Tanış çıkmak

Niye ölen hep biziz? Niye hep bize kanar Maraş, Çorum, Sivas…Vezir Mohammad Nourtani ile aramızdaki ortak bağ işte bu. Onu yaktılar. Bizi de…

Vezir Mohammed Nourtani bir göçmen işçi. Haberlere düşen resmini görenler hemen fark etmiştir yanık tenli, çakır gözlü olduğunu ve tebessüm ile ciddiyet arasında bir ifade ile baktığını. Nedendir bilinmez, minyon birisi galiba diye geçirdim içimden ve alın teriyle hayata tutunmaya çalışan bir garip insan olarak baktım ona uzaktan.

Uzaktan bakınca anlamıyor tabi insan tam olarak vaziyeti.

Uzaktan bakınca derdi, tasayı da çok hissetmiyor.

Uzaktan bakmayı tercih ettiğimiz hayatlardan birisi de işte Mohammed Nourtani.

Uzakta olduğu sürece sorun etmediğimiz her şey ne kadar şanslı olduğumuz duygusunu tattırıyor bize ve oralarda bir yerlerde yaşananlar, buralarda güvende olmanın rahatlığını sağlıyor lakin aslında her şey yanı başımızda cereyan ediyor.

“Asla olmaz” dediğimiz her şey oluyor artık ve daha beteri uzakta olup biten sanılanların aslında burnumuzun dibinde zaten yaşandığını hiç fark etmeyişimiz. İşte asıl kâbus olan bu.

İnsanlar gözaltına alınıp kaybediliyordu. Yakınları avazları çıktığı kadar bağırıyor, çocuklarının akıbetlerini öğrenebilmek için yüzlerine kapanan devlet kapılarını yumrukluyorlardı.

Onlara uzaklarda yaşanan, olan biten şeyler olarak bakıyorduk.

Köyler yakılıyor, köylülere dışkı yediriliyor, “kaçarken vuruldu” denilen çocukların yanına boyları kadar silah bırakılıyor, resmî gazeteciler deklanşöre basıyor ve ertesi gün “bir terörist öldürüldü” haberi, bir milli müjde olarak gazetelere düşüyordu. Öldürülen çocuk bir terörist değildi. Sadece bir çocuktu. Yalın ayaktı ve ayağından çıkan terlikler kenara savrulmuştu. Üzerinde çizgili el örgüsü olduğu belli olan bir kazak vardı. Çocuk “terörist” sanılarak(!) vurulmuştu. Belki de sanmaktan öte, tüm köyün yüreğine salınacak korku için seçilmiş bir kurbandı.

Hepsini uzaklarda yaşanan kötü olaylar olarak gören yanımızda ise devlet büyüyor, kötülük yayılıyor, “öldürseler yapmam” dediğimiz her şey elimizde, ağzımızda hayat buluyor, yaptıkça olmazlarımız azalıyordu. Çürüyorduk yani. Biz görmezden geldikçe katmerleşiyordu hayatın yükü.

Üst komşu, tüm komşuları fişlemiş ve hatta öldürülecekler listesini çoktan yapmıştı ve bunu bir televizyon kanalında herkesin gözüne korkusuzca bakarak ilan etmekte tereddüt etmiyordu.

Komşunun ölüm listesinde olduğunu öğrenenler ne düşünmüştür kim bilir ama daha kötüsü komşularımızın listeleri olduğunu öğrenmiştik.

Hep uzaklarda olacağını, olabileceğini düşünerek kurduğumuz “azıcık aşım, ağrısız başım” adlı hayatlarımız için bir şoktu bu. Çünkü üst komşu, alt komşu, yan komşu artık hepimizin 6-7 Eylül’ü olmuştu. Öznesi ise bu sefer kendimizdik.

Neydi konumuz?

Afgan göçmen Vezir Mohammed Nourtani.

Hani şu içimizde sakladığımız faşistin ürüyorlar, hiç durmadan ürüyorlar” diyerek nefretimizi üzerlerinden hiç eksik etmediklerimizden.

Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında üç kuruşa çalışan bir göçmen işçiymiş Mohammed. Ormanlık alanda, üzerine benzin dökülerek yakılmış halde bulunmuş bedeni.

Ruhsatsız maden ocağı açığa çıkmasın diye, madende ölen göçmen işçinin bedeni, madenin sahibi ve yancıları tarafından yok edilmeye çalışılmış.

Nasıl olsa yoksul bir göçmen işçinin peşine kimse düşmez, kimse de arayıp sormaz diye düşünülmüş belli ki. Ormanlık alanda bulunmasa cesedi belki de haklı çıkacaklardı.

Belki de haklı olduklarına hala inanıyorlardır ve hatta “biraz yatarsınız, ortalık sakinleşince de çıkarsınız. Çok yatmazsınız yahu” diyerek sırtlarını pışpışlayan birileri çoktan peydah olmuştur.

Yarım ay bıyıkların altından yükselen o teselli cümlelerinin ne menem bir şey olduğunu Ogün Samast’ın eline bayrak tutuşturup poz verenlerden hatırlamak ne tuhaf şey.

Ülkede yaşanan her kötülüğün kökeni bu derin dehlizlerde gizli çünkü. O bağı bilenlerin, o bağı dün ile bugün arasında kuranların pek sevilmeyişi de bu yüzdendir.

Ne sesiniz, ne yüzünüz, ne cümleleriniz duyulsun isterler tam da bu nedenle.

Ne kadar az görünür kılınır, ne kadar az duyulur ve ne kadar az var olursanız o kadar iyidir onlar için. Ve tam da bunu becermek için seçilmiş milli icraatçılar vardır her kurumda.

Ruhsatsız madenin sahibinin de ülkesini, milletini sevip sayan, bayrak deyince çakı gibi selam duran bir milliyetçi olduğunu öğrendik bu arada!

Onlar hiçbir zaman öyle uzaklarda yaşayan, uzaklarda işlerini yapan insanlar değildi. Hep bir özen gördüler maşallah! Onlarla benzeşmenin, benzeştikçe kendini güçlü hissetmenin, onları güçlendirmenin, güçlendirdikçe daha da çok benzeşmenin o tarih sayfasında, komşusunun ertesi gün gırtlağını kesecek, yağmalayacak ve ırzına geçecek olmanın heyecanı nasipleniyor hiç şüphesiz.

Değilse niye ölen hep biziz?

Niye hep bize kanar Maraş, Çorum, Sivas…

Vezir Mohammad Nourtani ile aramızdaki ortak bağ işte bu. Onu yaktılar. Bizi de…

İşte hep uzaklarda bir yerlerde yaşandığını, yaşanabileceğini düşündüğümüz her şey böyle girdi hayatlarımıza.

İnsani ve vicdani duruşun kaybedildiği yerde başladı esas yoksunluk.

Tekrar baktım resmine Mohammed’in. Yanık tenli, acı ile sevinç arasında Araf’ta kalmış o yüz ifadesiyle konuşmaya çalıştım. Hayal etmek istedim boyunu, posunu, yürüyüşünü, konuşmasını. Ağır geldi bıraktım.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi