Doğan Özgüden
Siyasette böyle liderler de vardı…
Ayasofya ruhunun Yenikapı ruhuyla hemhal olduğu şu parçalı bulutlu 15 Temmuz gününde haftalık yazım için konu aramama pek gerek kalmadan "cumhur müttefiki" ve de "millet müttefiki" partilerin başını çeken siyasetçilerle ilgili evlere şenlik haberler düşmeye başladı.
Türkiye’de islamo-faşist rejimin Ayasofya fütuhatına Danıştay 10. Dairesi'nin icazet vermesinden önce CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun nasıl çanak tuttuğunu, fütuhatın ardından da CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce ve CHP’li İstanbul belediye başkanı Ekrem İmamoğlu tarafından kilisenin camileştirilmesinin nasıl coşkuyla alkışlandığını ibretle görmüştük.
Bir kilisenin devlet zoruyla camileştirilmesi evrensel düzeyde bir cürüm olduğu halde Kılıçdaroğlu hâlâ bu cürümün özünü değil, sadece işleniş biçimini eleştirerek durumu idare etmeye çalışıyor.
Koray Düzgören’in son yazısında belirtiği gibi, "Muhafazakâr kesime sempatik görünerek partisinin oyunu arttıracağını hesap ediyor. Sağ ve muhafazakâr kesimin oyunu kazanabilmek için sağ, devletçi ve milliyetçi söylemler gerekliymiş gibi davranıyor. İktidarın dümen suyunu izlemekte bir sakınca görmüyor."
Aslında marksist solu ve Kürt direnişini sürekli karşıya alarak sağ kesimin oyunu kazanma cambazlıkları CHP’de Kılıçdaroğlu’ndan çok çok önce, 60’lı yıllarda başlamıştı.
Dönem, Türkiye’de gelişmekte olan sosyalist ve bağımsızlıkçı direnişin önünü kesmek için ABD emperyalizminin ana akım medyayı da kullanarak Morisson taşaronu Demirel’i başbakan yaptığı dönemdi. O dönemdedir ki Demirel Müslüman Kardeşler’i devletin kilit noktalarına yerleştirmişti.
12 Mart darbesinden sonra da CHP genel sekreteri Ecevit başbakan olunca bir yandan Müslüman Kardeşler’in MSP’sini iktidar ortağı yaparak, öte yandan Kıbrıs adasının yarısını Türk Ordusu’na işgal ettirerek Türk-İslam Sentezi faşistlerinin daha da güç kazanacağı ortamı hazırlamıştı.
Onu, 12 Eylül faşist darbesinden sonra Müslüman Kardeşler’in kilit adamı Turgut Özal’ın Evren Cuntası tarafından önce askeri güdümlü hükümetin başbakan yardımcılığına getirilmesi, ardından da yıllarca başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmasına olanak sağlanması izlemişti.
Özal sonrasında art arda kurulan Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan ve de Bülent Ecevit hükümetleri bir yandan Kürt halkının direnişine ve demokratik güçlere karşı devlet terörünü yoğunlaştırırken, diğer yandan skandal dolu uygulamalar ve yolsuzluklarla kitlelerin canına tak ettirerek Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği AKP’nin 2002’de iktidar olmasına zemin hazırlamışlardı.
Seçimin ardından, dönemin CHP genel başkanı Deniz Baykal, "camiler kışlamız, minareler süngümüzdür" diyerek fütuhat özlemlerini daha o günlerde şiirselleştirmiş fanatik bir islamcının başbakanlık koltuğuna oturmasını sağlamıştı.
Yıllarca Avrupa Birliği’ni "siyonizmin beşinci kolu" diye niteleyerek Türkiye’nin üyelik adaylığına karşı çıkmış olan Erdoğan, ele geçirdiği iktidar koltuğunu herhangi bir askeri darbe ihtimaline karşı garantiye almak için islamcıların sinsi silahı takiyyeye başvurarak birdenbire AB dostu kesilmişti.
Öyle ki, AKP’nin sandık zaferi ve Erdoğan’ın "tek adam"lığa tırmanışı, gerek Türkiye’de, gerekse Avrupa’da demokrasi ve özgürlükten yana olan güçlerin bir bölümü tarafından da bir umut kaynağı olarak alkışlanıyordu.
O günlerde İnfo-Türk’te yayınlanan yazılarda ve Avrupa kurumlarına ilettiğimiz uyarı bildirilerinde AKP iktidarının gerçekte neyi temsil ettiğini, Türkiye’yi islamcı faşist bir rejime sürükleyebileceğini vurguladığımız zaman yıllardır birlikte mücadele verdiğimiz sol ve demokrat kişiler tarafından demokratikleşme sürecine çomak soktuğumuz suçlamalarına maruz kalmıştık.
2002 seçiminden 18 yıl sonra mal artık tüm çıplaklığı ve çirkinliğiyle ortada…
AKP-MHP çetesinin Türk-İslam gericiliği karşısında ilkeli duran tek parti, büyük kitlesini Kürt yurttaşların oluşturduğu, hangi köken ve inançtan olursa olsun gerçek demokratların da doğrudan saflarında yer aldığı ya da oylarıyla desteklediği HDP oldu.
Dört yıl önceki 15 Temmuz çakma darbe girişiminin ardından Erdoğan’ın icad ettiği "Yenikapı Ruhu"na ram olan CHP lideri Kılıçdaroğlu ve kafadarları, bugün de "Ayasofya’nın Fethi" rezaletine önceden yeşil ışık yakmakla kalmadılar, Ayasofya’nın esasen "cami" olduğu safsatasını bizzat telaffuz eder oldular.
Hepsi Türk-İslam Sentezi camiasının fedai örgütleri niteliğinde olan diğer partiler, CHP’nin "millet müttefiki" İYİP ve SP de dahil olmak üzere Ayasofya’nın fütuhatına alkış tutmakta birbiriyle yarışmakta.
Erdoğan diktasına karşı ödünsüz muhalefet sürdüren HDP’nin liderleri, seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları Reis’in hakimleri tarafından zindanlara atılır, yıllarca özgürlüklerinden yoksun bırakılırken, diğer partilerin Yeni Kapı ve Ayasofya ruhuna ram olmuş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları "dostlar alışverişte görsün" türünden bir muhalefetle dokunulmazlığın sefasını sürmekte…
Meclis’te üçüncü parti olan HDP’nin iki lideri, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ 2016 çakma darbe girişimi sonrası başlatılan adli terörün kurbanı olarak hâlâ zindandalar. Demirtaş’ın derhal tahliyesi yolunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği karar dahi hiçe sayılmakta.
Yargı erkinin en yüksek organı olan Anayasa Mahkemesi bu geriye gidişte geçen gün bir adım daha atarak bundan böyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının Türkiye’yi bağlayıcı olmadığını da ilan etti.
Adalet mekanizmasının, bugünkü düzeyinde olmasa da, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü ayaklar altına almak için mevcut siyasal iktidarlara nasıl hizmet arzettiklerine 70 yıla yaklaşan gazetecilik yaşamımda defalarca tanık oldum.
Bittabi bunun örnekleri bizim tanıdığımız 70 yılın da gerilerine, cumhuriyetin kurulup tek parti sultası altında örgütlendiği 20'li, 30'lu yıllara kadar uzanıyor.
1925 istiklal mahkemelerinin, her sıkıyönetim döneminde kurulan askeri mahkemelerin "astığı astık kestiği kestik" kararlarını bir kalem geçelim… Ya sıkıyönetimsiz, çok partili sivil yönetim dönemlerinde işlenen adli cürümler?
Ögrencilik yıllarından anımsadığım ilk adli cürüm… 2. Dünya Savaşı'nın ardından sözüm ona "demokrasiye geçiş" döneminde Türkiye'nin ABD emperyalizmine teslimine karşı çıktığı için Tan Gazetesi 4 Aralık 1945 tarihinde CHP'nin kışkırttığı "milliyetçi" güruh tarafından basılıp tesisleri parçalanarak susturulmuştu.
Bu alçakça saldırının kışkırtıcı ve uygulayıcılarının yakalanıp yargılanması gerekirken, zorbalıkla susturulmuş bulunan Tan Gazetesi'nin üç yöneticisi, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel ve Cami Baykut, bu vahşet olayından önce o gazetede yayınlanmış olan eleştirel yazılarında Meclis'e ve Hükümet'e hakaret ettikleri gerekçesiyle mahkemeye sevkedilmiş, CHP iktidarının emrindeki ceza mahkemesi 24 Mart 1946 tarihli oturumda üçünü de Türk Ceza Kanunu'nun 159. maddesinin 1. fıkrası uyarınca birer yıl hapse mahkum etmişti.
Sıkı durun, bu yüz kızartıcı hükmü veren mahkemenin başkanı, 15 yıl sonra Yassıada'da Yüksek Adalet Divanı'nın başkanı olarak Menderes başta olmak üzere 15 Demokrat Parti yöneticisini idama, yüzlercesini hapse mahkum edecek olan Salim Başol idi.
Yassıada duruşmalarında sanık ve avukatlarının itirazlarını "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" diye reddederek adaletin siyasal iktidara teslimiyetinin unutulmaz örneklerinden birini veren Salim Başol, iktidarda kim olursa olsun ona biat etmenin bir başka örneğini de 1948 yılında Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’nin 45 üyesini hapis ve sürgüne mahkum ederek vermişti.
2. Dünya Savaşı sona erdikten sonraki çok partili rejime geçiş döneminde CHP dışında siyasal partilere izin verildiği zaman kurulan ilk partilerden biri Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi idi. Ona paralel olarak sol sendikalar da kurulmaktaydı. Ne var ki, hızla ABD emperyalizminin emrine girmekte olan CHP iktidarı sol parti ve sendikaların varlığına tahammül edememiş, sıkıyönetim komutanlığına talimat vererek bu partiyi ve sendikaları kapattırıp yöneticilerini tutuklatmıştı.
Salim Başol başkanlığındaki Ağır Ceza Mahkemesi aylarca süren duruşmalardan sonra, 14 Temmuz 1948'de, parti lideri Dr. Şefik Hüsnü Deymer'i 5 yıl hapis, bir o kadar da sürgüne mahkum etmişti. Diğer 44 partili de 4 yıla varan hapis ve bir o kadar da sürgün cezalarına çarptırılmıştı. Cumhuriyet Gazetesi de bu mahkumiyet kararını "45 komünist mahkum oldu" başlığıyla duyurmuştu.
TSEKP mahkumları 1950 yılında çıkartılan genel aftan yararlanarak serbest bırakılmışlarsa da, hemen ardından, bu kez de yine ABD emperyalizminin yeni taşaronu Demokrat Parti iktidarı döneminde ünlü TKP tevkifatı başlatılınca hemen hepsi yeniden tutuklanıp askeri mahkemeye sevkedilmişlerdi.
Bu kez tutuklananların sayısı 187 idi, aralarında TKP lideri Dr. Şefik Hüsnü Deymer ile Merkez Komitesi’nin diğer üyeleri, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Bozışık, Halil Yalçınkaya ve Mihri Belli de vardı.
17 Ekim 1954’teki karar duruşmasında 118 kişi on yıl ile bir yıl arasında hapis cezasına, ayrıca üç ile bir yıl arasında sürgün cezasına çarptırılmıştı.
En ağır cezayı alanlardan Dr. Şefik Hüsnü Deymer ağır hapis süresini tamamladıktan sonra Manisa'da sürgündeyken 8 Nisan 1959'da yaşama veda edecekti.
Sınıf kavgasında yargı erkinin adaletsizliğine uğrayanların çoğunu tahliyelerinden sonra şahsen tanımak, bilgi ve deneylerinden yararlanmanın ötesinde şahsi dostluk kurmak şansına sahip oldum. Ancak sürgünde vefat eden Deymer’i ne yazık ki şahsen tanıma olanağım olmadı.
Reşat Fuat Baraner’in eşi yazar Suat Derviş 60’lı yıllarda bir süre yöneticiliğinde bulunduğum Gece Postası gazetesine çeviriler yapıyordu. Bu vesileyle Baraner’i şahsen de tanımam mümkün olmuştu. Baraner sol çevrelerde öylesine saygındı ki, 12 Ağustos 1968’de vefat ettiğinde Türkiye solunun farklı eğilimlere mensup militanları ilk kez onun cenaze töreninde bir araya gelerek kendisini sonsuzluğa uğurlamıştı.
TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar ile, sürgün yıllarımda, Doğu Berlin’de birkaç kez buluşup uzun uzun görüşme olanağım oldu. Kendisi 1961’de yurt dışına çıktıktan sonra Yeni Çağ dergisini ve TKP’nin Sesi radyosunu kurmuş, Avrupa’daki Türkiyeli göçmen işçiler arasında örgütlenmeyi başlatmıştı. Baştımar da, ben de, 12 Mart darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından açılan TKP davasının aranan sanıklarındandık.
1951 TKP tevkifatı sanıkları arasında bulunmamakla beraber, adaletsiz adaletin darbesini en çok yiyen komünist lider ve düşünürlerden biri hiç kuşkusuz Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Daha 1925’te İstiklal Mahkemesi tarafından 10 yıl küreğe mahkum edilen Kıvılcımlı 1927 ve 1929’de iki kez daha mahkemeye sevkedildikten sonra 1938 yılında Nazım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’nda 15 yıl hapis cezasına çarptırılmış, 12 yıl hapis yatmıştı.
Şahsen tanıma ve söyleşme şansına sahip olduğum Kıvılcımlı’nın Ant dergisinde çeşitli söyleşi ve yazılarını, ayrıca Ant Yayınları arasında 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi adlı kitabını yayınlamıştık.
Türkiye sol tarihini titiz bir çalışmayla belgeleyip arşivleyen Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV), son zamanlarda Şefik Hüsnü Deymer, Reşat Fuat Baraner ve Zeki Baştımar üzerine üç kitap yayınladığı gibi, Hikmet Kıvılcımlı’nın tüm eserlerini de arşivlemiş bulunuyor.
Onlar uzakta kalan bir dönemin Selahattin Demirtaş’larıydı, Figen Yüksekdağ’larıydı…
Yenikapı ve Ayasofya ruhlarına ram olan çapsız ve ilkesiz siyasal liderler ortalıkta cirit atarken ömür boyu zindan, işkence ve sürgünlere rağmen başlarını dik tutan, inançlarından ödün vermeyen bu komünist liderlerin yaşam ve düşüncelerini okumak gerekir. Yaşamdan ve kavgadan umudu kesmemek için, "Siyasette böyle liderler de varmış" diyebilmek için…