Ragıp Zarakolu
Solkırımdan soykırıma, oradan?
Solkırım, benim ürettiğim bir deyim. Soykırım/jenosit kavramının babası Lemkin, BM Soykırım Sözleşmesi'ne aslında siyasal nedenli kırımları da dahil etmek istemişti. Ama o dönemin uluslararası siyasal ortamı içinde bunun BM’den çıkması bir başarı sayılabilir.
Örneğin ABD, 1948 yılı 12 Aralık'ında oylanan sözleşmeyi çok daha sonraki yıllarda kabul ederken, SSCB ilk kabul edenler arasındaydı. Zaten holokost dehşetinin kapsamlı belgesel kitabını hazırlayan Ehrenburg ve Grossman Sovyet yazarlarıydı. Önce yaygın biçimde dağıtılan kitap daha sonra bir daha basılmayacaktı. 50’li yıllarda Sovyetlerde ve Polonya’da antisemitizmin yükselmesi, Nazilere karşı çalışan "Kızıl Orkestra"nın kurucusu Trepper’in tutuklanması çok acı.
İlginçtir, Türkiye de bu sözleşmeyi hemen imzalamıştır. Belki de 1915 unutulduğu için. Belki hatırlatmamak için.
14 Mayıs 1948 ise İsrail devletinin kuruluş tarihidir, holokost kurbanları tarafından.
SSCB ve Türkiye İsrail’i hemen tanıyan ülkeler arasındadır.
ABD ve İngiltere ise çok daha sonra tanımıştır İsrail’i. O zaman her ikisi de, "aman Arapları kızdırmayalım" havasında idi (şimdi de bir başkasını kızdırmayalım havasındalar!) Ve İngiltere mülteci taşıyan tekneleri engellemekte, hatta teknelerin bombalanmasını organize etmekteydi.
Gerilla savaşı hayranlarına duyurulur: Orta Doğu’da İngiliz kolonyalizmine karşı ilk gerilla savaşını başlatanlar Avrupa’da Nazi işgaline karşı direniş hareketini yürüten eski partizanlardır.
50’li yıllarda da Kıbrıs’ta İngiliz kolonyalizmine karşı gerilla savaşı başlatan Rum toplumudur. TC yönetimi ise NATO müttefiki İngilizlerden sinyal aldıktan sonra, Rumlarla ortak mücadele yanlısı olan Türk sendikacıları vurdurmuş, daha sonra da 6-7 Eylül pogromunun önünü de açmıştır. Cezayir savaşında Fransa’nın yanında yer almıştır. NATO’dan çıkma edebiyatını o zaman yapsalardı ya!
6-7 Eylül için ilk pogrom tanımlamasını daha 90’lı yıllarda yapmıştım. Şimdi yerleşmiş olması sevindirici.
Kürt kızı Emine Erdem, "Bir Yerde Gül Ağlar" adlı küçük kitabında çok etkileyici biçimde tanıklık eder dehşet verici bir pogrom gecesine. Tıpkı 1973 yılında Selimiye toplama kampında tercüme etmeye başlayıp, Maltepe 2 Nolu'da tamamladığım İzak Babel’in "Odessa Öyküleri"nde 1905 pogramlarına çocuk gözüyle tanıklık etmesi gibi. Ben de kitaba kendi eylül tanıklığımı eklemiştim. (*)
Babel’in pogrom/soykırım konusunda gözümü ilk açan yazarlardan olduğunu belirtmeliyim. Daha rahmetli Fethi Naci "Güvercinliğimin Öyküsü" seçkisini 1967 yılında yayınladığında.
İngiltere Filistin’e göçü sınırlandırmasa belki daha çok can kurtulabilirdi. Mesela Struma gemisi, denizde yüzen bir temerküz kampına dönüşmez, bozuk motoru ile TC yönetimi tarafından kendi kaderine terkedilmez, sonra da Sovyet denizaltısı tarafından şüpheli gemi sayılıp Boğaz açıklarında torpillenmezdi. Doğan’ın Sebahattin Ali’nin "Madonna"nın daha sonraki yaşamını Struma öyküsü ile sonlandırması harika bir kurgu olmuştu.
O sırada Merkez Bankası'nda Nazi Almanya’sına krom ve benzeri malzeme satımından hayli altın birikmişti!
Doğan Akhanlı’nın 1998/99 yıllarında yayınlanan "Kayıp Denizler" üçlemesini (Belge Yayınları elbette!) Almanya’da Goethe Madalya almasından sonra bir kez daha okudum. Doğan Akhanlı’nın bu üçlemesinin Türkiye’de fark edilmemiş olması acı. Gerek edebiyat çevreleri tarafından gerekse sol çevreler bakımından.
TC’nin kuruluşundan itibaren bir solkırım politikası izlediğini düşünürüm. Ve bu solkırım 1915 soykırımından hemen sonra 1921 Ocak'ında TKP kurucu lideri Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesi ile başlamıştır. Karadeniz’in yerli halkları olan Rumları, Ermenileri denize döken Yahya Kaptan, Topal Osman Teşkilat-ı Mahsusa ekipleri tarafından. (Ekipler arası tepişme de TC’nin kadim geleneklerindendir!)
İşte bu üçlemesinde Karadeniz bölgesinde sola yönelik olarak yapılan siyasal arındırma uygulamasının epik, trajik anlatımını yapmaktadır.
TC’nin siyasal tarihinde neredeyse her 10 yıla denk düşen bir şiddet sarmalı vardır. Neredeyse şiddet olmadan ülke yönetilmez diye bir anlayış var.
Şiddet, direniş/öfke bağlamında karşı şiddeti tetikler, bu ise kendi kafalarınca kendi şiddetlerini meşrulaştırdığı gibi ortalığı iyice dümdüz etme olanağı sağlar. Şimdi yine bir siyasal arındırmanın, bir başka şiddet sarmalının içindeyiz. Eğer önlenemezse gelecek çok karanlık görünüyor.
Kimler yok ki, Akhanlı’nın üçlemesinde? Terzi Fikri’den Ünye Üç Fidan kitabevine kadar. Baştan sona bir hüzün, bir tragedya dokusu içine alır sizleri.
Üç Fidan kitabevinin sahibi, faşistlerce kurşulanan yazar Aydın’ın Terzi Fikri ve gençler tarafından Karadeniz sularına bırakılışının anlatımında tam bir Elen tregedyası tadı alırsınız.
Doğan Akhanlı Fatsa’nın romanını yazdı ama kimse farkında değil, Fatsa Fatsa diyenler dahil. Çünkü kahramanlık edebiyatı yapmıyor Doğan, kırımdan geçen bir gençliğin tragedyasını anlatıyor.
Karadeniz’de 1980 yaz Fatsa operasyonundan 90’ların Gazi Mahallesi kıyımlarına, 96 açlık grevlerinin öyküsüne gelirsiniz. Ekipler değişmez, sadece terfi eder! Belki de Doğan’a bazı mercilerinin takması bu kitaptan dolayı.
Sonuncu kitap "Kıyamet Günü Yargıçları"nda ise, film bir flash back ile geri sarar, ve sizi 1915’in Karadeniz felaketine götürür. Keşke üçüncü kitap gibi önceki 2 kitap da Almancaya tercüme edilip yayınlansa.
Anadolu’daki etnik arındırmada son merhalede sıranın İstanbul’a gelmesi gibi, sol arındırmada da sıra İstanbul’un Gazi mahallesine gelmiştir. Akhanlı’nın üçlemesinde kendisini, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler gibi bir survivor olarak atan gibi Avrupa’ya solcu karakterin, orada holokost olgusu ile tanışması ve kendini ziyaretçi Aushwitz’de bulmasından daha doğal bir şey olamaz. Dejavu efekti!
Akhanlı’nın kendisi uzun zaman holokost olgusunu kavratmaya çalışan anlatım gezilerinde rehberlik yapmıştır.
(*) Emine Erdem, Bir Yerde Bir Gül Ağlar, Türkçe/Elence iki dilli, Belge Y. 2001. Bu arada Emine Erdem’in Kürt PEN’inin kurucularından olduğunu hatırlatalım. Isak Babel, Odessa Öyküleri, Belge Y., 3. Baskı 2006 (en son 3 yaşında görebildiği kızı Natalie’nin önsözü ile. ABD’de iken onunla tanışma olanağımın olduğunu ölümünden bir yıl sonra öğrendiğimde çok üzülmüştüm).