'özgürlük kesintisiz bir mücadeledir'
özgürlük mutlak bir hal değil; mutlak anlamda özgür olamazsınız ancak daha özgür olursunuz. o yüzden özgürlük bir hal değil bir süreç; kesintisiz bir mücadele süreci.
baştan uyarayım, bu feminist hatta feministler için yazılmış bir yazı. ama belki kendilerini böyle tanımlamayan kadın ve erkeklerin de ilgisini çekebilir.
başlıktaki cümle angela davis’in son kitabının adı. ingilizcesi freedom is a constant struggle, sözleri ve müziği roberta slavit’e ait olan, siyahların mississippi’deki mücadelesine dair bir şarkı. eğer ilginizi çekerse barbara dane ve chambers brothers’ın yorumunu şu linkten dinleyebilirsiniz. ama bu cümlenin, daha geniş bir anlamda ezilenlerin ve sömürülenlerin özgürlük mücadelesini tanımlayabildiğine inanıyorum.
eşitlik olmadan özgürlüğün eksik, yetersiz ve neredeyse imkânsız olduğu açık ama bu yazıda başka bir konuyu ele almaya çalışacağım.
cinsiyet ve cinsellik temelinde baskı ve sömürüye uğrayanların yani kadınların ve lgbti’lerin buna dair deneyimlerinin başka ezme ve ezilme biçimlerinden bir farkı var, malum. onlar da diğer sınıf ve toplumsal kategoriler gibi sistemin mekanizmaları sonucu sömürülüyor ve eziliyor ama bu deneyimin önemli bir kısmını tek başlarına yaşıyorlar.
yani mesela işçi sınıfı baskı ve sömürüyü toplu halde göğüsler, toplu halde direnir, örneğin patronun zam yapmaması üzerine bütün fabrika şalteri indirirken bir kadın kendisine el kaldıran kocası karşısında yalnız oluyor.
bunlar, konuya aşina olanlar için sıkıcı hatırlatmalar. ama özellikle feministler açısından özgürlük mücadelesinin nasıl tanımlanacağı, gündelik hayatın nasıl sürdürüleceği, özel hayat denilen o bataklığın nasıl düzenleneceği önemli tartışma noktaları. bunları ufaladığımız zaman, "evlensem mi?"’den "saçımı boyasam mı?"ya kadar onlarca parça çıkar karşımıza. bunların her biri için, her bireye uygun cevaplar olabilir mi? ya da nasıl düşünmeliyiz?
bu konuda feministlere, kendisini bu düşünce akımıyla ya da siyasal pratikle tanımlamayan kadınlardan daha farklı, daha üstün bir misyon yüklemenin doğru olmadığını düşünüyorum. her birimiz hayatta/ayakta kalmaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz. kimilerimiz buna hayatına siyasal bir pratikle anlam katarak ulaşmaya çalışıyor. ama özgürlük mücadelesi her kadının hem hakkı hem de kendine ve hayatına karşı görevi.
özgürlük mutlak bir hal değil; mutlak anlamda özgür olamazsınız ancak daha özgür olursunuz. o yüzden özgürlük bir hal değil bir süreç; bazen düşsek de kalkıp devam ettiğimiz kesintisiz bir mücadele süreci. bu hem kaderleri birbirine bağlı toplumsal kategoriler hem de tekil bireyler için geçerli. toplumun, kamusal düzeyde hayatlarını sınırlamakla kalmayıp yalnızlaştırdığı ve ama bir yandan da birey olarak hayatını kuşattığı her kadının, her lgbti’nin kendine mahsus ayakta/hayatta kalma stratejileri var. burada şunu hatırlatmak istiyorum. toplum, en gıpta edilenden en küçümsenenine kadar bütün kadınlar ve lgbti’lerin üstünden gözlerini ayırmaz ki şaşırıp düşsünler; resmi ve gayrı resmi kayıtlara "yakını" "seveni" olarak geçenler çoğunlukla yargılayıcı gözlerdir ve genellikle itaat de talep ederler. bu yetmezmiş gibi, aramıza bin bir rekabet konusunun salındığı bu ortamda, kimin daha özgür yaşadığı meselesi de bunlardan biri olmamalı. ama bununla, ayakta/hayatta kalmak için atılan her adımın doğru ve haklı olduğunu söylemek istemiyorum. burada iki kriter olabilir bence; bir tanesi kendisi de dahil olmak üzere ezilen ve sömürülen hiç kimseye zarar verecek bir adım atmamak. bunu çok gündelik örneklerle şöyle açıklayabilirim; sizi üzeceği belli bir ilişkiye girmemek, başka birinin canını yakacak bir ilişkiye girmemek, işyerinde yükselmek için çaycı çocuğu ezmemek.
ikincisi, kişisel stratejimizin ayak uydurma değil özgürleşme dinamiklerine dayanması. kimimiz için evlenmemek özgürlüğe atılan bir adım, kimimiz için evleneceği kişiyi kendi seçebilmek; örneğin kendi cinsiyetinden biriyle evlenme hakkını kullanabilmek. özgürlük mücadelesinde varacağımız yer, başladığımız noktaya bağlı olduğu kadar özgürleşme dinamiklerini, araçlarını hayatımıza ne kadar katabildiğimizle de ilintili. evet, coğrafya, aile gibi faktörler insanın kaderini belirliyor ama bu kaderi değiştirebilecek çok adım da var; bunların bir kısmını dayanışma, bazılarını da kişisel güçlenme pratikleri sağlayabiliyor. ama tek bir doğrudan, tek bir özgür hayat çizgisinden yani şablonlardan söz etmek mümkün değil. özgürlüğün mutlak olduğu tek an, o kesintisiz mücadelenin içinde, varlığından habersiz olduğumuz bir gücü fark etmek belki de; o ilk "git bu evden", ilk "gidiyorum baba!" ilk tekme, ilk küfür, ilk öfke, ilk miting!
hepimizin hatalar ve kahramanlıklarla, zaman zaman kendimizden gurur duyup zaman zaman nefret ederek ilerlediğimiz şu dünyada bunları bir tartışmaya katkıda bulunması ümidiyle yazıyorum. geçen yaz feminist mekân’da yaptığımız sohbetlerin bu yazıya büyük katkısı oldu, orada bulunan bütün feministlere teşekkür ederim.