Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Sürgünü yaratıcı ve kavgacı yaşamak…

Avrupa Sürgünler Meclisi’nin 13 Aralık 2019’da Nürnberg’te düzenlediği Sürgünler Sempozyumu’nda 'Avrupa’da sürgünlük tarihi' üzerine konuşma.

Zaman hızlı, çok çok hızlı geçiyor… Sürgünümüz neredeyse yarım yüzyıla ulaşıyor…

1971 yazıydı… Demokratik direniş örgütlenmesi için Brüksel, Paris ve Stockholm’da konakladıktan sonra, Türkiye’de açılan, benim de sanık olarak arandığım TKP davası üzerine dönemin en eski siyasal sürgünlerinden, parti genel sekreteri Zeki Baştımar’la Doğu Berlin’de görüşüyorduk.

Sormuştu: "Sürgünde ne yapacaksınız?"

"Sürgünde kalıcı değiliz" demiştim, "Belli görevleri yerine getirdikten sonra en kısa zamanda yine illegal yollardan Türkiye’ye döneceğiz."

Acı bir tebessümle yanıtlamıştı: "Sanmam. Biz de o niyetlerle çıktık Türkiye’den. Bakın, kaç yıl oluyor, hâlâ buralardayız. Gerçekçi olmak lazım... Siz de uzun sürgün yaşamına hazırlıklı olun."

Bir yıl sonra, 1972’de Paris’te tanıştığım en eski sürgün komünistlerden Fahrettin Petek de benzer şeyler söyleyecekti.

Haklıymışlar… Tam 48 yıl oldu, hâlâ sürgündeyiz… 3’ü başlangıçta Türkiye’ye hemen geri dönmek umuduyla illegalde geçen toplam 48 yıl… Brüksel’de kurduğumuz İnfo-Türk ve çok kültürlü Güneş Atölyeleri’nin bir ay önce 45. yılını kutladık…

Evet zaman hızlı geçiyor.

Tam yedi yıl önceydi… Yine böyle soğuk bir Aralık gününde, Avrupa’daki sürgünler olarak Avrupa Sürgünler Meclisi’ni kurmak üzere Köln’de ilk kez bir araya gelmiştik. 12 Mart 1971 darbesinden beri ülkelerinden kopartılan ya da kopmak zorunda bırakılanların ilk örgütlenme girişimiydi.

O yıl bu girişimi başlatan ve tüm zorluklara rağmen bugüne getiren, sürgünün sesini uluslararası platformlarda duyuran arkadaşlara teşekkür ediyorum.

2012 buluşmasından bu yana hepimizi üzen kayıplarımız oldu.

En son sevgili Teslim Töre’yi sonsuzluğa yolcu ettik.

Sürgündeki tüm demokratik ve barışçıl girişimlere olduğu gibi Avrupa Sürgünler Meclisi’nin kurulmasına da katkıda bulunan özverili yoldaşlarımızdandı.

Şimdi Üsküdar’da, yoldaşı Sinan Cemgil’in yanında yatıyor.

Bittabi Türkiye’ye dönmeyip sürgün toprağında yatanlar, külleri Atlantik Okyanusu’na ya da İstanbul Boğazı’nın sularına serpilenler de var…

Bizden önceki sürgün kuşağından Nazım Hikmet Moskova'da, Sabiha Sertel Baku'da, Zeki Baştımar ve İsmail Bilen Almanya toprağında yatıyor, Prof. Fahrettin Petek’in külleri hem İstanbul Boğazı’na, hem de Normandiya açıklarına serpildi.

Bizim kuşaktan Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve Uğur Hüküm’ü Paris’teki Père Lachaise’de toprağa verdik… Nihat Akseymen’in külleri ise Heybeliada açıklarında Marmara’nın sularına kavuştu. Nubar Yalım Hollanda’da,  Garbis Altınoğlu Belçika’da toprağa verildi.

Ne yazık ki, sürgünü yaşamış ve de sürgünde yaşamını yitirmiş olan özgürlük savaşçılarının tam bir listesi oluşturulabilmiş değil.

Kuşkusuz, sürgün yaşamış olanların anılarında ya da yaptıkları yayınlarda da bu konuda bazı veriler yer alıyor. Aynı konuda birey olarak ya da kurum olarak yapılmış, ama kamuya açılmamış değerli çalışmalar da vardır.

En son, Melike Demirağ’la birlikte 1980 sürgününü yaşamış olan dostumuz Şanar Yurdatapan, yıllardan beri başarıyla yürüttüğü Düşünce Suçuna Karşı Girişim’in bir ürünü olarak internette oluşturduğu Düşünce Suçları Müzesi’nin bir bölümünü sürgüne ayırdı. İsteği üzerine, olabildiğince kapsamlı bir liste oluşturabilmesi için sevgili Engin Erkiner’le birlikte biz de katkıda bulunmaya çalıştık. Hâlâ çok eksikler var…

Şimdiye dek yapılmış çalışmaları bir araya getirip gerekli irdelemeleri yaptıktan sonra tüme yakın bir liste çıkartarak bunu araştırmacılara ve bizden sonra gelecek kuşaklara bir baz olarak sunmak, Avrupa Sürgünler Meclisi’nin önünde bir görev olarak duruyor.

Köln toplantısından bu yana kuşkusuz ülkeye kesin dönüş yapanlar ya da yaşamlarını, mücadelelerini, bir ayağı Türkiye’de, bir ayağı sürgünde sürdüren arkadaşlarımız da var…

Ama sınırlı dönüşlere rağmen yer yüzünde Türkiye çıkışlı siyasal sürgün sayısı azalacağına sürekli artıyor.

2012 toplantısındaki konuşmamda Tayyip zindanından kurtulan değerli bir dostumuzun Avrupa başkentinde yapacağı basın toplantısının hazırlıkları nedeniyle Brüksel’e erken dönmek zorunda olduğumuzu söylemiştim.

Konuğumuz, 68’in o efsanevi başkaldırı günlerinde tanıştığımız, Ant Dergisi’nde birlikte mücadele verdiğimiz, kavgamızı 1971 darbesinden sonra, biz sürgünde o Türkiye’de, kesintisiz birlikte sürdürdüğümüz Ragıp Zarakolu idi… Ragıp o sırada sürgün değildi, yurt dışına çıkıp Tayyip terörünün düşünce özgürlüğüne vurduğu darbeleri Paris’te ve Brüksel’de dünya kamuoyuna belgeleriyle açıkladıktan sonra kavgasını sürdürmek üzere tekrar Türkiye’ye dönmüştü.

Üzerinden yedi yıl geçti, Türkiye’de daha da ağırlaşan baskılar sadece özgürlüğünü değil, yaşamını da sürekli tehdit etmeye başladığı için Ragıp da bugün siyasal sürgünler safında, ne yazık ki sağlık sorunlarından ötürü şu anda aramızda bulunamıyor…

Yine o konuşmamda, Avrupa’ya göçün 50. yıldönümü dolayısıyla AKP yönetiminin çeşitli ülkelerde göz boyayıcı etkinlikler düzenlediğini vurgularken Belçika’ya özgü bir örnek vermiştim. 2014’te yapılacak kutlama organizasyonunun tamamen Gülen hareketinin Belçika’daki çatı örgütü Fedactio’ya ihale edildiğini belirtmiştim.

Ne ki, tam bir yıl sonra, 17 Aralık 2013’te malum yolsuzluk soruşturmalarının başlaması üzerine Erdoğan-Gülen ittifakı çöktüğünden Fedactio’ya verilen ihale de kadük oldu. Türk-İslam camiası bünyesindeki bu düşman kardeşler mücadelesi, hepinizin çok iyi bildiği gibi, 2016 çakma darbesinden sonra ilan edilen ohal’lerle, sadece Gülen yanlısı olduğundan kuşkulananları değil, demokrasi ve özgürlüklerden yana tüm güçleri hedef alan devasa bir insan avına dönüştü.

Tıpkı 1971 ve 1980 darbelerinden sonra olduğu gibi, 2016’nın ardından da siyasal sürgünler tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Ancak açılan bu yeni sayfa öncekilerden farklıydı. 12 Mart sonrasında da, 12 Eylül’ün ardından da sürgüne çıkmak zorunda kalanlar genellikle sosyalist hareketimizde ya da Kürt, Asuri, Ermeni, Ezidi, Alevi örgütlenme ve yayınlarında faşizan baskılara hedef alınmış arkadaşlarımız olduğu halde, 2016’dan sonra Erdoğan diktasının düşman ilan ettiği, sol’la uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmayan bir başka kategori sürgüne çıkmak zorunda kaldı…

Belçika’dan bir örnek… NATO’nun teşviki ve desteğiyle gerçekleştirilen 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra biz sürgünleri "vatan haini" diye damgalayıp o ülkenin siyasal ve askeri otoriteleriyle istihbarat örgütlerine jurnal ederek yasal çalışmamızı yıllarca engelleyen TC güçleri arasında Brüksel’deki NATO karargahında görevli Türk subayları da vardı.

8 Aralık 2016’da, aynı NATO’nun Amerikalı başkomutanı General Curtis Scaparrotti panik içinde bir basın açıklaması yapıyordu… Türkiye’de başlatılan "Gülenci subay" tutuklamalarının uzantısı olarak Brüksel’deki NATO Genel Merkezi’nde, Mons’taki SHAPE Karargahı ile Almanya, Hollanda ve İtalya’daki NATO birliklerinde görevli yüksek rütbeli 150 Türk subayı ya ülkeye geri çağrılarak tutuklandıkları ya da tutuklanma endişesiyle ülkeye dönmeyip görevlerini terk ettikleri için NATO askeri mekanizmasında ciddi bir kriz yaşanıyordu.

Bu subayların önemli bir kısmı bulundukları ülkelerden siyasal sığınma talep etmek zorunda kalmışlardı. O denli ki, NATO’nun diğer milliyetlere mensup subayları onlar için bu zor dönemlerinde yardım kampanyaları açmışlardı.

Belçika’da on yıllardır Türkiyeli sürgünler konusunda kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğunu Alevi, Asuri, Ermeni, Ezidi, Kürt örgütleriyle birlikte bizler taşımıştık…

Özellikle 1998 yılından itibaren Kürt, Ermeni ve Asuri lokallerine Türk faşistlerince yapılan saldırılardan sonra oluşturduğumuz birliktelik, 1915 Soykırımı’nın 90'ıncı ve 100'üncü, Dersim kıyımının 75'inci yıldönümlerinde bir dizi etkinlik düzenleyerek sürgün gerçeğini tarihsel boyutu içinde gün ışığına çıkartmayı amaçlıyordu.

1971 Darbesi'nin 35. yıldönümüne denk gelen 2006’da Ermeni, Asuri, Ermeni ve Kürt örgütleriyle birlikte bir dizi etkinlik düzenleyerek Anadolu'dan Avrupa'ya, Amerika'ya, Uzak Asya ve Okyanusya'ya bitip tükenmez göçün, özünde devlet teröründen, ulusal ve dinsel baskılardan, ırkçı uygulamalardan kaynaklandığına dikkati çekmiştik.

Aynı yıl İnfo-Türk olarak Anadolu çıkışlı ve Anadolu’ya girişli sürgünlerin eski çağlardan başlayıp 1971 ve 1980 darbeleri sonrasına kadar uzanan tarihçesini ortaya koymak üzere bir yarışma da düzenlemiştik.

Sözünü ettiğim bu etkinlikleri düzenlediğimiz için o yıllarda Türk Devleti’nin verdiği talimatla bizleri vatan hainliğiyle, terörizme hizmet etmekle suçlayanlar, 2016 çakma darbesinden sonra sürgün olunca, gazetelerde, televizyonlarda sürgünlük adına konuşmaya başladılar.

Şurası bir gerçek ki, Türkiye çıkışlı sürgün, tarih boyunca ülkedeki konjonktürel değişimlere paralel olarak farklı içerikler ve boyutlar kazanmıştı.

Asya ve Avrupa kıtaları arasında bir kavşak olan Anadolu eski çağlardan beri sadece sürgün ihraç etmemiş, günümüzde Tayyip Erdoğan’ın da kışkırtıcısı olduğu Suriye trajedisinde olduğu gibi yoğun sürgün de almıştı.

Örneğin, Roma İmparatorluğu’na kafa tutmuş ünlü Kartacalı komutan Hanibal, uğradığı askeri ve siyasal yenilgiler sonrasında Anadolu’ya sürgün gelmiş ve Milattan Önce 183 yılında şimdiki adı Gebze olan Lybissa’da intihar ederek hayatına son vermişti.

Ama bugünkü konumuz, Türkiye’den dışarıya siyasal göç…

Fransız İhtilali’yle başlayan ve tüm Avrupa ülkeleri gibi Osmanlı Devleti’ni de sarsan özgürlük ve insan hakları için mücadeleler döneminde sürgün acısını ilk tanıyanlar, Kızıl Sultan Abdülhamit’in istibdadına karşı mücadele veren Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Mithat Paşa ve Tevfik Fikret gibi hürriyetperver aydınlardı.

1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet’in Abdülhamit tarafından rafa kaldırılmasından sonra İstanbul ve Selanik gibi iki Osmanlı metropolünün yanı sıra Kahire, Paris, Londra ve Cenevre’de organize olan Jön Türkler ikinci sürgün kuşağını oluşturdular,

Ama sürgünü kitlesel olarak yaşayanlar, 1895-96 soykırımında canlarını kurtarabildikten sonra bir bölümü Amerika, Kanada ve Avrupa’ya, bir bölümü de İstanbul, İzmir ve Trabzon gibi büyük kentlere göç edebilen Ermenilerdi.

Monarşiye karşı mücadelede başta Ermeniler olmak üzere Türk ve Müslüman olmayan ulusların hürriyetperver aydınlarından da büyük destek gören İttihat ve Terakki’ciler, 2. Meşrutiyet döneminde darbeyle iktidarı ele geçirdikten sonra 20. Yüzyılın ilk soykırımını gerçekleştirmekte gecikmediler. 1915 soykırımından ve tehcirinden kurtulabilen Ermeni ve Asuriler tüm dünyada diyasporalar oluşturdu.

Özetle, ülkemiz tarihi, Osmanlı’da başlayıp cumhuriyet döneminde de ardı arkası kesilmeyen Ermeni, Asuri, Grek, Kürt, Ezidi, Alevi soykırımlarıyla, Trakya’yı Yahudilerden temizleme operasyonuyla, Müslüman ve Türk olmayanları hedef alan Varlık Vergisi uygulamasıyla, 6-7 Eylül, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas pogromlarıyla, bir sürgünler tarihidir.

Sürgüne zorlanmış, soykırım ve katliamlardan geçirilmiş halklar konusunda ilk kez, savaşkan eşi Ayşe ile birlikte tüm karartma ve sansürlere meydan okumuş olma onurunu taşıyan Ragıp Zarakolu, katılamadığı toplantımıza gönderdiği yazılı mesajla bu tarihe herhalde daha yetkin şekilde ışık tutacak.

Yine siyasal sürgünlere dönecek olursak, Osmanlı’nın son döneminden üç önemli örnek tanıyoruz.

İlki, Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin ardından iktidarı yitiren İttihat Terakki’cilerin 1915 soykırımından da sorumlu olan bir bölümünün İngilizlerin dayatmasıyla Malta’ya sürgünü… Ancak bu son derece şanslı bir sürgün grubudur, çünkü Mustafa Kemal Sakarya Muharebesi’ni kazandıktan sonra İngilizlerle "mahkum mübadelesi" adı altında bir anlaşma yaparak bunları 1921 yılında Türkiye’ye geri getirtmiş, Ermeni soykırımından sorumlu olanlar da dahil hepsini "milli kahramanlar" diye ağırlattıktan sonra Kemalist iktidarın kilit noktalarına yerleştirmişti.

Dönemin ikinci sürgün grubu 1919’da Almanya’da örgütlenen, Ethem Nejat ve Şefik Hüsnü’nün de dahil bulunduğu Spartakistler’di.

Üçüncü grup ise, aynı dönemde devrim Rusyası’nda örgütlenen, Mustafa Suphi’nin liderliğindeki Türk Bolşevikleri’ydi.

Bu son iki grubun birleşmesiyle 10 Eylül 1920’de Baku’da kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin 15 üyesi, başta Mustafa Suphi ve Ethem Nejat olmak üzere, Türkiye’de örgütlenmek için Anadolu’ya girdiklerinde, 28-29 Ocak 1921 gecesi Karadeniz’in sularında boğularak vahşice katlediler.

Cumhuriyet döneminde yaşanan ilk toplu sürgün olayı ise, Kemalist iktidarın varlıklarından rahatsız olduğu 150 kişiyi 1924 yılında sürgün etmesi, 1927’de de özel bir yasayla vatandaşlıktan çıkartmasıydı.

1925’te Takriri Sükun Kanunu’nun kabulünden sonraki tek parti diktası döneminde, haklarında sürgün kararı verilmemiş olsa da, sürekli takibat, tehdit, tutuklama ve mahkumiyete maruz kalan komünistler, örneğin Nazım Hikmet, Şefik Hüsnü, İsmail Bilen, illegal yollardan sürgüne çıkmaya mecbur olmuşlardı.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitimini izleyen sözde çok partili rejim döneminde de sol örgütlenme ve yayınlar daha baştan sıkıyönetim yasaklamaları, tutuklamalar ve mahkumiyetlerle karşı karşıya kaldı. 

CHP’nin kışkırtıp yönettiği Tan baskınından sonra iki büyük gazeteci, Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel, yıllarca zindanda yatırılan büyük şair Nazım Hikmet artık ülkede özgürce çalışma olanağı kalmadığı, yaşamları tehlikede olduğu için Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmışlardı. Fahrettin Petek, Jak İhmalyan, Aram Pehlivanyan, Abidin Dino, Güzin Dino, Bilal Şen, Necil Togay, Gün Benderli, Zeki Baştımar da mücadelelerini sürdürebilmek için sürgünü seçmek zorunda kalan komünist aydınlardı.

30’lu ve 40’lı yıllarda doğmuş bizim kuşakların sürgünü 12 Mart 1971 darbesini izleyen devlet terörü döneminde başladı. İnci’yle ben, bu dönemin ilk siyasal sürgünlerindeniz.

Daha Ant’ı yayınlamaya başladığımız 1967’de dönemin genelkurmay başkanı Cemal Tural tarafından "vatana ihanet" suçlamasıyla askeri mahkemeye sevkedilmiştik… Ardından dört yıl süreyle hakkımızda komünizm ve Kürtçülük propagandası da dahil 300 yılı bulan hapis talepleriyle sayısız dava açılmıştı… 15-16 Haziran 1970 direnişinden sonra işçilerin sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmasına karşı çıktığımız için 1. Ordu karargahında dokuz subay tarafından açıkça tehdit edilmiştim…  12 Mart sıkıyönetiminin ilanından sonra da "arananlar" afişiyle hedef gösterildiğimiz için sahte pasaportla Türkiye’yi terketmek zorunda kalmıştık.

12 Mart döneminde sürgüne çıkanların sayısı fazla değildi. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Mehmet Ali Aslan, Kemal Burkay, Ahmet Aras, Mehmet Emin Bozarslan, Fuat Fegan, Latife`Fegan, Zülfü Livaneli, Rahmi Saltuk, Bülent Tanör, Kamuran Bekir Harputlu, Ahmet Kardam, Nihat Akseymen, Gülten Savasçı ilk ağızda anımsayabildiklerim…

12 Mart döneminin bir diğer sürgün kolu Filistin’deydi… Teslim Töre, Bora Gözen, Faik Bulut, Melek Ulagay, Cengiz Çandar, Yücel Sayman, Şahin Alpay, Ömer Özerturgut, Atıl Ant, Sabetay Varol, Ercan Enç sol hareketin tanınmış isimleri…

Bora Gözen, İsrail komandolarının 21 Şubat 1973 tarihinde Lübnan’ın Trablusşam şehri yakınlarındaki Nahr El Bared kampı’na yaptığı baskında Cafer Topçu, Kerim Öztürk, Ahmet Özdemir, Yücel Özbek, Gürol İlban ve Şükrü Öktü adlı yoldaşlarıyla birlikte katledildi.

Avrupa ülkelerine büyük siyasal sürgün akımı 70’li yılların sonlarına doğru Türkiye’de baskı altındaki Asuri, Ermeni ve Kürt’lerin toplu gelişiyle başladı.

Ama sürgünü yoğunlaştıran hiç kuşkusuz Evren Cuntası’nin 12 Eylül 1980 faşist darbesi oldu. Anımsayalım… 650 bin kişinin tutuklandığı, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, 21 bin 764 kişinin toplam milyonlarca yılı bulan hapis cezalarına mahkum edildiği, aralarında bugün ölüm yıldönümünü hüzünle andığımız genç devrimci Erdal Eren’in de bulunduğu 50 kişinin idam edildiği o dönemde 13 bin 788 kişi vatandaşlıktan atılarak sürekli sürgün, 380 bin kişi de pasaport talepleri reddedilerek sürgün adayı olmuştu.

Vatandaşlıktan atılanlar içinde İnci ile benim de dahil olduğum 200 kişi, cunta yönetimine karşı yurt dışında açıkça mücadele yürüttükleri için Evren tarafından "kansızlar" ve "vatan hainleri" diye suçlanıyordu.

TİP genel başkanı Behice Boran ve TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu ile başlayıp sürgündeki birçok sendika ve örgüt yöneticisini kapsayan bu uygulama Yılmaz Güney, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ, Cem Karaca. Sümeyra Çakır, Şahturna, Fuat Saka, Nihat Behram, Demir Özlü, Yüksel Feyzioğlu, Mehmet Emin Bozarslan, Fuat Baksı, Kamil Taylan gibi bir çok sanatçı ve yazarı da vurmuştu.

Bu uygulamaya karşı Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nda açtığımız davanın Türkiye aleyhine sonuçlanacağını gören Turgut Özal hükümeti karar duruşmasına  bir gün kala vatandaşlık kaybettiren 212 sayılı yasayı yürürlükten kaldırdı.

Ama Türkiye’deki muhaliflere karşı baskı ve tehditler, mahkumiyetler nasıl ardı arkası kesilmeden devam ettiyse, yurt dışındaki muhaliflere, sürgünlere karşı tehdit ve baskılar da asla son bulmadı… Kırmızı bültenler çıkartılarak, jurnalcilik misyonu taşıyan SETA’nın raporlarıyla hedef gösterilerek, Türk diplomatik misyonlarının ve Diyanet’in güdümündeki Türk dernekleri aracılığıyla provokasyon ve saldırılar düzenlenerek aynen devam ediyor.

Brüksel’de sürgün bulunan Kürt milletvekili dostlarımıza, uluslararası ün sahibi yazarımız Doğan Akhanlı’ya ve İsveç’te sürgün bulunan Ragıp Zarakolu’na çıkartılan seyahat engellemeleri Türk Devleti için utanç verici örnekler…

Sürgün gerçeğini hep birlikte gün be gün yaşıyor, yapılan ve tasarlanan baskıları ibretle izliyoruz.

Ama tüm baskı ve tertiplere rağmen mücadelemizi ödün vermeden sürdürmek zorundayız.

Yedi yıl önceki toplantımızda "Sürgünlükten kurtulabilme mücadelesi kutsaldır. Ama sürgün geri dönüşü olmayan bir yazgıysa, bulunduğun mekanı da ikinci bir yurt bellemek, kavgayı orada da tüm olanakları kullanarak ve yeni yetenekler kazanarak sürdürmek de kendine saygının, halkına, kültürüne ve doğduğun toprağa hizmet vermenin bir başka onurlu yoludur. Bunun en güzel örneklerini de yine Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Fahrettin Petek gibi sanatta ve bilimde yaratıcı kavga insanları verdiler…" demiştim.

Geçende sonsuzluğa yolcu ettiğimiz Teslim Töre bu yolu onurla kat edenlerdendi.

Engin Erkiner, Avrupa Sürgünler Meclisi sitesine yazdığı son yazıda "Teslim Töre tarihteki ne ilk sürgündü ve ne de sonuncusu oldu ama sürgünlükte özel bir kategoriye, yaratıcı sürgünlük’e girdi. Sürgünlüğün içine kapanma, dünyaya küsme, sürekli geçmişle yaşamak demek olmadığını herkese gösterdi" diyor.

Tamamen katılıyorum… Ve yine tekrarlıyorum…

Nazım Hikmet'in dediği gibi "Şu gurbetlik zor zanaat zor…" Ama Hasan Hüseyin'in dediği gibi "acıyı bal eylemek" de var.

Acılı gurbeti, acılı sürgünü daha yaratıcı, üretici bir yaşam kılmak da var…

Avrupa Sürgünler Meclisi’nin değerli üyelerini ve konuklarını böylesi bir kavganın insanları olarak saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi