Gün Zileli
Politikanın kiri !
Çok esprili bir insan olan sevgili arkadaşım Vedat Soner’in sık sık kullandığı bir deyiş vardı: “Atlar nallanırken kurbağalar ayaklarını uzatmaz.”
Sanırım bunu, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan işgüzar kimseler için kullanırdı. Onun ağzından bu sözü duyduğumda, daha ne için söylediğini bile anlamadan basardım kahkahayı. Genç yaşında yitirdik onu. Bu vesileyle aziz ruhunu anmış olayım.
SEÇİMLERE KADAR HAFTADA İKİ YAZI
Hafta ortasında “Anarşist Oy Kullanmaz mı?” diye ekstradan bir yazı yazdım. Seçim sath-ı mailine girdiğimiz bu dönemde daha aktif olmam, daha sık yazı yazmam gerektiğini düşünmüştüm. Bunu, Artıgerçek’in yazarlarla ilgili bölümündeki arkadaşlara da bildirdim. Sanırım seçimlere kadar haftada bir yerine iki yazı yazacağım.
Anarşistlerin oy kullanmalarının gereğine işaret eden yazıdan sonra yazmayı düşündüğüm yazıların başlıklarını ve ilk eldeki düşüncelerimi bir kenara not ettim:
- Bugün “Boykot taktiği” ne anlama gelir (Radikal Marksist solun elli yıllık değişmez taktiği
- Oy vermemeye ilişkin çeşitli argümanların eleştirisi (“Beni temsil eden parti yok” - Öyle bir beklentin mi vardı; “Ne değişecek ki?” – Hiçbir şeyin değişmemesini isteyenlerin sığındığı bir argüman; “6 benzemez bir şey yapamaz” – Tekçiliğin sonuçları daha kötüdür
- Muharrem İnce Vakası;
- Zafer Partisi faciası
- Tek liste olmazsa müttefikler birbirine çelme takar.
TEKE TEK’TE MUHARREM İNCE
Bu notlarımın içinde “politikanın kiri”ne ilişkin bir notum yoktu. İki saatimi verip, Fatih Altaylı’nın “Teke tek” programında Muharrem İnce’yi dinleyince bu konuyu öne almaya karar verdim.
Bu cümlemden Muharrem İnce’yi “kirli politika” yapmakla suçlayacağım akla gelebilir ama öyle değil. Politika alanında yer alanlar ne kadar kirliyse, bence Muharrem İnce de ancak o kadar kirlidir. Çünkü politikanın kendisi kirli bir şeydir. Bunu yeniden düşünmeme yol açtıkları için, başarılı bir program yapmış olan gazeteci Fatih Altaylı’ya ve katılımcı politikacı Muharrem İnce’ye teşekkür borçluyum.
Programı iki saat boyunca dikkatle izledim. Muharrem İnce’nin ağırlıklı olarak hedef aldığı Altılı Masa’daki politikacılar hakkındaki suçlamalarının çoğunun doğru olma ihtimali bir hayli yüksek görünüyor. Ne var ki, “karşıtı doğruyu söyler” ilkesi açısından bakacak olursak, Altılı Masa’dan, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan değil (Kılıçdaroğlu’nun bu konuda ve örneğin Hüda-Par konusunda olağanüstü dikkatli davranması ona gerçekten puan kazandırmakta) ama CHP cephesinden Muharrem İnce’ye yöneltilen suçlamaların da doğru olma ihtimali bir hayli yüksek. Peki, neden böyle bu?
POLİTİKADA KİRLENMEK
Bu, politikanın özünden, karakterinden kaynaklanıyor.
Politik arenada belirleyici roller oynayan ya da “politik lider” olarak tanımlanan bir karakter, kimseyi özel olarak ilzam etmeden, soyutlama düzeyinde tanımlamalara girecek olursam; kitlelere kendini olduğundan başka türlü göstermek, poz yapmak, yerine göre bir hami tavrı sergilemek, ne kadar dürüst, ne kadar halka yakın, ne kadar sade bir insan olduğuna ilişkin bir imaj yaratmak, olayları çarpıtmak, ne olursa olsun kendini haklı çıkartmak, kendini eleştiriyormuş gibi yaparken bile haklı çıkartmak, sıkıştığında yalan söylemek, rakibine iftira atmak, kendisine iftira edildiğini ileri sürmek, doğruyu eğip bükmek, şurada söylediğini iki adım sonra nakzetmek, bukalemun gibi renk değiştirmek, karşısındakinin gözüne kum atmak, kendi gücünü abartmak, karşıtını küçültmek ve küçük düşürmek, utandırmak, kendi utançlarını övülecek bir şey gibi göstermek, arkadan kuyu kazmak, söylenti yaymak, kendini göklere çıkartmak, rakiplerini yerin dibine batırmak, yerine göre şantaj yapmak, maniple etmek, çelme takmak, duygusal istismarda bulunmak üzere çocukları sever gibi yapmak, göz yaşartıcı merhamet gösterilerinde bulunmak, kameralara oynamak, rolü bittiği zaman emrindekilere acımasız talimatlar vermek, devamlı el sıkışmak, sonra da acilen ellerini yıkamak, bol bol vaatlerde bulunmak, politikayı halka sorumluluğu nedeniyle yapmak zorunda kaldığı türünden yalanlar söylemek, kurdele kesmek, sonrasında, açılışını yaptığı kurumun durumuna dönüp bakmamak, parti rozeti taktığı kişiyi bile tanımamak, herkese mavi boncuk dağıtmak vb. vb., kısacası politik aynada gerçeğin tam tersi bir manzara yaratmak zorundadır.
Politikacı, iktidara geldiğinde, muhalefetteyken kendine yapılanların aynısını, hatta daha fazlasını muhaliflerine yapmaya başlar, hatta öyle ki, kendi hapishane deneyimlerini, muhaliflerinin hapishane duvarlarını sağlamlaştırmak için kullanmakta hiçbir sakınca görmez. Daha da beteri, bazıları, partilerinin içindeki en küçük bir muhalefeti ezmenin ötesinde, bu kişileri fiziksel olarak ortadan kaldırtmaktan bile çekinmezler.
Politikanın kendine özgü kuralları vardır. Bu kurallara uymayanlar, daha politik arenaya adım bile atmadan tasfiye olup giderler.
İşte bu yüzdendir ki, bir önceki yazım olan "Anarşist oy kullanmaz mı?" yazısının tam zıddı gibi görünen bir şey söyleyeceğim şimdi: Bir anarşist asla bir politik parti ya da örgüte dahil olmamalıdır, olamaz. Olduğu zaman temeldeki anarşist iddialarından kesinlikle vazgeçmiş, yalana ve kire bulanmış demektir.
NEREDEN NEREYE…
Son zamanlarda bunun bireysel bir örneğini bizzat yaşadım. DAF saflarından delidolu, genç bir arkadaş, bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce, belediye seçimleri öncesi Kınalıada’da bizi ziyarete gelmişti. O seçimde “tatava yapma bas geç” tutumunu savunuyor, taktik olarak, AKP’ye karşı yerel planda hangi aday güçlüyse ona oy verilmesini öneriyorduk. Bu arkadaş, sert bir şekilde karşı çıkmıştı görüşlerimize. Ona göre, herhangi bir şekilde oy kullanmak bir anarşist için en büyük günahtı.
Geçenlerde bir twiter paylaşımından, bu delidolu, genç arkadaşın (elbette aradan geçen zamanda büyümüş, hatta fotoğrafından gördüğüm kadarıyla, bıyık bırakıp, o ateşli gençten, çatık kaşlı genç bir adama dönüşmüştü) Memleket Partisi’nin merkez organlarından birinde sorumlu bir görev aldığını öğrendim. Hiç şaşırmadım. Uzun sayılabilecek ömrümde hayat karşıma buna benzer öylesine ironik değişimler çıkartmıştı ki. 1960’lardaki genç devrimci militanların sonradan borsa başkanı olduğunu bile görmüştüm.
Son yazıma ilişkin yorumlarda, bir arkadaş, “anarşist asla oy kullanmaz, kullanırsa şöyle olur, böyle olur” diyordu. Kullandığı ambleme baktım. Bir sol partinin amblemi. Demek bu partiye dâhildi. Kendisi siyasal partilerin konforlu alanında ferah fahur otururken, anarşistlere “oy verme”nin ne büyük “günah” olduğunu anlatıyordu. Amblemini yüzüne vurmadım ama, kendimi tutamayıp, “oy kullanırlarsa günah işlerler mi diyorsun” diye yazdım, alaylı bir şekilde.
Bir başka anarşist arkadaş ise şöyle bir not düşmüştü benim yazının altına: “Sadece oy vermekle kalmayacağım, oylar çalınmasın diye sandıkta bile görev aldım.” Bence iyi etmiş, oy kullanıyorsan, çalınmamasına da göz kulak olacaksın elbette. Ama oradan daha ileri gitmemekte fayda var. Bir adım daha atıp, “şu sol örgüte de üye olayım bari, herkes oraya koşuyor” diye düşünürsen, kirlenmen bir şey değil, anarşizmi bir kenara attığını da net bir şekilde saptaman gerekir.
Sonuç olarak diyeceğim şu ki, atlar nallanırken bir gariban kurbağa olarak ayağınızı uzatırsanız, ya politik arenada parlayacak bir yarış atına dönüşürsünüz ya da elinize nalın mıhını yediğinizle kalırsınız.
Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.