Öykü Didem Aydın: Nefret suçlarına karşı yargıda hiçbir ayrımcılık olmamalı

Medyada işlenen nefret suçlarını değerlendiren Hacettepe Üniversitesi Anayasa Hukuku Doçenti Öykü Didem Aydın, 'Tarihin her döneminde salgınlarda günah keçileri aranmıştır' diyor

Mehmet KORKMAZ

ARTI GERÇEK- Son günlerde medyada işlenen nefret suçlarını değerlendiren Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Doçenti Öykü Didem Aydın, "Tarihin her döneminde salgınlarda, pandemilerde, zor dönemlerde günah keçileri aranmıştır" diyor ve şöyle devam ediyor: "Bir Cumhuriyet Savcısı görevini yapıp harekete geçebilir ve bu sözleri sarf edenlere ‘neden böyle konuştun’ diye sorabilir."

Önce AKP’li Sevda Noyan AKP yanlısı yayın yapan Ülke TV kanalına çıkıp darbe yapacaklarını öne sürdüğü hayali kişilere ve bu arada komşularına tehditler savurdu. Ardından AKP’li gazeteci Fatih Tezcan Youtube’dan hayali darbecilere seslenerek asmaktan, kesmekten söz etti. Son olarak bir cami dernek başkanı sosyal medya hesabından tanınmış siyasetçi, sanatçı, gazeteci ve hukukçu kadınların isimlerini alt alta sıraladığı bir tecavüz listesi yayımladı. Bu ikiliden kısa bir süre önce ise Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, LGBTQ+’ları ve nikahsız beraberlikleri hedef gösteren sözler sarf etmişti. Toplumun büyük bir kesiminde Suriyeli mültecilere, Kürtlere, Ermenilere kısacası tüm ötekilere duyulan öfke ve nefret ise bir vakıa.

Bu haftaki konuğum Avukat Doçent Dr. Öykü Didem Aydın ile toplumda ötekilere duyulan öfkeyi, son zamanlarda artan nefret suçlarını ve yargının nefret suçu işleyenlere karşı takındığı tutumu, devlet adamlarının toplumda nefret suçlarının artmasındaki rollerini konuştuk.

Aydın, son derece donanımlı bir hukukçu akademisyen. Unvanları saymakla bitmiyor. Ben sadece birkaçını sıralamakla yetineceğim. Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku Doçenti, Avrupa Konseyi Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu) Eski Üyesi, Sınır Tanımayan Avukatlar ve İnsan Hakları Savunucuları Platformu Kurucusu ve Eski Başkanı, Ankara Barosu LGBTİQ+ Hakları Merkezi Başkanı. Hacettepe Üniversitesi Tıp Hukuku Merkezi’nin kuruluşuna da önayak olan Öykü Didem Aydın, aynı zamanda yayınlanmış iki de roman olan Kitap Çevirmenleri Birliği Kurucu Üyesi. Doç. Dr. Aydın, yüksek lisansını Milano Üniversitesi’nde, doktorasını ise Freiburg Üniversitesi’nde yapmış. Kapsamlı ve zengin bir içeriğe sahip olan söyleşinin ilk bölümünde Doç. Dr. Aydın’a yönelttiğim sorular ve aldığım yanıtlar şöyle..    

Ülke TV kanalında yayınlanan ve sunuculuğunu, geçmişte sarf ettiği "DEAŞ’lılarla yatmak Cihattır" sözleriyle sosyal medyada ünlenen Esra Elönü’nün yaptığı "Arafta Sorular" programına çıkan AKP yanlısı yazar Sevda Noyan, "15 Temmuz kursağımızda kaldı, yapamadık istediklerimizi. Bizim aile şöyle bir 50 kişiyi götürür. Maddi ve manevi olarak çok donanımlıyız. Bizim sitede var hala 3-5 komşu, benim listem hazır" dedi. Esra Noyan’ın bu sözlerini nasıl yorumlamalıyız.

‘BİR KERE 3-5 KOMŞU İÇİN CİDDİ BİR TEHDİT, EĞER BU KOMŞULAR KENDİLERİNİ BİLİYORLARSA VE BİR LAF ÇARPMA VARSA’

Bu sözleri nasıl yorumlayacağımı tam olarak bilebiliyorum diyemem. Yüzeyde baktığımda bir kere 3-5 komşu için ciddi bir tehdit, eğer bu komşular kendilerini biliyorlarsa ve bir laf çarpma varsa. Bir de belirsiz bir kesime yine çok ciddi bir tehdit daha var… Hayli şuursuz sözler gibi geldi. Belki biz şöyle kuvvetliyiz asarız keseriz, şeklinde bir tür kibirdir ama kibir deyip geçilecek sözler de değil çünkü şiddet içeren eylemlere gönderme var. Bir tür yıldırı- ve hatta bezdiri-, bir mobbing tarzı diyeyim. Fakat ne vesileyle? Onu dahi anlayamadım. Bütün programı izlemediğim için bir cevap vermek zor bu sorunuza. Birileri tekrar darbe yapacak diye kendini inandırıp kendi kendini deyim yerindeyse gaza getirme veya inanmasa da varmış diye ortalığı kızıştırıp bu kere de artık hayali-bir-darbe iddia etmekte ne yarar görülüyorsa o yarar düşünülmüş olabilir. Siyasi analist de değilim yorumlayabilmem zor. Fakat kanal haddini aşan sözlerden dolayı kamuoyundan özür dilemiş sanıyorum. Yayın durdurma cezası da verilmiş bugün.

Sevda Noyan’dan sonra bu kez yine AKP’li bir gazeteci olan Fatih Tezcan çıktı sahneye ve "Tayyip Erdoğan’ı devireceğiz, asacağız diyorsunuz" diyerek kendince görünmez düşmanlar yarattı ve o düşmanlara "Karınızı, çocuklarınızı nasıl koruyacaksınız? Tayyip Erdoğan’ın tırnağı kanarsa eğer, bu ülkede başınıza neyin geleceğinden haberiniz var mı?" diye sordu. 15 Temmuz FETO darbesi kalkışmasının bastırılmasını kast ederek, "Biz bir daha sokağa çıkarsak kimleri alacağımızdan, listelerden haberiniz var mı sizin?" dedi. Oysa kimse çıkıp Erdoğan için "devireceğiz, asacağız" demedi. Sizce Fatih Tezcan neden böyle hayali düşmanlar yaratmaya ve onlara dönük tehditler savurmaya gerek duydu, ne yapmak istedi?

‘SOYUT İFADE EDİLSE BİLE BAZI KİMSELERİN KARILARINI, ÇOCUKLARINI HEDEF ALMAK TAHAMMÜL ETMEK ZORUNDA OLDUĞUMUZ BİR İLETİŞİM DÜZEYİ DEĞİL’

Siz söyleyince baktım ulusal basında da yer almış buna ilişkin bazı haberler evet. Twitterda geçen bazı ifadelerle ilgili. Farklı farklı isimlerden son dönemde o kadar çok "karılar çocuklar" tehdidi geçmiş ki kim ne dedi, neyin yanlısı neyin değil, çetelesi şu anda aklımda değil ama her durumda benzer söylemleri pek çok gönderide de gözlemlediğimizden genel olarak şöyle söyleyeyim: Motivasyon soruyorsunuz, saik. Bu tür açıklamalarla ilgili niyet okuyabilmem zor. Ne yapmak istendiğini bilemem. İddia ettiği durumun vakıa olduğu yolunda bir gözlemimiz bulunmuyor.  Kraldan daha fazla kralcı bir durum mu bilemiyorum.  Soyut ifade edilse bile bazı kimselerin"karılarını, çocuklarını" hedef almak tahammül etmek zorunda olduğumuz bir iletişim düzeyi değil. Bir düzey değil. Kim, nedir, ne karısı, ne çocuğu, bu tür konuşmalar da inanılmaz derecede şuursuz bir konuşma tarzı gibi geliyor. Bunun nedenine ilişkin bazı olasılıkları ve hareketinin doğuracağı sonucu tahmin edebilirim. Bu tahminlerimde yanılıyor da olabilirim. Bu tür sözler sarf ederek hayali bir düşman yaratmak pratik bir siyasi kışkırtma olabilir. Aslında bir önceki sorunuzdaki cevaba benzer yaklaşmak lazım. Herhalde bu tür konuşmaların odağında yine "bir darbe girişimi olabilir", iddiaları olsa gerek.

Ortalığa darbe yapılacak, yapanları asarız keseriz diye çıkmak sanıyorum en ufak siyasi bir gösteriyi darbe-yanlısı gösterip artık muhalefet sesini çıkarmasın diye bir tür girişim olabilir veya vakıalara dayalı bir korkunun dile getirilmesi de olabilir. Yani bu sözleri sarf edenler, hakikaten darbe yapılmasından korkuyorlarsa, mezarlıktan geçerken hani ıslık çalmak gibi bir şeye de benzemiyor değil. Çünkü 15 Temmuz başarısız bir darbe girişimine benzer bir şeylerin tekrar edeceğine dair kuvvetli emare varsa çıkılır bilgisiyle belgesiyle, makul bir dille anlatılmaya çalışılır. Yalnız bir darbe girişimi ne kadar ağır, tehlikeli ve kimsenin istemeyeceği bir şeyse, her sözün altında bir darbe girişimi özlemi aramak artık o derece kabak tadı verebilir. Çünkü ölüler kalkıp size saldıracak değil, cezaevine konulan o kadar insan da. Bazı hayaletlerden hala korkuyorsanız ve işte böyle asarım keserim diyerek ıslık çalıyorsunuz, demektir bu birinci olasılık. Doğrusu bu ülkede hala birilerinde darbe yapabilecek kapasite kaldıysa o zaman gerçekten dehşete düşmek gerekir. Bütün bir hukuk, Anayasa, ceza muhakemesi güvenceleri, şu bu, neredeyse tüm sistem askıya alınarak, 2016’dan beri bununla mücadele edildiği iddia ediliyor. Şu halde mücadele edilmemiş mi yani? Hala mı arıtılamadı bu?! Hayaletler mi hapse konuldu da darbeciler dışarıda kaldı?! Tamamen objektif ve mesafeli konuşuyorum: Mantıksız! Üstelik muhalefet, özellikle CHP en büyük illerde örneğin geçen yerel seçimleri kazandı. Bunu da objektif söylüyorum, tamamen mantık çerçevesinde. Yani burada partici veya şu veya bu saiklerle hareket etmek zorunda kalınmadan da gözlemci olarak söylenebilen şu: Yerel seçimleri önemli oranlarla kazanmış mesela. Umutları daha da artmış. Neden bir darbeyi hayal etsin ki?! Muhalefetin herhalde en güvendiği seçimler önümüzdeki seçimlerdir ve seçimlerde başarılı olmayacağım diye bir şeylerden medet ummaları oldukça mantıksız olur. Mantıksızlık bir tarafa ana muhalefetten kimsenin böyle bir özlemi dile getirdiğini, orada böyle bir kültür oluşabileceğini de gözlemlemiş değiliz. Cumhuriyetin kurucusu bir parti ile, Türkiye’nin demokrasi tarihinde darbelerden en fazla yarayı almış, örneğin 12 Eylül sonrası ikiye bölünmüş, darbelerle en fazla mücadele etmiş ve aslında Cumhuriyet tarihi boyunca da, çok partili rejime geçiş sonrası, en az süre ile hükümet eden partiye mi geldi sıra hani bütün muhalefet sindirildi de?

‘SİZ EN UFAK MUHALİF SESİ ‘BAK DARBE YAPACAK’ İDDİALARIYLA BASTIRMAK VE YILDIRMAK İSTİYORSUNUZ’

Ama gücü bir türlü elinden bırakmak istemeyen varsa veya hükümet edenlere aman gücü sakın ha elinizden bırakmayın diye alakasız çevrelerden telkin varsa veya seçimler olur da yitirirsek bırakalım mı bırakmayalım mı diye içeride bir tartışma varsa -ki demokrasilerde düzenli seçimler olur ve gücü sonsuza kadar elinizde tutmak mecburiyetinde de değilsinizdir- İkinci olasılık şu: Bir korku filan yok, darbe girişimine ilişkin en ufak bir ihtimal de yok ama siz en ufak muhalif sesi "bak darbe yapacak" iddialarıyla bastırmak ve yıldırmak istiyorsunuz. O zaman işte bu bayağı pratik bir sindirme aracı olur! Böyle soyut, havada kalan, bir kaşık suda fırtına yaratan iddialar ortaya atmak artık yine bezdiri ve yıldırı amacını taşıyor olabilir denebilir.  İnsanlar, aman bana darbeci denilecek, diye artık en ufak politika önermekten, haksızlığa ses çıkarmaktan, bir toplantı ve gösteri düzenlemekten, yazmaktan çizmekten, konuşmaktan bile çekinebilir. Meşru siyasal örgütlenmeler, partilerin etkinliklerine ket vurulabilir.  Baskı rejimlerinde adettir, niyet okumak ve hatta kendi gerçekliğini kurmak. Hani bir yanlış yapıldığına inanılıyorsa bir yanlış var burada demek muhalefetin esası zaten. Demokrasilerde eleştiri özgürlüğü vardır, toplantılar olur, gösteriler olur, bunlar makul işler. Şoke eden açıklamalar da olabilir bir noktada. Her eleştiriye her toplantıya, bak darbe yapmayı planlıyorlar derseniz artık muhalefeti bir sistem-haksızlığı içinde gayrimeşru ve hukuksuz olarak bastırmış olursunuz.

Bu ikisinden önce Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Ramazan ayının ilk hutbesinde LGBTİQ+’lar ve nikahsız beraberlikleri hedef gösteren, sapkınlık sayan, toplumu bununla mücadele etmeye çağıran sözler sarf etmiş ve bu sözleri kamuoyunda çok tartışılmıştı. Sizce Erbaş böyle bir çıkış yapmaya neden gerek duydu?

‘BİR LGBTİQ+ ÖZNE, "BEN İNANÇLIYIM VE AYNI ZAMANDA LGBTİQ+’YIM" DER İSE NE YAPILACAK? CAMİDEN Mİ ATILACAK?’

Yine neden diye tahmin etmek güç ama görünürdeki neden veya bir ihtimal inanca ilişkin öğretisinde yer ettiğini düşündüğü için böyle konuşması olabilir. Yani sonuçta belirli bir inançta ne nedir diye anlatıyorum sanıyor olabilir iyi niyetlerle. Burada bir farkındalık eksikliği de olabilir çünkü bu sözlerden sonra kendilerinin de inançlı olduğunu ve yine de dinlerini yaşayacaklarını söyleyen LGBTİQ+ özneler de basında yer aldı. En çok şunu merak ediyorum: Bir LGBTİQ+ özne, "ben inançlıyım ve aynı zamanda LGBTİQ+"yım der ise ne yapılacak? Camiden mi atılacak? İbadet mi ettirilmeyecek, linç mi edilecek? Buna cevap ne olurdu merak ediyorum. Olmaz, diyebilir. Tamam ama bu dinde aforoz müessesesi yok. Kilise değil sonuçta. Öte yandan son yıllarda LGBTİQ+ Hareketi ve Hak Mücadelesi daha görünür oldu. Bir hareket haklarını ne kadar talep etmeye başlarsa, özellikle kazanımlarının ilk döneminde o kadar nefret hedefi olabiliyor. Kadın haklarında da tarihsel gelişim böyle oldu. Bir hak mücadelesi kazanımlarına başladığı zaman nefretin hedefi kılınabiliyor. Hiç seslerini çıkarmasalar, yalnızlığa ve çaresizliğe itilmeyi, görünmez olmayı sineye çekseler kimse onlardan nefret etmez. Yani bir kesimi aşağı görüp tüm günahları onun üzerine yıkmakla ruhlar arınabiliyorsa ne ala. Ama kibir sanıyorum günahların en büyüklerinden biri. Mütevazi olmak lazım. Sanıyorum dedim çünkü neyin günah olduğunu neyin olmadığını söylemeye yönelik bir bilginliğim yok. Ne günah, ne değil, ne sevaptır, ne mekruhtur, ne sünnettir, ne vaciptir söyleyebileceğimi asla iddia edemem. Sadece ana hatlarıyla bilebiliyoruz, din bilgini değiliz. Yalnız neyin Anayasal hak olduğunu neyin Anayasal hak olmadığını bir anayasa hukuku hocası, avukat hak mücadelecisi olarak biliyorum: LGBTİQ+ Hakları İnsan Haklarıdır. Buradan bir yere varmaya çalışıyorum. Seküler sistemlerde inancın gereği ile temel hakkın gerekleri de çatışabilir. Eğer burada öyle bir çatışma varsa, Anayasamızın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. Maddesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nı düzenleyen 136. Maddesi bunu Anayasal demokrasi ve temel hak ve özgürlükler lehine çözmüş. Medeni Kanunumuzun 40. Maddesi transeksüel yapıda özneler için cinsiyetin cerrahi atamasını düzenlemiştir örneğin. Bu bizim Medeni Kanunumuz, başkasının değil. Var yani böyle bir kanun! Kafamı bir süredir kurcalayan bir soru var. Düşünün bir bilim insanısınız ve bir araştırma yaptığınızı iddia ediyorsunuz ve araştırmanız kadınların erkeklere hastalık geçirdiği üzerine! Veya dinsizlerle dindarlar arasında birbirine hastalık geçirme oranlarını araştırıyorsunuz! Sonuçlarıyla ortaya çıkıyor ve hepimizi şoke ediyorsunuz! Hatta diyorsunuz ki kadınlar hastalık yayar! Böyle bir araştırma olur mu? Yok efendim bilimde her türlü araştırma olur diyebilir mi? Bu araştırmadaki niyetini, böyle bir araştırma teorik olarak bilimsel olsa bile, biz kötüye yormaz mıyız? Nitekim aslında LGBTİQ+ hakları konusundaki ilerleme bilime karşı da kazanıldı. 17 Mayısta Uluslararası Homofobi, Bifobi, Transfobi Karşıtı Günü kutladık. 17 Mayıs 1990’da eşcinsellik Dünya Sağlık Örgütü tarafından psikiyatrik hastalıklar sınıflamasından çıkarılmıştır. Ha keza transseksüellik de zaman içinde bu sınıflamadan çıkarılmıştır. Yani artık "bilim" (!) ce hastalık sayılmaması kutlanıyor. Ben hak tanımazlığın sadece dinde vs. olabileceği yolundaki görüşlere ve bu yolla bilimin de mücerret yüceltilmesine karşı ihtiyatla yaklaşıyorum. Bilim de politik bir baskının aracı olabilir, olmuştur tarih boyunca. Bilim kisvesi altında da bir sürü haksızlık var. Örneğin Tuskagee Frengi Deneyi adı altında Amerikan Halk Sağlığı Kurumu, yoksul, Siyahi-Amerikalılar üzerinde onlara yalan söyleyerek deneyler yaparken kanınıza bakıyoruz yalanını uydurmuş, hasta olanlara penisilin tedavisi uygulanmamış, oysa sadece hastalığın vücuttaki yayılımı gözlemlenmek istenmiş, yani insanlar ölsün diye beklenmiş. Diyeceğim o ki bu bağlamda din ve bilim arasında anlamsız bir çatışma yaratacak bir durum yok. Beri tarafta sıkı sıkıya ve salt lafzi bir yorumla dinlerde kadının statüsünün çok düşük olduğunu kabul edip erkeğin kadına tedip anlamında şiddet uygulayabileceğini veya başını örtmeyen kadınların ahlak dışı olduğunu yorumlasanız ne olacak peki? Acaba başlarını örtmeyen kadınlar ahlak-dışıdır denebilecek mi?

‘MİLYONLARCA MÜSLÜMANI TEMSİL EDEN BİR KURUMDA BİR SORUMLULUK VE KAPSAYICILIK BİLİNCİ OLMALI’

Sonuç itibariyle milyonlarca Müslümanı temsil eden bir kurumda bir sorumluluk ve kapsayıcılık bilinci olmalı kanısındayım. Etik bir sorundur. Ama aynı sorumluluk bilimde de olmalı, politikada da olmalı ve hatta sanatta da olmalı. Burada tamamen liberteryen bakamıyorum, komüniteryen bakış ihmal edilmemeli çünkü birlikte yaşamak, yüzyüze insanca bakmak zorundayız. Herkes kendi beğendikleriyle ve kendi kesimiyle yüzyüze gelse ne ala! Alaycı söylüyorum çünkü tamamen bana benzeyenlerle bir arada yaşadığım bir dünyada da çeşitlilik ve ilerleme olmaz diye düşünüyorum. Zaten öyle bir dünya yok.  Bugün eşcinselliği tedavi ediyorum diye ortaya çıkan hekimler var. Malpraktistir, hekim hatasıdır çünkü öyle bir hastalık yok. Çok önemli bir perspektifimi vurgulamak istiyorum: Bu tür haklar HabeasCorpus haklarıdır. HabeasCorpus, bedene haksız müdahaleleri, yani haksız tutuklamaları önleyen bir ceza muhakemesi kavramı dar anlamda. Ama geniş anlamda bedene yönelik, yani bedeninin bireyin kendisine ait olmasına yönelik tüm tehditlerden koruyan bir kavram. HabeasCorpus "benim bedenim var" demek. Yani beden bana ait, sana değil. Laikliğin felsefi ve sosyo-siyasal temelleriyle çok ilgilidir, bedenin bireyin kendisine ait olması ve hiç kimsenin, bir bireyin, hiç kimseye zarar vermeyen bedeniyle uğraşamaması ilkesi. İki yetişkin kişi, kimseye zarar vermeden nikahsız beraber olamayacaklar mı? Biz işi gücü bırakıp bu insanları mı takip edeceğiz? Oteller iki yetişkin insana evlenme belgesi mi sorsun ne sorsun? Nasıl olacak? Bırakın onların "habeascorpus"u olsun. Bedenleri, bireysellikleri kendilerine ait olsun. Kimseye bir zararları, demokratik düzende işledikleri bir suç yok.

‘HERKESİN ACISINI, GÖNÜLDEN BAĞLI OLDUĞU DEĞERLERİ BİRLİKTE GÖZETEN BİR DİL KURMAK GEREK’

Öte yandan kimileri de tarihsel bir yorumla diyor ki tarihin her döneminde salgınlarda, pandemilerde, zor dönemlerde günah keçileri aranmıştır. Çünkü insan açıklamak istiyor, açıklayamadığı yerde suçlu arıyor. Suçlu bulunursa rahatlıyoruz, bulduğumuz suçluyla uğraşıp asıl konudan uzaklaşıyoruz. Bilmiyorum bir tür günah keçisi aramak anlamında mıdır bu. O da olabilir. Veya her üç açıklamanın üçü de olabilir. Şunu da ekleyeyim. Nefrete nefretle yanıt da vermemeliyiz. Bütün tartışma karşılıklı hakaretlerden çıkmamalı. Kamuoyu tartışmalarının bir yerinde aklıselim ve sağduyu galip gelmeli. Baromuz bu aklıselimi gösterdi örneğin nihayetinde. Din ve vicdan özgürlüğüne saygılıyız, demiş. Ki öyledir. Din ve vicdan özgürlüğü de Anayasal bir değer. Bir kimsenin inancına saldırarak nefretle mücadele edilebileceğini düşünmüyorum. İnanmak inanmamak, ibadet etmek, etmemek serbesttir, bunlar da özgürlüktür. Çünkü her kesim içinde, her siyaset içinde hak temelli düşünen, düşünmeyen olabilir. Sonuç itibariyle İslamofobi de yaygındır dünyada. Müslümanlar da büyük ezalar cefalar çekebiliyorlar. Herkesin acısını, gönülden bağlı olduğu değerleri birlikte gözeten bir dil kurmak gerek. Benim acım senin acından daha üstündür diye de yürümemek gerek. Sen çağdışısın ben çağdaşım, benim aklım seninkinden üstündür diye yürümemek gerek. Geçenlerde izlediğim bir filmde bir gence neden resim yaptığı sorulunca genç, "daha iyi bilmek için" dedi, resim yaparken resmini yaptığım görüntüye veya görüngüye başka bir gözle bakabiliyorum. Sanatın nedenine ilişkin şimdiye kadar bundan daha güzel bir açıklama duymamıştım. Yani hakikate giden yollar çeşitli olabilir. Bu yolları açmak lazım. Kimi ağacı, tohumu daha iyi bilir, kimi kitabı. Dinsel sistemler belli dönemlerde okuma yazma bilmeyen insanlara okumayı yazmayı, belirli bir tarihsel bilinç kazanmayı öğretmiş. Örneğin kiliselerdeki resimler, okuma yazma bilmeyenleri kültürlü kılmanın bir yolu olmuş. Bakıyorsun bir çalgı çalmayı bile ilahilerle öğrenenler var. İnsanlığın mirası olan kurumlardır dinsel kurumlar da. Bugün İslam sanatının gelişkinlik düzeyine kimse bir şey diyebilir mi, böyle bir sanat yok, diyebilir miyiz örneğin?

‘ARAŞTIRMALAR CİNSELLİK EĞİTİMİNİN CİNSEL ŞİDDETİ AZALTTIĞINI DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLARI GİDERDİĞİNİ, İSTENMEYEN GEBELİKLERİN ÖNLENMESİNDE ROLÜ OLDUĞUNU GÖSTERİYOR’

Kavramanın ve duyumsamanın her türlü insani yoluna açık bir eğitim sistemi de gerek. Sorun tek taraflı dayatmada sanıyorum. Örneğin okullarımızda cinsellikle ilgili eğitim dersleri bulunmuyor. Biyoloji derslerinde üreme bölümünde sadece sanıyorum. Oysa önemsiz olduğu düşünülebilir mi? Araştırmalar cinsiyetler ve cinsellikler eğitiminin cinsel şiddeti azalttığını, doğru bilinen yanlışları giderdiğini ve istenmeyen gebeliklerin dahi önlenmesinde bir rolü olduğunu gösteriyor. Size bir şey söyleyeyim: İşte devletin açık ve çoğulcu bir siyasetle koşmadığı yere, internet koşuyor, twitter vs. kapışmaları ve orta yere iyisiyle kötüsüyle saçılan her türlü şey koşuyor. Toplumlar bir eğitimden geçiyor oralarda ama kontrolsüz, vurdulu-kırdılı, pata-küte olaylarla kuşaklar yolunu bulmaya çalışıyor bu ortamda yalnız bırakılmışlar. Çok yazık aslında. Bu aklıma nereden geldi. Bağlamdan geldi. Belirli bir internet yayıncılığının eşcinselliği özendirdiği de iddia edildi bir ara, bunu söyleyen var ama bu konularda açık bir tartışma, sağlıklı bir diyalog yok ki. Daha cinsel yönelimlerin özendirmeyle kimsede oluşmayacağını anlayan, anlatan bir bilimsel bilgi düzeyi oluşmamış. Kimse kimseyi nasıl ki siyahi olmaya veya kadın olmaya özendiremez, kimse kimseyi LGBTİ olmaya da özendiremez. Ha insanların haklarını savunmaya herkes özendirilebilir. Kadın haklarını savunmaya ben bir erkeği özendirebilirim. Kadın haklarını savundu diye o erkek erkeklikten çıkacak değil. Aynı şekilde LGBTİQ+ haklarını savunan insan insan haklarını savunuyor, kimseyi LGBTİQ+ olmaya özendirmiyor. Özne ise kendi haklarını savunur, destekçisi ise destekçisi olduklarının haklarını savunur, kimsenin kimsenin cinsiyetini ya da cinsel yönelimini değiştirmeye uğraşması söz konusu değil. Siyah hareketi, beyazları siyah yapalım diye yola çıkmadı. Irkçılık karşıtı olarak kendi haklarını, insan sayılma ve saygı görme haklarını savunmak için yola çıktı.

Kadir Gözoğlu adında bir cami dernek başkanı ortaya çıktı ve CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, feminist avukat Feyza Altun, sanatçı Berna Laçin, gazeteci Nevşin Mengü’nün isimlerinden oluşan bir tecavüz listesi yayınladı. Sizce nefret suçu işleyenlerin çoğunlukla dindarlar, ya da dindar gibi görünenlerin arasından çıkması tesadüf mü?

‘AĞIR NEFRET SUÇLARI KARŞISINDA CUMHURİYET SAVCILARININ KENDİLİKLERİNDEN HAREKETE GEÇMELERİ LAZIM’

Bu son derece ağır bir nefret suçu. Ve ilk örneklerinizden biraz farklı çünkü tehdidin yöneldiği kimseler artık isimleriyle cisimleriyle belli. Ha diğerleri sorunsuz değildir demiyorum ama ihtiyatlı konuştum çünkü nedir ne değildir kime yöneliyor, belirsizliği var orada. Havaya söylenen sözler gibi geliyor etik olarak kınanabilir olsalar da. Ama burada artık muhataplar, adı geçenlere son derece ağır suçları, tacizi işlemeye kışkırtılıyor. Cumhuriyet Savcılarının kendiliğinden harekete geçmesi lazım. Bu vakte kadar söyleşi boyunca nefret söyleminde bulunduklarını söylediğiniz isimleri takip eder, tanır filan değildim tam. Şimdi bu ifadelerin sahibini de tanımıyorum. Hakikaten bahsettiğiniz derneğin başkanı mı bilmiyorum. Bunları öğrenmenin yolu, ağır nefret söylemi ve tehdit içeren bu ifadelerin soruşturulmasıdır. İnternette haber doğru mu yanlış mı diye test ettiğimiz siteler de kuruldu. Bazı hesapların sahte olduğu biliniyor ve arkasında kimlerin dahi olduğu bilinemiyor. İsim cisim kimin kim olduğu herşey birbirine karışmış olabiliyor. Ancak ciddi bir soruşturmayla bulunabilir.

Doğrusu nefret suçu işleyenlerin çoğunlukla dindarlar arasından çıkması tesadüf mü yolundaki sorunuzu yönlendirici buluyorum. Öyle bir istatistik yok sanıyorum, varsa bilgim dahilinde değil. Nefret nereden gelirse gelsin nefrettir. Dindarların daha fazla nefret suçu işlediğine inanmıyorum. Kişisel ve hatta akademik gözlemlerim farklı. Hakiki dindar insanlar belirli bir değerler sistemine yaslanan insanlardır. Bir etik sistemine dayanırlar. Hiçbir dindar herhalde Allahın dünyayı, insanı sevmediğine inanmaz. Allah dünyayı ve insanı sevmese yaratmazdı, öyle ya, buna inanır dindar. İnsan sevgisinden yoksun olanın inançlı olduğuna inanmak zor. Veya affedici, anlayışlı, barışçıl olmayanın. Twitter’da çok fazla nefret var. Çok fazla tahrik, provokasyon da var. Kılık değiştirmiş olanlar çok, bakıyorsunuz belli kisvelerle hareket ediyor ama aslında tam tersi, giydiği kisveyi temsil eden insanlara karşı tertipler içinde. Özü sözü bir olmayan troller, kışkırtıcılar ne idüğü belirsiz sahte hesaplar çok. Kimin kim olduğu, ne yapmaya çalıştığı belli değil her zaman. Oradaki nefretin önemli bir bölümünü aidiyet üzerinden okumak kolay değil. Her kesim her kesime son derece ağır konuşabiliyor. Bazen de bakıyorsunuz dar bir çevrede bir tartışma olmuş, insanlar inanılmaz ağır tehditler, küfürler savurabiliyorlar.

‘NEFRET SUÇLARINI GENELLİKLE TOPLUMDA KENDİSİNİ AVANTAJLI VEYA ÇOĞUNLUK VEYA EGEMEN KONUMUNDA GÖRENLER İŞLER’

Dar bir çerçevede kalması gereken önemsiz bir saçmalık bakıyorsunuz ulusal gündem olmuş. Niye olmuş, ne lüzumu var, eşek şakası üzerinde sürekli felsefe yapmak gibi. Eşek şakası eşek şakasıdır bizlerin iletişimini belirlememeli ama belirliyor işte. Haddini aşma haddini aşmadır. Günlerce takıntılı olarak havanda su dövercesine saçmalıklar tartışılıyor. Bir getirisi de yok. Yani biraz bu yeni medyanın özelliğiyle de ilgili. Gözlemim şu: Nefret suçlarını genellikle toplumda kendisini avantajlı veya çoğunluk veya egemen konumunda görenler işler. Azınlık veya örselenebilir kesimler arasından da nefret suçları işleyenler olabilir ama çoğunluğa veya avantajlı kesimlere mensup olanlar kadar yaygın değildir onlarda. Nefret suçunun faili sıklıkla belirli bir çoğunluğa veya kalabalığa veya egemen kesime mensuptur, genellikle o çoğunluğun, kendisine, hak ettiği ya da etmediği bir avantajı sağlamadığı yolunda bir hissiyatı vardır. Şahsen kendisini yeterince avantajlı hissetmez, bu nedenle bir tür üstünlük kazanma, aşağılık kompleksini aşma, kendisinden daha zayıf olduğuna inandığı kırılgan bir kesimi bulup onu hedef alma psikolojisi yaygındır. Örneğin iki Almanya birleştiğinde Doğu Almanya’da ırkçılık ve Neo-Nazilik arttı. Bu bir tartışma yaratmıştır. Nasıl olur diye soranlar olmuştur. Çünkü malum, eski Doğu Almanya sosyalist bir sistemdi sonuçta. Sosyalistlerden nasıl çıktı bu Neo-Nazi gençler diye. Pekçok bilim insanı bunu, İki Almanya’nın siyasi birleşmesinden, hani Berlin Duvarının yıkılmasından sonra boşluğa düşen ve işi gücü olmayan, çeşitli ekonomik, sosyal ve kültürel zorluklar yaşayan gençlerin "kimlik ve kişilik, bir tür saygınlık edinme yolu" olabileceği fikrini ortaya attı.  Beyazlar siyahlara, erkekler kadınlara, heteroseksüeller eşcinsellere yönelik nefret suçları işleyebilmektedir. Belirli etnisiteler birbirlerine karşı nefret suçları işleyebiliyor. İnanmayan inançlıya inançlı olduğunu iddia eden inanana karşı da nefret suçu işleyebilir. Gözlemim o ki en azından sosyal medyada dindarların özel olarak daha fazla nefret suçu işlemekte olduğunu düşünmüyorum. Ajite bir kesim var. Hani trol adı verilen kesimler. Kim, nasıl ajite ediyor bunun araştırılması soruşturma makamlarının işi olmalı. Twitter’ın dinamiklerini hesap etmek kolay değil. Tabii insanlar politik ve benzeri amaçlarla diğer insanları kışkırtabilirler. Özellikle iktidarlar yerlerini sağlamlaştırmak için halkı kutuplaştırabilir. Veya birisi "bak ben senin tetikçin olabilirim, beni de gör" diye göze girmeye çalışıyor olabilir. Bir diğer açıklama kıskançlık. Yetersiz hissediyorsanız ve karşınızda aşamayacağınız donanımları taşıyan, üstün nitelikli insanlar varsa ve bunlar da siyasi muhalifinizse nefreti kışkırtmak onların muhalefetini aşmanın gayrimeşru bir yolu olarak düşünülüyor olabilir. Yani karşılıklı bir tartışmada sözlerle alt edemeyeceğiniz, eleştirilerine vakıalarla karşılık veremeyeceğiniz, üretilerine, yaratılarına bir şey söyleyemeyeceğiniz ve meşru yollarla yenemeyeceğiniz bir muhalefet unsurunu gayri meşru yollarla yenme çabası. Twitter’da bütün bu açıklamalara karşılık gelen tutumlar gözlemlenebiliyor.

Bu üç, hatta Ülke TV sunucusunu da katarsak, 4 şahsiyet için nefret suçu işlediklerini söyleyebilir miyiz? Eğer öyleyse ve yasalarımızda "nefret suçu" diye bir düzenleme varsa –ki var- o halde yargımız nefret suçu işleyen bu kişiler için neden ivedilikle harekete geçmiyor?

‘BAZI ÜLKELERİN CEZA HUKUKU SİSTEMLERİNDE NEFRET SUÇLARI ÖZEL OLARAK DÜZENLENMİŞTİR, AMA TÜRKİYE’DE NEFRET SUÇU DİYE BİR DÜZENLEME YOK’

Nefret suçunu şöyle tanımlarız: Mağdurun dini, dili, ırkı, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti, felsefi ya da siyasal inancı, cinsel yönelimi, yaşı, ekonomik durumu vb. özelliklerine karşı duyulan düşmanlığa dayalı olarak işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail, mağdura salt farklı bir toplumsal kesim kimliğini taşıdığı için ya da salt belirli bir toplumsal ya da kültürel kesimin mensubu olduğu için zarar vermek istiyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç, genel olarak aynı zamanda bir nefret suçudur. Yine mağdurun, mülkün ya da suçun hedefinin, gerçek veya hissedilen ırk, ulusal ya da etnik köken, dil, renk, din, cinsiyet, yaş, zihinsel ya da fiziksel engellilik, cinsel yönelim veya diğer benzer faktörlere dayalı olarak benzer özellikler taşıyan bir grupla gerçek ya da öyle algılanan bağı, aidiyeti, desteği ya da üyeliği nedeniyle seçildiği, kişilere veya mala karşı suçları da kapsayacak şekilde işlenen her türlü suçlar olarak da tanımlanabilir. Ancak nefret suçu kriminolojik bir kavram, sosyal bir olguyu anlatıyor. Bazı ülkelerin ceza hukuku sistemlerinde nefret suçları özel olarak düzenlenmiştir ama Türkiye’de özel olarak nefret suçu adı altında düzenlemeler bulunmuyor. Nefret, önyargı, düşmanlık ve kin saik, yani motivasyon olduğundan modern ceza kanunları örneğin bu tür saikleri, başka tür ve aynı derecede tehlikeli saiklere göre özel olarak ayrıksı tutup bir düzenlemeye gitmemiş. Düşük etik itkeler nefretle sınırlı olmadığından. Örneğin para hırsı veya siyasi ikbal hırsı da suç işlemekte düşük bir etik itkedir ama mesela para hırsı gibi bir hırs insan öldürme suçunda ceza arttırımı nedeni olur. Hareket suçunda olmaz, gibi. Son yirmi yıldır nefret suçlarının, örselenebilir kesimlerin hayat, hürriyet, dokunulmazlık, malvarlığı gibi değerleri bakımından önemli ve ilave tehlikeler yarattığı savıyla nefret saiki ile işlenmeyen aynı mahiyetteki suçlardan daha ağır cezalandırılması talepleri var. Konu tartışılıyor. Nefret suçu bir tarafa, nefret söylemi de oldukça tartışmalı bir alan olabiliyor çünkü işin içine ifade özgürlüğü tartışmaları giriyor. Ancak nefret, önyargı, düşmanlık, kin, ayrımcılık vb. saiklerle örselenebilir, kırılgan, dezavantajlı veya hak sahibi kesimleri hedef almanın, tahkir etmenin, onlara yönelik şiddete kışkırtmanın demokratik düzende korunması gerekli bir düşünce olmadığını artık AİHM de söylüyor.

Nefret suçları, zaman zaman çeşitli toplumsal kesimler arasındaki siyasal çatışma ve kamplaşma eğilimleri ile ilgili görünse de, failleri, her zaman, belirli siyasal kesimlere mensup, hedeflerinde kararlı kimseler değildir. Ancak nefret suçlarının failleri; bu suçları her zaman siyasi saiklerle işlemiyor olsalar da, kriminolojik olarak, belirli kesimlere karşı egemen toplumsal önyargılardan, "tarihsel" düşmanlıklardan, genel kışkırtmalardan etkilenen kimseler oldukları söylenebilir. Bu nedenle nefret suçları, belirli toplumsal kesimlere yönelik egemen-siyasal ya da sosyo-kültürel tahammülsüzlüğün veya düşmanlıkların, bireysel izdüşümleri olarak görülebilir. Aslında her suç için geçerli olan önemli bir kriminolojik gerçek, nefret suçları için de geçerlidir: Bireysel olsun toplu olsun suç olgusu; salt bireysel bir "şaşırmışlığın" ya da gayrimeşru bir "ölçüsüzlüğün" değil, aynı zamanda devletin yapısının, toplumsal ilişkilerin ve hiyerarşik yapılanmaların örgütlenmesinin, egemen etik ölçülerinin, ekonomik paylaşımın, toplumsal, ekonomik ve kültürel iletişim kodlarının niteliğinin ya da niteliksizliğinin de bir göstergesidir. Twitter linçi olguları bu düzeyin ülkemizde de gitgide düştüğüne delalet. Ama farklı ülkelerde de gözlemlenebiliyor bu unutmayalım. Örneğin Maya Stater vakası İngiltere’de işi gücü bırakıp her saniye trans kadınların kadın, trans erkeklerin erkek olmadığını iddia eden ve translara yönelik olarak, somut kişileri de hedef alarak dışlama ve nefret yayan bir kimsenin sözleşmesi çalıştığı araştırma kuruluşunca yenilenmedi. Başvurduğu Mahkeme, nefret propagandasının demokratik toplumda korunmaya değer bir düşünce olmadığını ifade etti. Bir hekim, eşcinsellik, transseksüellik hastalıktır tedavi edilmelidir, diye tweet atınca Almanya’da çalıştığı klinik işine son verdi. Oralarda da nefret var ama nefretin hedefi kesimlerin başvuracağı yargı mercileri de var tabii. 

‘BİR CUMHURİYET SAVCISI GÖREVİNİ YAPIP HAREKETE GEÇEBİLİR VE BU SÖZLERİ SARF EDENLERE "NEDEN BÖYLE KONUŞTUN?" DİYE SORABİLİR’

Sorularınızda genellikle "motivasyon" sordunuz. Bütün bu sorduğunuz örneklerde bir kimsenin bir şeyi neden yaptığı veya yapmadığını buradan bilebilmem zor. Ama işte tam da "neden yaptıklarını" bulmanın yeri soruşturmalardır. Yargıdır. Yani bir Cumhuriyet Savcısı görevini yapıp harekete geçebilir ve bu sözleri sarf edenlere "neden böyle konuştun, bağımsız mı konuştun, birileriyle ortak mı hareket ettin veya birisi sana şunu de, dedi mi? Kimi hedef aldın, bu sözleri sen mi sarf ettin, bu sözlerin şiddete kışkırtma anlamına geldiğini biliyor muydun, böyle bir kışkırtma kastın var mı" diye sorabilir. O zaman biz de en azından çeşitli şüpheli ve tanık ifadelerinden veya binbir türlü delilden anlayabiliriz kim neyi neden yaptı, hangi sonucu elde etmek istiyor diye. Ancak hareketsiz kalınca bilemiyoruz. Peki yargı neden harekete geçmiyor? Bunu da buradan hiç yanılgısız bilebilmem zor. Tahminlerim var ama. Gözlemim şu ki harekete geçmeme nedeni, Türkiye’de ifade özgürlüğünün el üstünde tutulması değil. Öyle olsaydı, hükümete yönelik veya egemen bakış açısından istenmeyen ifadelere özgürlük tanınırdı. Oysa tırnak içinde muhalif eleştiri içeren pek çok durumda hemen harekete geçildiğini gözlemliyoruz.  Bu harekete geçme veya geçmemede bir tür ayrımcılık var. Böyle bir ayrımcılık tabii nefret gruplarına öyle ya da böyle açık çek vermek demek. Buyurun siz hedef alın, biz açıkça yanınızda olduğumuzu ifade etmesek de hareketsiz kalarak bir anlamda size destek veriyoruz demektir bu.

Bu tür durumlarda Savcıların herhangi bir ihbar veya şikayet olmadan da harekete geçmesi lazım. Çünkü adı üzerinde Cumhuriyet Savcısı, kamu adına hareket etmeli. Suçtan zarar görenin ihbarını beklememeli. Zarar görenler çekinebiliyor, deliyle uğraşmayayım, cahili, caniyi iyice kendime düşman etmeyeyim diye düşünebiliyor. İşte o durumda Cumhuriyet Savcısı bu kaygıyı azaltan ve kamunun mağdurun yanında olduğunu gösteren bir makam olarak harekete geçer ve doğru bir psikolojide işler yürür. Ama mağdur yargının da yanında olmayacağını düşünüyorsa o zaman felakettir işte. Geçenlerde, Baromuzun LGBTİQ+ Hakları Merkezi Başkanı olduğumu duyan biri sosyal medyada özel mesaj isteği ile (çünkü listemde bile değil) çok ağır küfür etti bana örneğin, tehdit sayılabilecek sözler de sarf etti bu hakları savunuyorum diye; engelledim, o kadar. İhbarda dahi bulunmadım. Korktum da açıkçası korkmadım değil. Ha şikayette bulunmak için zamanım var düşünürüm o ayrı ama ilk anda bu tür kaygılarım oldu. Ben nefret söyleminde bulunanlar konusunda ara ara karantina siyasetini savunan bir kimseyim. Yani biz bunları böyle ifşa ettikçe bir taraftan, taraftar da topluyorlar… Böyle özel bir mesajı kamuoyunun gündemine getirip bu cürümkarın taraftar toplamasını istemedim diyeyim. Sonuçta bunları reklam etmiş oluyorsunuz, reklam edildikçe kamplaşmalar artıyor. Ama sorduğunuz olay başka: Alenen yapıyor. Zaten toplamış toplayacağı taraftarı. Ve son derece ağır, liste hazırlanmış, hedef gösteriliyorsa. Hedef gösterilen insanların hepsi üstün nitelikli, aydın, mücadeleci ama demokratik muhalif insanlar. Başarılı muhalifler üstelik, onların sözlerine kulak verenler de çok. Yani toplumda ilerleme, aydınlanma yolunda öncü de oluyorlar.  Hedef alınanlar ihbarda bulunmasa bile Savcıların harekete geçmesi lazım.

Gelecek sayıda yanıtı aranacak sorular:

  1. Toplumun Suriyeli mültecilere yönelttiği öfke ve nefretin nedenleri,
  2. "En iyi Kürd ölü Kürddür" sloganında ifadesini bulan Kürdlere yöneltilen nefret dili ve iki toplum arasındaki derin kamplaşmanın nedenleri,
  3. Ermeni düşmanlığı ve devlet adamlarının Ermeni düşmanlığındaki rolü.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Korkmaz Arşivi