Özgün Enver Bulut
Sizden biri ölse, siz de birlikte ölmez misiniz?
Geçmiş bir yük müdür? Özellikle "felaket ve acı" olarak adlandırılan dönemlerde yaşananlar düşünüldüğünde, bu soruyu yeniden sormak mümkün görünmektedir. Sahi, belirli tarihler geldiğinde ülke olarak topyekün bir teyakkuz yaşanır ve herkes eteğindeki taşları döker. Vatan hainliği, düşmanlaştırma, ecdat kelimeleri havada uçuşur. Dün söylenen sözler unutulur, bugün yeni kavramlar tedavüle sokulur ve geçmiş bir yük müdür sorusu ise havada kalır. Bırakın geçmişin yük olup olmamasını konuşmayı, gelecekten bile hayır çıkmayacağını bir kez daha görmüş oluruz.
Her şey Biden’in soykırımı tanıyorum sözüyle başladı. Biden’e laf söylemek yerine yine ne yazık ki oklar memleket içine çevrildi ve ortalık İttihatçılarla doldu bir anda. İddianameyi hazırlayıp mahkemeye gönderme yarışına giren savcıya döndü yurdum insanı. Oysa her 24 Nisan’da Taksim’de sessizce oturup anma yapılırdı. Kıyamet de kopmazdı ve insanlar sessizce dağılırlardı. Sadece bir kez küçük bir grup görmüştüm bağırıp çağıran.
Hiç kimse Sarıkamış’ta vatan evlatlarının ölümüne neden olanları konuşmaz, onları birer kahraman olarak görür, ecdat olarak görür ve 1915’de olanlar üstünden yeni kahramanlar çıkarılır. Kendi evlatlarını ölüme sürükleyen ve 60 binden fazla insanın ölümüne neden olan birini kahraman görmek biraz değil, oldukça tuhaf. İşte bu 60 binden fazla ölümün yarattığı siyasi tahribatı gizlemek için bir şeyler gerekiyordu. Ermenilere el atıldı.
Hagop Mıntzuri’nin İstanbul Anıları kitabını okuduğumda, aklıma kazınan bir anlatıyı okuduğum günden bugüne hiç unutmadım. Ne zaman Ermenilerle ilgili bir gündem olsa aklıma Mıntzuri’nin bu anısı gelir. Aktarmadan geçemeyeceğim. "1915 yılı Nisan ayında İstanbul’daki Anadolulu Ermenilerin tehciri başladı. Ben zaten askerdim. Mayıs ayında memleketten mektup gelmedi. İki kez cevaplı telgraf çekildi, cevaplanmadı. Üçüncüsünde "Burada değiller, bilinmeyen bir yere yollandılar," diye cevaplandı. Dedem Melkon seksen dört, Annem Nanik elli beş, çocuklarım Nurhan altı, Meranik dört, Arahit iki, Haço dokuz aylık, karım Voğıda yirmi dokuz yaşında. Bunlar nasıl yürüdüler? Dedem Suazeg çeşmesine kadar gidemezdi. Gahmıhlı Kürt Temer gelmişti. Lusnikler’in bizim kuzenin halasının çiftçisiydi. Ben bildim bileli onların evinin çiftçiliğini yapıyordu. Bizim kadar Ermenice bilir ve konuşurdu. Getirdiği habere göre, Ermenileri 4 Haziran’da köyden çıkartmışlar. Demişti ki, evlerinin kapılarını, kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar. Evinizde, sizden biri ölse, siz de birlikte ölmez misiniz?"
Evinizde, sizden biri ölse, siz de birlikte ölmez misiniz? Can yakan bu cümle şiir dizesi gibidir. Bu cümleyi okuduğumda Cemal Süreya’nın Sizin Hiç Babanız öldü mü şiirine gitmiştim o an. Ne zaman Ermenilere dair cümleler kurulsa, hemen Mıntzuri’yi anımsar ve Süreya’nın dizelerine giderim. Hani, "Sizin hiç babanız öldü mü?/ Benim bir kere öldü kör oldum" diye başlayan ve "Taşlarda yüzümün yarısını gördüm/ Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü/ Yüzümden ummazdım bunu kör oldum/ Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?" dizeleriyle biten.
Bir cümle de sola. Hiç kızmasınlar ve kusura bakmasınlar. Bir kez daha görüldü ki, bazı meselelerde kafaları kuma gömüyor ve duvar yazılarına sığınıyorlar. Emperyalizme ayar verilir, ona onun tarihi anımsatılır. "Bak sende bunlar bunlar oldu, biz sana ses çıkarıyor muyuz denir?" Mantık bu. Evindekini görmek istemez. Epeyce bir süredir Tüstav arşivinde olan süreli yayınları inceliyorum. Ne Ermeniler ne de Dersimle ilgili cümleler gördüm. Demek ki bazı konularda ecdatlar haklı bulunuyor. Bizdeki sol bir binaya 1 Mayıs afişi asılınca romantik düşler kurar, devrim duygusuyla derin bir iç çeker ve oradan yürümeyi mücadele sanır.
Anlamakta zorluk çektiğim bir şey de Kızılderililere yapılanı, Vietnam’da yapılanı, Aborjinlere yapılanı görebilen gözün, geçmişine bakarken gözlerine uyku bandı takması halleri. Bu halleri gerçekten de anlayamıyorum. Bir anda herkes içindeki gerçeğe dönüyor ve aslan gibi kükrüyor. Oysa yanı başımızda kapılarına sarılan komşularımız bir anda çöllere salındılar. Doksan yaşındakiler, kucağında altı aylık bebeğiyle genç kadınlar ve her yaştakiler. Evet ölenler öldüler gibi çok sıradan bir cümle kullanmak istemesem de kullanıyorum. Ancak yaşayanların ruh hallerini nereye oturtacağız! Yapanın ruh hali ile yanında ölenleri görenin ruh halini aynı terazinin iki gözüne koyup bugünlere kadar taşısak, o terazinin hangi gözü daha ağır gelecektir? Kuşkusuz ki yapanın ruhu daha ağır gelecektir ve yol boyunca diğer gözde duran ise hayalete dönüşecek ve terazinin yapan kısmı daha da ağırlaşacaktır. Olan biten bundan ibarettir. Ortada bir terazinin iki gözü var. Biri sessizdir ve hayaletlerin ruhunun ağırlığı kadardır.