sınıf dediğin sadece perspektif mi?

geniş emekçi yığınlar ekonomik krizi iki ana başlıkta hissediyor: işsizlik ve pahalılık. öyleyse mücadelenin ve taleplerin de aynı eksende olması gerekmez mi?

genç, güzel giyimli bir kadın, ucuzluğuyla ünlü marketlerden birinde, kulağında kulaklık peynir reyonunun önünde oyalanıyor. bütün peynir kutuların fiyatlarına bakıyor, aralarındaki fark iki lirayı geçmeyen fiyatlar bunlar. market tenha çünkü gündüz saati. o saatte alışverişe çıkabiliyor çünkü işsiz.

türkiye tarihinde ilk kez, geçen yıl, kayıtlı kadın işsiz sayısı kayıtlı erkek sayısını aşmış. genç kadın işsizliği yüzde 28.4’e ulaşmış. disk-ar raporuna göre, tarım dışı genç kadın işsizliği en fazla yükselen işsizlik türü; bir yıl içinde yüzde 5.5 oranında yükselerek mart 2019’da yüzde 31.7 olmuş. işsiz sayısı, uzun zamandır çalışan sayısından fazla.

birinci paragrafta anlattığım genç kadın, işini kaybettikten sonra aldığı tazminatla bir yıl daha geçinmeyi ümit ediyor. en ucuz peynirle kahvaltı yapıp pazarda sebzenin, meyvenin ucuzunu seçerek, kitap, giysi almayarak, dışarıda çok az zaman geçirerek… ileri’nin haberine göre, geçtiğimiz yıl boyunca doğal gaz ve elektriğe toplam on kez zam, iki kez de indirim gelmiş. böyle giderse, kış soğuk geçerse o bir yıl daha da kısalabilir. sonra? sonrası için muğlak planları var, parası bitmeden iş bulamazsa evini kapatıp memlekete, ailesinin yanına dönecek, onlara yük olmaktan bunalan, fakir ve mutsuz bir kadın olacak.

bunun gerçekdışı bir senaryo olmadığını hepimiz biliyoruz. ama o kadının ihtiyaçları –büyük ihtimalle oyunu verdiği- muhalif partilerin, sempatizanı olduğu sol grupların gündeminde hak ettiği yeri bulmuyor. ekonomik kriz olarak özetlenen bu gerçeklik, akp’nin başarısızlıkları listesindeki maddelerden biri, kapitalizmi teşhir etmenin bir aracı, sınıf mücadelesini yükseltmek gerektiği yönündeki uyarıların gerekçesi olmanın ötesinde bir alan bence. 

öncelikle neyi nasıl ifade ettiğimize bakalım. ekonomik kriz bir soyutlama ve laf salatasıyla kolayca egale edilebiliyor. ekonomi uçabiliyor, kriz gerileyebiliyor, enflasyon bilmem kaç haneli rakamlara çekilecek olabiliyor. anlatılanlara bakılırsa dolar düşüyor, sistem stabilleşiyor, işin zor kısmını atlatmış oluyoruz…

bu yalanlara cevap vermek önemli ama bu yalanlara bu dilin içinden cevap vermek yeterli mi, emin değilim. herkes işin gerçeğini biliyor çünkü herkesin sofrası küçülüyor, herkesin çevresinde iş arayan gençler, işini kaybeden her yaştan insan var.  evet, ekonomik büyüme oranının düşmesi, sektörel daralma falan da muhakkak ki önemli göstergeler. bir ara, krizin, demokrasinin tesisiyle aşılabileceği yönünde bir söylem oluşmuştu, şükür büyük ölçüde aşıldı; yerli/yabancı sermayenin diktatörlüğü demokrasiye tercih edeceği örneklerle açıklandı. bu kadar fazla hesaba ve mülke el konulan bir dönemde sermayenin eksikliğini hissedeceği şey demokrasi değil mülkiyet güvenliği ama bunun konuyla doğrudan alakası yok.

krizin birçok sebebi var ama bunları eksiksiz sayabilmenin de ne krizle ne iktidarla ne de sistemle mücadeleye çok belirleyici bir katkısı yok.

çünkü sebepleri ne olursa olsun, geniş emekçi yığınlar ekonomik krizi iki ana başlıkta hissediyor: işsizlik ve pahalılık.

öyleyse mücadelenin ve taleplerin de aynı eksende olması gerekmez mi?

aklın yolu bir, dünyanın pek çok yerinde ve türkiye’de uzun zamandır çalışma saatleri azaltılarak iş gününün kısaltılması ve daha fazla insana istihdam açılması öneriliyor. ama kabul edersiniz ki, kadın işsizliği, özellikle de genç kadın işsizliği yükselirken istihdamda kadınlara pozitif ayrımcılık uygulayacak yani daha fazla istihdam edilmelerini sağlayacak bir düzenleme yapılması da çok önemli.

ikinci talep tabii ki zamların geri alınması! bir tek zammı bile geri aldırtmak mümkün olsa bunun insanların hayatında nasıl bir değişikliğe yol açacağını, insanlara ne kadar moral vereceğini ve tekrar mücadeleye ümit bağlamalarına yol açacağını düşünebiliyorsunuz değil mi! evet, insanların tekrar mücadeleye ümit bağlamaları gerek, şimdiki gibi kapağı yurtdışına atmaya değil.

bir başka mesele, krizin sıkıştırdığı sermayenin kamu fonları kullanılarak rahatlatılması. bunların geriletilmesi, engellenmesi gerekiyor.

bugün muhalefetin önemli bir kesimi, siyasi baskıları merkeze alıyor. siyasi baskılara karşı mücadele önemsiz değil ama mücadelenin gündemini bununla sınırlamak, kriz ve sonuçlarını ikincil meseleler olarak görmek düşülebilecek en önemli tuzaklardan biri. çünkü siyasi baskı en nihayetinde siyasetle ilgilenen insanları ilgilendiriyor (kürt halkına ve iradesine yönelik baskıları bundan ayrı tutuyorum çünkü bu siyasi baskıyla sınırlı olarak tanımlanamaz) ve oysa işsizlikten ve pahalılıktan etkilenen milyonlar var. onları harekete geçirmek iktidara karşı mücadelenin de önemli bir dinamosu olur.

tabii kriz döneminde emekçilerin ayakta kalması için kooperatiflerden ortak mutfaklara kadar örgütlenebilecek pek çok şey de var. ama en önemlisi krizin basit bir propaganda malzemesinin ötesinde ele alınıp önemli bir mücadele zemini olarak değerlendirilmesi… ve tabii sendikal mücadelenin bir tehdit oluşturacak kadar güçlenmesi.

kriz sadece bugünün, yanlış akp politikalarının sonucu olan bir mesele değil, küresel dinamikler de etkili. daha önemlisi, ekonomi adı verilen ilişkiler silsilesi de aslında sınıf ilişkileri. ve bu ilişkiler sosyal demokrasiden sosyalizme, anarşizmden komünizme, tabii ki kent ve çevre hareketlerine ve hatta feminizme kadar uzanan bir yelpazede bütün solun en sağlam zemini ve radikal demokrasinin de bunu görmemesi, hesaba katmaması için bir sebep yok.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi