Mehveş Evin
Soylu, İmamoğlu, Koç, Gezi ve iğrenç yalanlar
"Biz eğer, tam da bu zamanda ülkenin aleyhine hikâyeler uydurup bunkarı yurt dışına servis ediyorsak, gerçekten de zaten olduğumuzdan daha aptal olmalıyız. Ülkeyi kötülediğimiz palavrasına gerçekten inanan bir kişi var mı? Eğer yoksa, o zaman nedir bütün bu hikâye?"
Ona, "Tabii ki aklı başında kimse bu hikâyeye inanmıyor" dedim. "Ama bunun ne anlamı var ki? Halihazırda düşmanın eline düşmüş durumdasınız, durumun özeti bundan ibaret. Sadece siz değil, hepimiz. Ellerindeyiz şu an ve ne isterlerse yapıyorlar bizimle."
Yüzünde acı bir ifadeyle önündeki kül tablasına dikmişti gözlerini, beni pek can kulağıyla dinlediği söylenemezdi.
"Beni her şeyden fazla öfkelendiren bu yalan!" dedi, "bu lanet olasıca, iğrenç yalan. İsterlerse öldürsünler bizi, ben kendi adıma yeterince yaşadım, ama bir de böyle iğrenç yalanlar söylemesinler. Neden yapıyorlar bunu, söyleyin bana!"
Bu diyalog, pekâlâ günümüz Türkiyesi’nde geçebilir, geçiyor da... Benzer sözleri, Kanun Hükmünde Kararnameyle sivil ölüme mahkûm edilen memurlardan da, yargılanan ve hedef gösterilen gazeteciler, akademisyenler ve siyasetçilerden de pekâlâ duyabilirsiniz.
YAHUDİLERİN YAŞADIĞIYLA KIYASLANIR MI?
Ne var ki alıntı, Sebastian Haffner’in "Bir Alman’ın Hikâyesi" (İletişim Yayınları, 2018, S. 145-146) adlı kitabından.
Haffner, 1 Nisan 1933’de Nazilerin başlattığı "Yahudi boykotu" nedeniyle işlerinden atılan, düşman ilan edilen, evleri basılan Yahudilerin dramını anlatırken, en iyi arkadaşının babası Bay Landau ile yaptığı konuşmayı böyle aktarmış.
Yahudi halkının ırkçı, ayrımcı, vahşet ötesi politiklar nedeniyle maruz kaldığı acıları, soykırımı bugün hepimiz biliyoruz. Ve Nazilerin, Alman halkını nasıl bir savaşa, topyekûn bir yıkıma, yokluğa sürüklediğini de.
Bugünü Yahudilerin yaşadığıyla kıyaslamak, çektikleri eziyeti küçümsemek olur. Fakat hukukun ve demokrasinin rafa kaldırıldığı toplumlarda işlerin nasıl raydan çıkabileceğini anlamak açısından 1930’ların Almanya’sı, çok çarpıcı ve öğretici örneklerle dolu.
Kısacası, "post truth" (gerçek ötesi) gibi yeni bir şeymiş gibi sunulan yalanların, çarpıtmaların âlâsı o günlerde yaşandı.
Günümüzde sosyal medya ve tek elde toplanan/sermaye ve siyasi iktidarın emrindeki medya vasıtasıyla yalanların etkisi ve yayılma hızı çok daha yüksek.
Üstelik herkes bu tuzaklara düşebiliyor; merak edip bilginin kaynağını, doğruluğunu kontrol etmeyen, "fikrine güvendiğim, desteklediğim ne derse desin haklıdır" mantığıyla, yalan yanlış hikâyelere inanıyor.
İMAMOĞLU-KOÇ-GEZİ ÜÇGENİNİ ŞEYTANLAŞTIRMA
Son yıllarda siyasi liderler ve medya aracılığıyla iş öyle bir hâl aldı ki her gün atılan yalanların doğrusunu yazmaya kalksanız ciltler dolusu kitap yayınlanır.
Ama tam da bunu yapmamız gerekiyor. Yoksa misal, Süleyman Soylu’nun şu sözlerine inananlar çıkabiliyor:
"Gezi olaylarında Taksim'deki otellerini tahsis edenler, bugün uçaklarını tahsis ediyor. Gezi olaylarında Deutsche Welle’yi, BBC’yi tahsis edenler, bugün televizyonlarını tahsis ediyorlar."
Bununla kalmıyor Soylu, Gezi’yi Kandil ve FETÖ’ye de bağlıyor. Peki İçişleri Bakanı böyle konuşursa, elinde en azından bir kanıt olması gerekir değil mi? Çok değil, bir kanıt, bir belge diyorum...
Ama yok. Çünkü Koç grubunu İmamoğlu ve Gezi, İmamoğlu’nu Gezi ve Koç üzerinden şeytanlaştırma girişiminin ardında, 23 Haziran seçimi var. Bir gün sonra, ilk celsesi Silivri’de görülecek "Gezi intikamı davası" başlıyor. Ötesinde, "tarihin yeniden yazılmaya çalışıldığı" bir dönemdeyiz.
Yabancı medyayı, meslektaşlarımızı hedef göstermenin ardında, tüm dünyanın doğal olarak merak ettiği, takip ettiği bir isyanın haberleştirilmesi var.
Ve bugün de basın ve yayın ilkeleri doğrultusunda İstanbul seçimlerini, toplumsal, siyasi ve ekonomik haberleri yayınlamayı sürdürmeleri. Tahammül edilmez şey, öyle değil mi?
Çünkü o günlerde "Penguen medyası" diye alay konusu olan, bugün sustalı maymundan öte, bir savaş aracına dönüşen medya gibi davranmadıkları için; palavranın değil gerçeklerin duyulması için çabalayan her yayın, hedef tahtasında.
YALANLAR DİVAN'DAN İBARET DEĞİL
Ne acayip. Penguen medyasından bugünkü Pelikancılara, zararsız, güzelim hayvancıkların ismiyle anılan acınası gruplar ve kişiler, topluma en büyük zararı veriyor.
Kendilerine yer açmak, tutunmak, yükselmek uğruna... Hak ettikleri sıfatla anılsalar keşke.
Soylu’nun sözleri üzerinde uçak meselesi üzerinde duruldu. 15 Haziran’da Gezi’nin çevik kuvvetçe nasıl boşaltıldığının birebir tanığı olarak Divan Oteli meselesini bıkmadan hatırlatayım:
O akşam, Gezi parkı yaşlısıyla çocuğuyla, belki de en kalabalık gününü yaşıyordu. Çevik Kuvvet’in Taksim Meydanı tarafından parka girmesiyle diğer ucundan binlerce insan, birbirini ezmemeye çalışarak parktan çıkmaya çalıştı.
Son çıkanlar, can havliyle sığınacak yerlere girdi. Mekânlarının kapılarını açanlar -Divan oteli de lobisini açtı- vicdan sahibi işletmecilerdi; polis buralara da girdi. Asansörün içinde bile gaz sıkacak, dolayısıyla insanların ölümüne yol açabilecek kadar merhametsizdi. (Konuya dair açıklama)
Yani kimsenin bir yeri tahsis ettiği falan yoktu Gezi’de; parası olan oda kiraladıysa bilemem ama Geziciler, zaten kamuya açık olan ve zaten öyle olması için direndikleri Park’taydı hep.
Koç grubuysa sırf Divan otelinin lobisinin kapılarını insanların yüzüne kapamadığı için türlü şekilde cezalandırıldı.
Yargılanmadı, hukuka ve Anayasa’ya göre suç işlememişti.
Gezi yalanları Divan’dan ibaret değil elbette. Aradan altı yıl geçmiş, BUGÜN ekonomik krizin içinde yokuş aşağıya gidiyoruz. Ancak iktidar ve borazancıbaşıları, şimdi faturayı başkalarına çıkarmak için büyük çaba harcıyor.
Gezi’yi büyük bir vandalizm, ekonomiyi çökerten bir plan olarak gösterme gayretiyle ahlaksız, cahil yorumlar tedavüle sokuluyor.
Bir sonraki yazımda, eğrisini doğrusunu anlatacağım.
Onlar yalanlarla yaşıyor, hatta ancak böyle varoluyor. Çok şükür bazıları, öleceğini bilse bu kadar düşmeyecek, doğru bildiğini söylemekten korkmayacak.