Simon & Garfunkel!

60'lı 70'li yılların kült folk&rock ikilisinin öyküsünde tarih var, gençliğimiz var, savaş var ve binbir hüzün ile yüzbir sevinç. Hepsi kıyak şarkılarda. After all these years!

Ren nehri kıyısında, merkez tren istasyonunun hemen yanında, Dom Kilisesi'ne iki adım mesafede kocaman bir salon. Cam, beton, çelik bir konstrüksiyon. 1640 seyirci alıyor.

Cuma akşamı bir tek boş koltuk yoktu. İzleyiciler bir saat önce terasta ve fuayede biralarını şaraplarını içiyor. 60’ların rock parçaları çalıyor hoparlörde alçak sesle. Travelling yaptım kalabalığın içinde: Yaş ortalaması 65 ile 70 arasında. Takım elbiseli, kravatlı bir tek adam yok. Kadınlar da sade giyinmiş. Hava zaten yanıyor: 39 derece. Uzun saçını topuz yapmışlar var, blucinli abiler, ‘’Baba Cool’’ grubundan arkadaşlar. Çoğunda lastik ayakkabı hatta sandalet. Göbekler bıyıkaltından sırıtıyor. Çoğu gözlüklü. Tam bir 68'liler festivali. 

Bir ara Necmi Demir’i görür gibi oldum. Gidip kucaklayacağım. Sonra baktım yanındaki hanımefendiye, İlkay’a hiç benzemiyor. Yanılsama olmuş.

Artık salona gireceğiz. Görevliler optik gözle biletlerimizi kontrol ediyor. Herkes geçiyor, geçti. Benim önümde, böyle vişne çürüğü renginde ceketi var, yeşil gözlüklü, esmer, ablak suratlı bir adam kontrole takıldı. Optik göz adamın biletini okumadı. Biiip diye alarm verdi. Görevli, ‘’Sizin biletiniz geçersiz, tarihi geçmiş ya da sahte bir bilet, nereden almıştınız?’’ diye sordu. Adam cevap bile veremeden yarım tur döndü, çekti gitti.

Simon and Garfunkel Story müzikali başlıyor. Bizim kuşağın kült gruplarından birinin öyküsü. 60'lı-70'li yılların Amerikasını, o dönem gençliğinin haleti ruhiyesini, aşklarını, iletişimsizliklerini, dert ve zevklerini, bu arada Vietnam Savaşını çok güzel anlatan şarkıların kahramanı.

En son bir konsere ne zaman gittiğimi tam olarak hatırlayamıyorum. Çünkü hakikaten çok uzun zaman olmuş. Açık Hava’da Neşet Ertaş konseri mi? Cohen’in Londra konseri mi? Yoksa Renaud’nun Vaison La Romaine mi? Belki de Roger Waters’in Paris-Bercy konseri? Yoksa Maxime Leforestier’nin Brassens şarkıları söylediği resital mi? On yıl, on beş yıl belki de yirmi…

Giysi ve tavırlarını benzetmişler, iki genç İngiliz tiyatrocu-müzisyen sahnede Paul Simon ve Art Garfunkel’i oynuyor. Arkada iki gitar, bir bateri, bir org, 3 nefesli saz 3 de korist var. Dev ekranda dönemin görüntüleri. JFK’in vurulması, Martin Luther King, Woodstock, Vietnam Savaşı…

Londra’da BBC’den arkadaşım Mari ile Wembley Arena’da bir Paul Simon konserine gittiğimi hatırladım şimdi. Konserin başlamasına yarım saat var, salon neredeyse bomboş. Panikledim. Ayağa kalktım. Mari ‘’Hayrola?’’ diye sordu. ‘’Ben çıkayım dışarıdan biraz adam toplayıp getireyim. Paul abim taa Amerikalardan bize konser vermeye gelmiş, salon boş olursa ayıp olur, rezil olmayalım arkadaşa’’ demiştim. Konserin başlamasına 5 dakika kala hıncahınç dolmuştu o gün Arena. Neyse yırtmıştık! 

’Sound of Silence’’ ile başladı Kolonya kentindeki şenlik.

Paul ile Art, New York Queens’in çocukları, ilkokuldan ve mahalleden arkadaşlar. Daha 1957’de 16 yaşında iken ‘’Tom and Jerry’’ diye grup kurmuşlar. Folk and rock yapıyorlar. Art anılarını yazmış, alıp okuyacağım. 

Simon and Garfunkel’i önce ABD’de sonra bütün dünyada şöhrete kavuşturan ilk mühim hadise Dustin Hoffman’ın oynadığı ‘’The Graduate’’ (1967) filmi. Çünkü başta Mrs. Robinson olmak üzere bu filmin müzik ve şarkıları S&G tarafından bestelenip söyleniyor.

Grubun, 1981 (450 bin dinleyici) ve 1991 (750 bin) Central Park konserleri de yansıdı ekrana. ‘’Bridge Over Troubled Water’’ şarkısını söylerken neredeyse bütün salon ayağa kalktı. Ali Sami Yen’de olsaydık ‘’Çök çök çök!’’ diye bağıracağım ama Almanca bilmiyorum. Ben de, haliyle, kalktım ayağa. 

Sonlara geliyoruz. Veda ettiler. Alkışlar alkışlar. Ama ben kırgınım. ‘’The Boxer’’ı söylemediler. Meğerse Bis sonrasına saklamışlar. Geldiler bir daha sahneye. Bütün salon ulusal marş söylercesine ‘’The Boxer’’ı söyledik hep bir ağızdan, yerimizde, ayakta dans ederekten. 68 kuşağı ölmediğini kanıtladı. 

İşim eleştirmenlik ya… Yazmadan edemeyeceğim: Müzikal diye sunulmuş bir gösteri ama sonuç olarak bir konserdi izlediğimiz. Üstelik orijinalini bilip dinlediğimiz şarkıları bir başkasından dinlemek, aslına ne kadar benzese de, çok cazip değil. Sıradan bir S&G dinleyicisinin zaten bildiğinin dışında yeni bir bilgi, perspektif yoktu söylenenlerde ve gösterilenlerde. Gösterinin sonuna kadar bekledim, korktuğum başıma geldi: Paul Simon’ın müzik endüstrisinde ve medyada büyük tartışmalara, tepkilere neden olan Broadway’de sahneye koyduğu ‘’The Capeman’’ müzikalinden, hiç bahis olmadı... Çünkü Paul hakiki bir çete cinayetinden yola çıkıp açıkça ırkçılığa ve ölüm cezasına karşı çıkıyordu. 

Demem o ki daha çok klasik Show yani ticari kaygıların ön planda tutulduğu bir gösteri olmuş yaptıkları. Olsun! Hiç olmazsa iki saatliğine de olsa, Erdoğan, S400, AB yaptırımları, kurulacak yeni partiler, rezil Türk medyası gibi sevimsiz konulardan uzaklaşmış olmak, biraz nostalji, biraz müzik, çokça heyecan … iyi oldu. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi