Şiddetin vardığı son nokta: Oto-Sansür

Oto-sansüre varacak derecede vahim sonuçlar doğuracak, “sansür yasası” olarak adlandırılabilecek tasarıyla TCK içinde yeni bir suç yaratılarak keyfi, indi, sübjektif ve adaletsiz uygulamalara neden olacağı çok açık bir düzenleme yapılmakta.

Şiddet sadece bireyin fizyolojik varlığına yönelik fiziksel zor kullanılarak bedeni ve ruhi anlamda zarar verilmesi değildir. Şiddet bunun dışında bizi bunaltan, mutsuz kılan, diğer bireylerle ilişkilerimizi bozan, hatta çevremize ve kendimize zarar vermemize neden olan, kültürel gelişmemizin yollarını tıkayan sosyal, siyasal, hukuksal, kültürel, ekonomik alanlarda yaşadığımız devletin topluluklara ve bireylere uyguladığı baskı, sertlik ve sıkılıktır.

Aslında topluluk ve birey hakları tanınmamış olduğundan ülke insanları toplum olmayı da becerememiş, cumhuriyet-demokrasi sahih olmadığından eşit yurttaş ve özgür birey su üstüne çıkamamıştır.

Bugün AKP iktidarı ve bileşenlerinin yarattığı şiddet insanların hayatını her alanda çöküntüye uğratmıştır.

Rasyonaliteyi dışlayan, dogmalara dayalı bir ekonomi politikası, hamaseti, savaş çığırtkanlığını öne çıkaran bir dış politika uygulaması, gerilim alanlarını daraltma yerine kutuplaşmayı ve ötekileştirmeyi derinleştiren, her sorunu yüzeysel, sığ bir anlayışla güvenlik sorunu olarak gören bir iç siyaset yaklaşımı çöküşe zemin hazırlamış durumda.

Hak ve özgürlük kullanımını despotik bir zihniyetle kullanılamaz hale getirilmesi durumun ve sonuçlarının vahametini arttırmakta.

Nitekim oto-sansüre varacak derecede vahim sonuçlar doğuracak, “sansür yasası” olarak adlandırılabilecek tasarıyla TCK içinde yeni bir suç yaratılarak keyfi, indi, sübjektif ve adaletsiz uygulamalara neden olacağı çok açık bir düzenleme yapılmakta. Bu düzenlemenin Anayasaya ve AİHM içtihatlarına dolayısıyla hukuka açıkça aykırı olduğunu daha önceki yazımda ayrıntılı olarak belirtmiştim. Yasa tasarısı kanunlaştığı takdirde halkın haber alma hakkı tamamen ortadan kalkacaktır.

Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı son açıklamada yapılacak yeni düzenlemeyle cemevlerinin yönetiminin Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olarak kurulacak Kültür ve Cemevi Başkanlığı tarafından yürütüleceğini , Alevi inanç önderlerine de talep etmeleri halinde bu başkanlık tarafından kadro verileceğini açıkladı.

Bu açıklamada Alevilik iktidar tarafından tanımlanıp kültürel bir oluşum kabul edilerek devlete bağlanmak istenmekte. Dedelere maaş vaadi de yaklaşımın sığlığını göstermekte.

Laik olduğunu iddia eden bir rejimde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı kabul edilemez durumdayken Alevilik kurumunu devletleştirerek, Alevilere bir Diyanet yaratmaya kalkmak antidemokratik bir yaklaşımdır.

Tüm bunların yanı sıra daha vahimi “iktidar şiddeti” gelişmenin yollarını açmak ve hakikate yaklaşmak çabası içinde olan bilimi ve bilim insanlarını da etkilemekte. Eleştirel ve analitik düşünemeyen bir toplumda ifade özgürlüğünün yeşerebileceği umudu yerle bir edilmiştir..

Hakikat yani bilim özgürlüğün diyalektik eylemi şeklinde ortaya çıkar. Bu eylemi yöneten güç özgürlüğün içinden gelen özgür akıl ve özgür vicdandır. Fikirler hem özgürlük kaynaklı hem de özgürlük hedeflidir.

Her fikrin bir özgürlüğü vardır. Kuşkusuz fikirler değişebilir ama bir fikir kendi özüyle değişmeden kalmak istiyorsa özgürlüğün ana zemininden ayrılmamalı ve fikirlerin özgür diyalektiğinde kendi karşıtını daima korumalı ve onunla ilişkisini kesmemelidir. Çünkü ancak bu durumda eleştirilebilme, değerlendirilebilme, ilerleyebilme ve gelişebilme olanağı bulabilir.

Özgür akıl ve özgür vicdan, özgür bilim ve özgür felsefe eylem halindeki hakikati temsil ederler. Bilmek tek hakikat olduğunu iddia edip, onu tartışılmaz kılmak değildir. Hakikate tam olarak ulaşabilmek hiçbir zaman olanaklı değildir. Önemli olan sürekli eleştirip, araştırarak hakikate yaklaşma çabası göstermektir. Gelişme de buna bağlıdır.

Bu nedenle fikirlerin özgürce açıklanması ve tartışılması zorunludur. Erich Fromm bunu “bilmek gerçeği eline geçirip ona sahip olmak değil, sürekli eleştirip, araştırarak gerçeğe biraz daha yaklaşma çabasıdır” şeklinde açıklar. Bu nedenle Woltaire’in “söylediklerinizin hiç birine inanmıyorum ama konuşma hakkınızı ölünceye dek savunacağım” sözü evrensel ahlaki bir ilkedir. Fikir özgürlüğüne yapılan saldırı ancak totaliter despotik bir anlayışın ürünü olabilir.

Özgürlüğün yerine geçmeye çalışan, özgürlük ve hakikat olduğunu iddia eden ve böylece bir ideoloji haline gelen fikir aslında kendi özgürlüğünü yitirir, başkalaşır yani hiç olur. Diğer bir deyişle tüm fikirleri kendine göre ölçen, değerlendiren, dünyaya kendinden pay biçen bir mutlaklaşma yoluna gider. Aslında tek fikir olduğu için sınırlıdır ve bu sınırlılık sonucu mutlaklaştığı için artık hukuk ve özgürlük tanımaz, baskıcı bir güç haline gelir. Bu hakikatin bloke edilmesidir.

İnsan zihninin özgürlükten arındırılıp güdümlü hale getirilmesi insanın ruhuna karşı işlenmiş bir cinayettir. İnsanların zihinlerinin içine devletin “resmi görüşü” veya “resmi felsefesi” olarak girip orada saltanat kurmak, insanları robot haline getirmek ahlak dışı bir davranıştır.

Keyfiliğe dayanan baskı yönetimi (istibdad) sorunu da bu nedenle ahlaki bir sorun olur. Çünkü insana bir araç, bir eşya muamelesi yapılamaz. Bir toplumun gelişmesi özgür bireylerin varlığına bağlıdır. Korku ve baskıyla sindirilmiş, özgürlükleri kullandırılmayan, bir otoriteye bağlı kılınmış, birey olamamış insanların oluşturduğu oluşuma toplum denemez. Özgürlük olmadan hakikat olmaz. Ahlak ve adalet olmaz. Sonuç olarak insan olmaz.

Hakikat (bilim), estetik (sanat), etik (adalet, eşitlik, insaniyet) gibi yüksek ahlaki değerleri insanlığın yararına sunabilmek ancak fikir özgürlüğü ile olanaklıdır. Yaşam fikirlerle aydınlanmalı ve dile gelmelidir. Kuşkusuz fikir özgür olurken, özgür kalabilmek için aynı zamanda özgürlüğe saygılı ve ona hizmet eder olmalıdır.

Her fikir özgür kalabilmek için kendi karşıtlarının özgürlüğünü de korumalıdır. Ancak bu durumda hakikatin anlamı ortaya çıkabilir .İnsanı özgür olmaya çağıran ses manevi dünyadan gelen vicdanının sesidir. Vicdan bizi özgür olmaya çağırır. Çünkü özgür olmak demek kendimize, diğer insanlara, doğaya, tarihe, yaratan güce karşı sorumlu olmak demektir. Bu nedenle özgürlük manevi karakterli, doğuştan gelen bir iç güçtür.

Türkiye gibi bir ülkede ifade özgürlüğüne ihtiyaç daha fazladır. Bu nedenle sadece entelektüellerin değil, politikacıların da halkı mutlak ve totaliter fikirlere doğru değil, özgürlük yolunda ve özgürlüğe doğru eğitme ve yönlendirme sorumlulukları vardır. Bu onların insanlığa karşı insani ve vicdani görevleridir.

Siyasi kadroların bugün ülkenin içinde bulunduğu durumda bilim insanlarına, sanatçılara, yazarlara, tüm aydınlara bu görevi yerine getirebilmeleri için hukuken güvence altına alınmış bir özgürlük ortamı yaratmaları gerekirken, aksine bunu engelleyip şiddet uygulamaları, despotik tavırlar sergilemeleri aslında toplumun ve bireyin manevi dünyasının ve ruhunun hançerlenmesidir.

Bugün insana verilen değer ve birey-yurttaşa tanınan insan hak ve özgürlüklerinin düzeyi ile değerlendirdiğimiz ülkelerde özgürlük uğruna uzun mücadeleler verilmiş ve bunun sonucu söz konusu ülkelerin iç düzeni özgürlüğün ana zemini durumuna gelmiştir. Buna rağmen o ülkelerde dahi özgürlük sürekli bir emek ve özenle korunmakta.

Hukukun güce veya siyasete alet edilmesi durumunda toplumda uyumsuzluk ve huzursuzluk artar, kültürün gelişmesi engellenir ve toplumun geleceği tehlikeye düşer. Ama hukuk nihai hedefi olan adalet, özgürlük ve insaniyete yönelik olarak görev yaparsa toplumda uyum, denge, barış ve huzur sağlanır ve kültürel gelişmenin yolları açılır.

Türkiye’nin demokratikleşme yönüne doğru gitmeyip faşizan bir anlayışa sürüklenmesi ve programında demokrasi ve hukuk vaadinde bulunan AKP’nin bunun öncülüğünü yapıyor olması siyasetin ilkesiz ve etik dışı bir zeminde cereyan ettiğini göstermekte.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi