Ortadoğu: Biten savaş, başlayan savaş...

Ortadoğu’da ufukta görünen bir istikrar yok. Vekalet savaşının önümüzdeki dönem İran’a ihraç edileceği, siyasal çözüm süreçlerinin ise yeni Sykes Picot'a kadar zamana yayılacağı görünüyor.

Ortadoğu’da sorunlardan biri ‘çözülüyor’ gibi görünürken diğeri başlıyor. Şu günlerde de IŞİD’in beli Suriye’de kırılıp sahadan sürülmesi artık an meselesi iken, Musul işgaliyle Ortadoğu’da büyüyen IŞİD Musul’dan temizlenirken bu kez Sünni cephedeki kırılmanın sonucu olarak Katar krizi baş gösterdi, Şii cephenin öncüsü İran’ın önemli merkezlerinde silahlı saldırılar yaşandı, IŞİD’in üstlendiği saldırılarda canlı bombalar patladı, 3. Körfez savaşından söz edilmeye başlandı.

Aslında tüm bunlar bir yönüyle ‘tarihin tekerrürü’ olarak da okunabilir.

Hatırlayalım; 1979’da İran İslam Devrimi’nin ardından Irak-İran savaşı 10 yıla yakın sürdü. Resmi rakamlar en az 1 milyon insanın öldüğünü bir o kadarının da yaralandığını, sakat kaldığını söylüyor. İran’ın ideolojik tandanslı devriminin Ortadoğu’da taban bulmasını önlemek için Batı’nın jandarmalığına soyunan Saddam bu savaşta palazlandı. Sonradan devşirdiği güçle bölgeyi dizayn etmeye niyetlendi. İlk işi de 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmek oldu.

Saddam, ‘Arapların Prusya’sı’ hayaliyle işgal ettiği Kuveyt’in işaretini, dönemin Batı devletlerinden aldı dense, yeridir. Dönemin Batılıları, özellikle de ABD, Saddam’a adeta ‘beline kuvvet’ dedi. Batılılar akıllarının ardındaki planı yaşama geçirmek için sakladıkları tepkiyi ise Saddam, Kuveyt’e girdiği gün göstermeye başladılar. O güne kadar Kuveyt’in işgali yönünde dillendirilen tepkilere ‘Arapların iç işidir’ diyerek sessiz kalanlar birden Saddam’ın elindeki ‘kıyamet bombalarını’, ‘kimyasal silahları’, ‘tüm insanlığı yok edecek olağanüstü gizemli ölüm makinelerini’ görmeye başladılar. Öyle ki Saddam’ın Bağdat’tan atacağı bombanın Ankara’nın göbeğinde patlayabileceğini bile yazan oldu. Haydarpaşa’da el konulan ve herkese ‘kıyamet bombasının parçaları’ diye yutturulan koca boruların, baraj tünellerinde kullanılacak demir su boruları olduğunu çok sonradan öğrenebildik.

Nihayetinde Saddam’ın başına bindiler, ABD’nin öncülük ettiği Koalisyon Güçleri, 17 Ocak 1991’de başlattığı savaşla, kısa sürede Saddam’ın Bağdat’taki sarayının dibine kadar geldi. Ancak Saddam’ı devirmedi, geride Saddam’a yasak bölgeler, her gün bombaların patladığı istikrarsız bir devlet bırakıp geri çekildiler.

MEZHEP SAVAŞLARINA GEÇİŞ

Yaşanan krizi kendi lehlerine çevirebilen, coğrafyalarını diğer bölgelere nazaran şiddet ve ölümden daha iyi koruyabilen bir tek Kürtler oldu. Örgütsüz ve güçsüz Arap muhalefeti Saddam’dan doğacak boşluğu doldurabilecek potansiyele sahip değildi. Tüm Irak, Kürtlere de teslim edilemezdi. Hal böyle olunca Kürtler kendi bölgelerini yönetmeye, bu arada Irak’ın Sünni ve Şii Arap muhalefetine de ev sahipliği yapmaya başladı.

Batılılar, Arap muhalefetinin iktidarı üstleneceğine inandıkları an, 2003 yılında 2. Körfez Savaşı’nı başlattılar. Kısa sürede Saddam’ı devirip iktidarı, artık ‘pişirdiklerine’ inandıkları Saddam’ın Şii muhalefetine terk ettiler.

Irak’ta tablo tersine dönmüştü. Azınlıktaki Sünni Saddam-Baas iktidarı, yıllarca çoğunluk Şiileri yönetmiş, zorbalığa dayalı bir Sünni imparatorluğu kurmuştu. 2003’ten sonra tam tersi oldu. Irak Saddamsızlaştırıldı, Baassızlaştırıldı, bu da yetmedi giderek ‘Sünnisizleştirildi.’ Daha doğru bir deyimle, Sünniler tamamen sistemin dışında tutulan lanetliler olarak görülmeye başladılar. Sonradan IŞİD’i oluşturan koşulların temeli aslında Irak’ın yeni Şii iktidarının bu basiretsiz politikaları ile atıldı.

Bu dönemde İran açısından yeni olanaklar ortaya çıktı. İran güçlenmesin diye üzerine salınan Irak, iktidar değişiminden sonra Iraklı Şiiler aracılığıyla İran’a altın tepside sunuldu. Aslında bu dönem bir şey daha yaşandı; Ortadoğu’da vekil örgütler üzerinden yürütülen mezhep savaşlarının da fitili ateşlendi.

Bu dönemin konjonktürel farklılığına Kürtler üzerinden bakmakta yarar var. Örgütlü olan ve neredeyse 1900’lerin başından beri haksızlığa başkaldıran Kürtler, iktidarsızlaşan ortamda uzun erimli silahlı mücadelenin ve örgütlü olmanın meyvelerini toplayıp kendi bölgelerinde iktidarlarını kurabildiler. Eksik-aksak da olsa, sonradan bir müddet kendi içlerinde iktidar kavgasına da girseler, halen de sorunlarının yadsınamayacak bir kısmını çözememiş olsalar bile nihayetinde Kürtler mevcut dengeler içinde nefes alabilecekleri bir alan oluşturmayı başardılar ki bugünlerde artık bağımsızlık referandumunu konuşuyorlar.

Başta dediğimiz gibi tarih bir kez daha tekerrür etti.

Tarihin tekerrürünü başlatan olgu Arap Baharı oldu. Müdahalelerle yönü değiştirilen ‘bahar’ 2011’de Suriye’ye bir yönüyle de küresel bir kriz olarak yansıdı.

Birebir Saddam’ın Baas’ına benzemese de Suriye’de de bir Baas iktidarı vardı ve durum da Irak’ın tersiydi. Elbet tamamen dışlanmış Sünnilerden söz edilemez ama Suriye’de de azınlık Aleviler çoğunluk Sünnileri yönetiyorlardı.

Suriye krizi baş gösterdiğinde en güçlü muhalif yapılanma hiç kuşkusuz Müslüman Kardeşler, yani İhvani Müslimin, bilinen kısa adıyla İhvan’dı. Bu tabloya özellikle de bölge devletlerinin bir kısmının ağzının suyu aktı. En başta da Türkiye ve Katar, farklı dengeler üzerinden de Suudi Arabistan, Suriye’de baş gösteren krize sarıldı. Türkiye ve Katar, İhvan’ı iktidara hazırlamak için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Mısır’da Mursi’nin iktidara gelmesi de bunları keyiflendirmişti. İhvan, ilk kez bir Arap devletinde tam da programında yazdığı gibi halkın onayıyla iktidara geliyor ve adım adım Sünni İslam Devleti’ni kuruyordu.

AKP İHVAN’IN İDEOLOJİK, BELKİ DE ORGANİK BİR PARÇASI

Bu yeni durum kendini zaten İslam Devleti olarak tanımlayan Katar’dan çok İhvan’ın kan kardeşi AKP’yi sevindirdi. O da Türkiye’de aynı süreci izliyordu. Bu yönüyle İhvan’ın ideolojik, belki de organik bir parçası olan AKP, İhvan’ın Mısır’dan sonra Suriye’de de iktidar olacağına inandı. ‘Esed gidecek, 3 ay içinde Emevi Camii’nde namaz kılacağız’ demelerinin bir nedeni buydu. İhvan iktidar olacak, Suriye’de İhvan iktidarı ile Ortadoğu’nun Sünni iktidarları pekişecek, kendini İhvan’ın büyük abisi gören Türkiye de böylece ‘Yeni Osmanlı’yı egemen kılabilecekti.

Olmadı, Türkiye’nin hesapları tutmadı, İhvan’a Mısır’dan başlanarak müdahale edildi. Mursi devrilip hapse kondu. Türkiye kendini paralasa da yaşananları engellemeye güç yetiremedi. Bu tablo Suriye’de giderek radikal cihatçıları güçlendirdi. İhvan’la, El Kaide ile yola çıkan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan üçlüsü, yeni hesaplar peşinde koşmaya başladılar. Türkiye ve Katar, İhvan’ı kaybetmenin hıncıyla radikal cihatçıları bölgeye taşımaktan, onlara silah ve para vermekten, bölgede ikna edip peşlerine taktıkları Sünni aşiretlerini bunlara katmaktan imtina etmedi. Suudi Arabistan’da bunları dengelemek için kendi El Kaide’sini bölgeye saldı.  Giderek herkes kendi vekilini oluşturdu. İran’da boş durmadı. Suriye rejimini açıktan destekledi; hem Besic Güçleri gibi kendi eğittiği sivil milis yapılarıyla, hem de Lübnan Hizbullah’ı gibi desteklediği örgütler üzerinden bölgeye askeri olarak da müdahale etti.

İHVAN VE SÜNNİ CEPHE KRİZİNDE Şİİ BLOK GÜÇLENDİ

Bu durum mezhep savaşını daha da körükledi. Türkiye ile yaşadığı uçak krizinden sonra etkisi giderek artan Rusya’nın alana girmesi, dengeleri İran ve Suriye’nin lehine çevirdi. İhvan bitişe doğru giderken, Sünni cephenin krizi büyümeye, Şii blok ise güçlenmeye, nüfuz alanını Irak, Yemen ve Suriye’ye doğru genişletmeye başladı. Bir başka deyimle İhvan’la siyaset bayrağını göndere çekmeye hazırlanan ‘ılımlı Müslümanlık’ gitti, yerine baş kesen, toplu katliamlar yapan Selefi, Vahabi kökenli IŞİD ve benzeri örgütler ile fırsatı bulduğunda onlardan aşağı kalmayacak Şii yapılanmalar türemeye başladı.

ÜÇÜNCÜ YOL KÜRTLERLE OLUŞTU

1990’lı yılların başında Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de en akıllıca politikayı Kürtler üretti. 2011 Antalya Konferansı’ndan başlayıp Mısır ve Hatay konferanslarına, Cenevre ve Astana’ya kadar üçüncü taraf olarak kabul edilmek için her kapıyı çalan ve projeleriyle birlikte masada olmak isteyen Kürtler, dışlandıkça kendi alternatiflerini üretmeye yöneldi. Ancak Türkiye, 1990’larda Irak Kürtlerine gösterdiği düşmanca tepkiyi bir kez daha göstermeye başladı. Kürtlerin güçlenmesini istemedi, engelleyici davrandı. Buna rağmen Kürtlerin önü kesilemedi. Suriye Kürtleri Halk Meclisleri’ni kurdular, ordularını oluşturdular, kendi bölgelerinin yönetimini üstlendiler. Bir dertleri de kendi yaşam alanlarının savaş alanına dönüşmesini engellemekti. Bunun için ‘3. Yol’ adını verdikleri yaklaşımla adım adım ama bir o kadar da istikrarlı bir biçimde yürümeye başladılar.

Bu bölümü uzatmaya gerek yok ama bilmek gerekir ki başlangıçta hiç görülmeyen, önemsenmeyen ve dolayısıyla desteklenmeyen, hep engellenmek istenen Kürtler, giderek bir tek kendilerinin değil Suriye’nin de geleceğini belirleyen politikalara imza attılar.

Suriye Kürtlerine yolun açılmasını sağlayan en büyük etken hiç kuşku yok Kobani direnişidir. Türkiye’ye rağmen Kobani’yi IŞİD’e bırakmayan Kürtler, dünyanın da takdirini kazanmayı başardı. Bu başarıyı getiren temel etkenlerden biri de Kürtlerin birilerine vekil olarak değil, kendi yaşam alanlarının sahibi olan temel aktör olarak hareket etmeleriydi.

VEKALET SAVAŞININ SONUNA GELİNDİ

Katar krizi, İran’a yönelik söylemlerin giderek sertleşmesi, Ortadoğu’da birilerince 3. Körfez Savaşı diye tanımlanan yeni bir noktaya gelinmesi, aynı zamanda vekalet savaşının bittiği anlamına da gelir. Artık örgütler, gruplar, aşiretler üzerinden yürüyen bir savaşa değil bizzat bölgenin aktörleri ile bölge üzerinde emelleri olan devletlerin yürüttüğü açık savaşa tanıklık etmeye başlıyoruz. Tüm bu dönemde aradan sıyrılıp belirgin aktörlerden biri olmayı başaran kesim, hiç kuşku yok Kürtlerdir. Çünkü Kürtler vekil değil asil olarak hareket etmişlerdi.

Başlangıçta önemsenmeyen Kürtler, artık masaya alınmak için kapı önünde bekleyen örgütler olarak değil, üç kantonu yöneten, IŞİD’e karşı yürütülen koca bir savaşı çekip çeviren, devrimci Araplarla ortak örgütler kurup yaşanabilir Suriye’nin projesini oluşturan bir topluluk olarak sahadaydılar. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın çoğu çeteci ve katil olan örgütler üzerinden yürüttükleri vekalet savaşı da, birbirlerine çelme atarak yürüttükleri çıkar savaşı da çöktü.

Bu ülkelerin politikaları çökmekle kalmadı, birbirlerine de girmeye başladılar. Giderek birçoğumuzun bilmediği kendi pisliklerini de ortaya dökeceklerine şüphe yok. Tüm yalanları, çetelerle işbirlikleri, kara para ilişkileri, kaçak silah ticaretleri bugünden yarına giderek daha fazla açığa çıkacak.

Tüm bu yaşananlar IŞİD ile flörtünü tamamlayan, radikal cihatçılarla sürecini tamamlayan Ortadoğu’nun yeni bir krize yöneldiğinin işaretleri olarak algılanmalı.

YENİ BİR SAVAŞ YAŞANIR MI?

İran’a, iddia edildiği gibi fiili bir yönelme olur mu?

Sanmıyorum ama Suriye’de yaşanan vekalet savaşının yönü bu kez İran’a çevrilebilir. Suriye, BM üzerinden yeni ve zamana yayılmış bir çözüm sürecine doğru yönlendirilirken tekere çomak sokması muhtemel ülkelerin – ki bunlar arasında öncelikle Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar var – dizayn edilmesi yönünde yeni adımlar atılabilir.

Başta dediğimiz gibi, Ortadoğu’da sorunlardan biri çözülüyor gibi görünürken diğeri başlıyor. Ama bu süreçlerin bir diğer görüneni de o ki her keresinde aradan sıyrılan bazıları haklılığın getirdiği güçle kazananlar arasında yer alırken, sistemlerini haksızlık, inkar ve hırsızlık üzerinden kuranlar ise kaybediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi