim tematik albümlerde kendime rehber aldığım Ruhi Su için düzenlenen bir sempozyumda da “Su, Değişim ve Anadolu Kültürü” üzerine konuşmacıydım. Aslında, bu albüm için, tema olarak su kavramını da düşünmüştük. Özellikle de, önümüzdeki süreçte dünyayı bekleyen su krizi nedeniyle. Ancak adalet kavramı ağır bastı.
Adalet teması zaten âşıklık geleneğinin bir parçası. Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Köroğlu, hepsi de beylerin, dönemin yöneticilerinin adaletsizliklerine baş kaldırmışlar. Köroğlu’nun türkülerinde adalet temasıyla beraber su vurgusu da görülüyor. Sanki suyun köpürmesi, dirimi, cesareti ifade ediyor.
Evet Köroğlu’nun türkülerinde su metaforu var. Suyun köpürmesi, adalet arayışında cesareti, yiğitliği köpürtecek, güç verecek bir unsur olarak kullanılıyor. Bu albümde yer alan, söz ve bestesi bana ait olan ‘Sevmedi Beni Sevmeyi’ adlı türküde, bu dönemin hak arayışını, kadına yönelik şiddeti ve kadın mücadelesini anlattım, yani süreci 21. yüzyıla taşıdım.
Bu türküde de su metaforu var. Şiddete maruz kalan insanı balık olarak tasvir ediyorum. Türküdeki özne kendini balık, düzeni de dolandığı ağlar olarak dillendiriyor. Kültürlerin, maruz kaldıkları şiddetin üstesinden gelebilmesi, toplumsal yapının daha iyi devam edebilmesi için kendilerine uygulanan şiddeti unutmaması gerekiyor. Ne yazık ki unutuyoruz. Balık hafızası da bu anlama geliyor. Ağlara dolanan balığın uğradığı şiddeti unutmasına kültürel bellek yitimi deniliyor.
Âşıklık geleneğinde su, ölümsüzlük arzusunu da içeriyor, kahramanlıkla da özdeşleşiyor. Nedir insandaki bu ölümsüzlük arayışı? Ya da su mertebesine ulaşma arzusu?
Ölümsüz olan türkülerdir. Türkülerin serüveni yüzyıllar öncesine dayanıyor, temellerinde büyük mitolojiler, arketipler yatıyor. Orta Asya Paganizminden, Şamanizm’den, Budizm’den gelen öğeler var türkülerde.
Özellikle Türkmen-Alevi deyişlerinde çok fazla rastlıyoruz buna. Anadolu kozmolojisinde de, tasavvufta da sonsuzluk, (panteizmde olduğu gibi) bütün dünyanın su gibi aktığı, çark gibi döndüğü bir evreni, doğayı temsil ediyor. Biz de bunun içinde can bulan insanlarız. Doğanın, yaşadığın zamanın hakkını vermek, o sonsuzluğun keşfine varmak gibi geliyor bana. Özellikle türkü söyleyen biri için, bir türkü aktarıcısı olmak bile türkülerin sonsuz döngüsüne hizmet etmek anlamına geliyor.
Aslında, sonsuzluğa hizmet etmenin kendisi, sonsuz olma biçimlerinden biridir. Her türkü söyleyen, bir şekilde bu sonsuz döngünün içine karışmanın hazzını yaşar. Ya da sonsuzluğun aktarıcısı olur. Sanat, sanatçı, filozof, sonsuz olma çabasındadır. Ama bu, dünyaya kazık çakmak değil, daha soyut, daha büyük bir döngüye hizmet etmek anlamına geliyor.
Âşık Veysel ‘kalacaktır gök kubbede ses kadim’ diyor. Belki de dünyada kaybolmayacak tek şeydir ses. Bizim kulaklarımıza çalınan kaç bin yıllık sesler, kelimelerin, müziğin içine işlenmiş. Belki de sonsuzluğun formülleri orada. Yiğitlik kavramının da, sonsuz iyiliği işaret etmek açısından öyle bir davası olabilir.
Albüme adını veren Divan kavramı hakkında da biraz konuşalım. Divan ve divane arasında ince bir çizgi var. Biri yüce makama çıkmak, adaletin tecelli etmesinin aracı; diğeri delirmek, aklını yitirmek. Senin bu çalışmanda bu iki kavram iç içe geçiyor. Bir yanda adalet isteğiyle makama çıkmak, diğer yanda aşk uğruna kendini yitirmek…
Albümde yer alan ‘Ne Feryad Edersin’ türküsünün konusu bu. Albümün genel temasına dair de önemli bir detay. Divan, adaleti temsil eden yüce mahkeme anlamına geliyor, İngilizcedeki ‘Divine’ kelimesinin anlamı da yüce, ilahi.
Bize Farsçadan geçen bu kelimenin İngilizce ’de de benzer şekilde tınlaması bana ilginç geldi. İçimdeki bir hisle Büyük İngiliz Sözlüğü ’nde Divan kelimesini aradım.
Açıklamada Osmanlı döneminde, Türkçe ve Farsça kökenli bir kelime olarak İngilizce ’ye geçtiği yazıyor. Bu yüzden Divan, albüm adı olarak İngilizlerin de ilgisini çekti. İngilizcede Divine, ilahi, yüce anlamından dolayı tanrıyı, tanrısal olanı da kapsıyor, bizde ise albümün diğer önemli kavramlarından olan hak, hem tanrı hem de adalet anlamına geliyor.
Bir de aşktan deli divane olmak var. Türkülerden birinde divane kelimesine de değinmek istediğimden, aklıma ‘Ne Feryad Edersin Divane Bülbül’ türküsü geldi. Bu türküde ‘bu dünyada ermezsen murada huzuru mahşeri divana kalsın’ diyor. Âşıklar da adaleti, sevgiliyle buluşmayı öteki dünyaya bırakıyor. Mitolojilerde de, türkülerde de, genelde bu dünya âşıkların buluşma yeri değildir.
Köroğlu Bolu Beyine, Pir Sultan Abdal Hızır Paşaya baş kaldırıyor. Bugüne baktığımızda, yüzyıllar sonra da Hızır paşaların, Bolu Beylerinin devrinin hiç bitmediği, hak arayışının hala temel mesele olduğunu görüyoruz.
Dünya tarihindeki belki de en değişmeyen mesele, haksızlık ve onun karşısındaki adalet arayışı. Heraklitos “Aslında dünya adil bir yer, insanın dünyası adil değil, “der. Adaletsizlik büyük bir sorun ancak bizim gibi hareketliliği, konar göçerliği fazla olan toplumlarda adalet daha önemli bir kavram haline geliyor.
Sanırım bizdeki adalet meselesinin kökeni 10., 11. yüzyıla dayanıyor. Türklerin yerleşik hayata geçtiği, İslam’ı seçtiği ya da seçmek zorunda bırakıldığı dönemlere bakmak gerek. Bu geçişle birlikte, Türk devlet yapılarının karakterinde farklı davranış modelleri ve farklı bir etik beliriyor. Türkülerin teması da değişiyor.
Kendime şu soruyu da sordum; konar göçerliğin adalet derdi mi daha büyüktür, yoksa yerleşik olanın mı? Galiba adalet yerleşik olanın problemi. Büyüdükçe, genişledikçe, kentleşmeye gidildikçe, farklı toplumlar bir araya geldikçe hak talebi, hakkın çeşitliliği konuları daha yoğun biçimde ortaya çıkıyor. Albümün ilk türküsünde adını geçirdiğimiz, derisi yüzülerek öldürülen Nesimi’de, Şah Hatayi’nin ‘Ela Gözlüm Pirim Geldi’ türküsünde bunu daha açık biçimde görüyoruz.
Şah Hatayî’yi de konuşalım mı?
Şah Hatayî (Şah İsmail) şair olarak biliniyor ancak o günkü Safevî devletinin de kurucusu, hükümdarı. Karşı taraftaysa Yavuz Sultan Selim var. Yavuz Sultan Selim döneminde Pir Sultan Abdal idam ediliyor.
Şah Hatayî’nin erenlerinden, savunucularından biri olduğu için öldürüldüğünü biliyoruz. Bize Fars-Türk ya da Fars-Osmanlı savaşı olarak anlatılan şey, aslında Türkmenlerin iktidara geçip geçmeme meselesi. İnternette bir araştırma yaptığınızda Safevî devletinin Türkmen olduğunu anlarsınız. Resmi tarih bize bu devletin Türkmen olduğu söylemiyor.
Şah İsmail’in Fars İmparatoru olduğunu söylüyor. Türkiye pek çok kültürün, medeniyetin bir arada olduğu, zengin bir coğrafya ama ötekileştirme bitmiyor. Birinin çıkıp Türkiye’nin yüzde ellisini Türk olmamakla suçladığı bir dönemden geçiyoruz. Burada kimlik savaşından ziyade ötekileştirmeye çalışılan insanlar var.
O yüzden, Pir Sultan Abdal’ın ‘Ben burada öteki değilim, ben de bu dünyada yerliyim” dediği türküsünü, ‘Ben de Şu Dünyaya Geldim Sakinim’i koydum albüme. Alevi-Türkmen geleneğinden gelen biri olarak kendimi bu kültürün ötekisi zannederken, bu albüm boyunca bir iyileşme yaşadım. Hayır, ben bu dünyanın, bu kültürün bir sakiniyim. Umarım bu albüm böyle bir adalet tartışmasının tetikleyicilerinden olur.
Türküler üzerinden değişimi okumak mümkün. Yerleşik hayata geçiş, İslamiyet’in kabulü gibi faktörler mekânsal bir değişime de neden oluyor. Mesela 15., 16. yüzyılda, Pir Sultan Abdal’ın yaşadığı dönemde tekkeler ön planda. Tekkeler, dini önceleyen bir âşık geleneğinin mekânsal boyutunu oluşturuyor.
Sonraki dönemlerdeyse, kahvehaneler âşıklık geleneğinin mekânı. 20. yüzyıla geldiğimizde, özellikle 50’li yıllardan itibaren başlayan köyden kente göçlerle, âşıkların mekanları yeniden değişiyor. Âşıklık geleneğinde önemli olan bir arada, yüz yüze olmak, modern zamanlarda radyolar, TV’ler aracılığıyla başka bir boyuta taşınıyor.
Dolayısıyla türkülerin konuları da bu doğrultuda şekilleniyor. Göç, sıla, yabancılaşma, geçmiş, yoksulluk, kentlerdeki sorunlar gibi meseleler türkülere yansıyor. 60’ların ikinci yarısı ve 70’lerdeyse âşıklık geleneğinde muhalif söylem, politik olarak tekrardan güçleniyor. 80’ler ve 90’larda özgün müziğin yaygınlaşması ve kültürel değişimle beraber âşık müziği yavaş yavaş etkisini kaybediyor. Bugüne geldiğimizde çok farklı bir yapı var artık. Yeni nesil bir müzisyen olarak bu değişimi nasıl değerlendiriyorsun?
İTÜ’den hocam Süleyman Şener “Türküleri aktaranın, yazanın, söyleyenin kim olduğunun bilinmediğini, onu türkü yapan şeyin de bu özellik olduğunu,” söyler. Burada, anonim olmaktan söz edilmiyor. Mesela Pir Sultan Abdal mahlasını kullanan birçok kişi vardır.
Yeni dönem yazılan eserlere, yine Süleyman Şener’in yorumu ekseninde bakarsak, mesela Mahzuni’nin yazdığına, söylediğine türkü değil, ‘türkü tarzı eserler’ dememiz gerekir. Ama biz bunu kolaylaştıralım ve hepsine türkü diyelim.
Dediğiniz çok doğru. 70’lerde ABD karşıtlığına varan türkü tarzında eserler veriliyor. 90’larda artık romantizm ve kaybetmiş olmanın getirdiği hüzün, 80 darbesinin yarattığı acı, aşkla birleşip özgün müzik tarzında ama âşık geleneğine yakın durarak seslendiriliyor. Ben, âşık ozan geleneğini sürdürmek niyetinde olan biriyim.
Çocukluğumda âşık ozan geleneğiyle tanıştım, etkilendim. Anadolu kökenli, Erzincanlı biriyim ama Beyoğlu’nda büyüdüm. Bu bende güçlü bir sentez oluşturdu.
Lisedeyken rock kültürüyle tanıştım. O müzikteki isyan duygusuyla âşık geleneğinin özündeki isyanın, başkaldırışın birbirine yakın olduğunu fark ettim. Amerika kıtasının banjo, ukulele gibi folk enstrümanlarıyla, rock müziğin İngiltere ve ABD folkundan taşıdığı izlerle Anadolu’daki motifleri birleştirmeye başladım.
UMUT TAM DA BİR ÖTME BİÇİMİ
Amerikan sazları kullanman bana ilginç ve yenilikçi geldi. Ya da türküleri yeni düzenlemelerle modernize etmen diyelim. Bu, aslında içinde bulunduğumuz çağın melez anlayışına da denk düşüyor. Post-modern bir tavır mı bu?
Türkülerde Anadolu motifleri var ama Bolu Bey’i banjoyla ve ağız kopuzuyla Orta Asya’nın esintilerine doğru yol alıyor. Şu anda albüm dünya basınına dağıtıldı. İngiltere’deki plak şirketim ARC ‘den güzel geri dönüşler aldım. ABD’deki bazı eyaletlerde de çalınmaya başlanmış.
Genellikle bize ait olan sazı biliyorlar ama bilmedikleri şeyler de var. Bunun, önemli bir etki yarattığını düşünüyorum. Nasıl biz yabancı bir müzisyen, bize dair bir makamı veya sazı şarkısında kullandığında farklı buluyorsak ve öyle dinliyorsak, bu albümün de onlarda bu tarz bir etki oluşturduğunu sanıyorum. Evet post-modern bir tavrı barındırıyor bu çalışma. Pek çok farklığı, denemeyi müziğime dahil ettiğim için merkeziyetsiz ya da çok merkezli bir yapı kurduğumu söyleyebilirim.
Âşıklık geleneğinde öze dönme meselesi teklik değil, çokluk olarak yansıyor. Özellikle Pir Sultan Abdal’da bu düşünce baskın. “Teklik değil, çokluk” düşüncesi, senin çoğulculuk anlayışınla nerede birleşiyor?
Bir olmakla aynı olmak farklı şeyler. Gerçekten de Pir Sultan Abdal’da, Alevi -Türkmen geleneğinde, tasavvufta gördüğümüz, kökeninde Şamanizm, Panteizm olan, Doğu’dan, Orta Asya’dan, Anadolu’dan gelen bir yolculuk var.
Çoğulculuk dediğimizde, evet post-modern bir söylemden söz edebiliriz ancak tek olmayla çok olmak; ama çokla birlikte, çoğunlukla birlikte ‘bir’i oluşturmak, tam da âşık Daimi’nin türküsündeki “kainatın aynasıyım madem ki ben bir insanım” dediği şeye tekabül ediyor.
Burada söz konusu olan, insanın kainatın, bütünün, bir’in aynası olması ama bütün o aynaların bir sürü aynanın, bir sürü kıvılcımın, büyük bir ateşin parçası olması. Alevi-Türkmen geleneğinin, âşıklık ve tasavvuf geleneğinin kökenlerinde olan bir inanç bu.
Bunu iddia etmek kolay değil elbette, çünkü kaynağı, kitabı yok. Ama inanç yöntemi olarak bildiğimiz bir şey var: Dört kapı kırk makam geleneği. Cengiz Çakmak hocam, “Hristiyanlıkta kilise ihtişamlı bir yerdir ve tek kapısı vardır. Cami kültüründe, özellikle büyük camilerde birkaç kapı yapılmaya çalışılır.
Kapı camiye giriş ve yaklaşma yeri olarak karşısındakine bir seçenek olarak sunulur,” der. Ben de İngiltere’deki plak şirketime dört kapı kırk makam kavramını açıklarken, Yahudilikteki on yasağa, on emire benzediğini söyledim. Ama bir inanç yöntemi, bir yaşam biçimi olarak önerilen dört kapı kırk makamda, yapılmaması değil, yapılması gerekenler yer alır. Dört kapı vardır. O dört kapıdan hangi makama ulaşacağınız sizin seçiminize bağlı.
“Kendini bil”mek mi bu?
Evet, ‘kendini bil’ konusuna ulaşılıyor buradan. Ben de kendi bildiğimi, kendi kültürümü, geleneğimi dünyaya anlatmaya çalışıyorum. Tüm dünyayla beraber bunu anlamaya başladığımızda, ‘kendini bil’ kavramının Antik Yunan’da da, Anadolu kültüründe de karşılığı olduğu görülecek.
Sokrates’in bildiğinden vazgeçmeyip, ölümü kabullenip idam edilmesiyle “dönen dönsün ben sözümden dönmem” diyerek ölümü kabul eden Pir Sultan’ın buluşmasının temelinde, adil olana ulaşma isteği yatıyordu. Adalet zaten entelektüel bir sorumluluk. Bu yüzden âşıklar o yüzyılların hem entelektüelleri, hem siyasileri hem de müzik insanlarıdır.
Umut ve iyimserlik duygusundan söz ediyorsun albümdeki açıklamanda. Umut duygusunun pasifize eden bir yanı da yok mu? Ben zaman zaman umudun bizi oyalamak için önümüze atılmış bir yem olduğu duygusuna kapılıyorum. Bu dönemin karanlığı umudu parlatmıyor artık.
Çevremdeki herkes bu durumda. Dünya biraz böyle bir yer. 13. 14. yüzyıllarda adalet arayışından dolayı derisi yüzülmüş bir ozan varsa, yakın tarihimizde öldürülen ozanlar, âşıklar varsa ya da tedavi olabilecekken ölüme mahkum edilen Ruhi Su varsa, yüzyıllardır ne değişti, diye düşünebiliriz.
Oysa aşk gibi, adalet gibi, umut gibi kavramlar, insanın zaten hep peşinde koşacağı, koştukça da kendinden uzaklaşan şeylerdir. Zaten saf bir adalet, bir idea olarak bahsedilen adalet, yeryüzünde hiçbir zaman olmayacak. Daha iyi bir dünya arzusunu, umudunu hep içimizde taşıyacağız ama iklim krizinin eşiğindeyiz, uluslararası şirketler tarafından yönetilen, devletlerin bile dışında kaldığı, bir tür şirket organizasyonuna dönüşen bir dünyada yaşıyoruz.
Bu bir simülasyon, biz de içindeki oyuncularız. Attığımız oydan bile emin değiliz. Sahiden bir seçim yapılıyor mu, bu bile tartışılır. Böyle bir dünyada aradığımız şeylere ulaşmamız mümkün mü? Mesela, mükemmel insan olmak mümkün mü? İnsan, zaten eksikleriyle birlikte var.
Mükemmel bir dünya, mükemmel bir adalet de mümkün değil. Dünyanın kendisi bir umutsuzluk yeri. Bir kere ölüm diye bir gerçek var. Sevdiğin birini kaybetme ihtimalini, her an ölebileceğin ihtimalini bilmek bile yeter. Bu yönüyle kötü bir dünya. Diğer yandan, bir gün daha yaşayabilme ya da anneni bir gün daha görebilme ihtimali de var. Aslında umudun pasifize bir duygu olması, bunu eyleme dönüştürmemekle ilgili. Mahzuni Şerif’in dediği gibi, ‘Bu viran dünyaya ötmeye geldim.’ Umut tam da bir ötme biçimi bence.