Ragıp Zarakolu
Tarihin uyarısı
Çok uluslu imparatorlukların ulus devlete dönüşmesi çok sancılı ve acılarla dolu yaşandı. O dönemin Milletler Cemiyeti, ABD Başkanı Wilson’un önerdiği çerçevede ulusların kendi kaderini tayin hakkının çözüme katkı sunacağı düşüncesindeydi. İstikrar adına, MC, Türk-Yunan (Müslüman-Hristiyan) mübadelesini meşru bir yöntem olarak kabul etmiş, hatta organize etmişti.
Avusturya Marksizmi kendi kaderini tayin hakkının sorunu çözmede yeterli olmayacağını belirtip, özerklik projesini öne çıkarmaktaydı.
Daha büyük ulusların kendi kaderini belirlemesi tamam, peki onların altındaki ulusların, toplumun kaderi ne olacak?
Bir anlamda Sovyet (Konsey, Rat, Şura) projesinin başarılı olması, Sovyet Devrimi'nin bununla yetinmeyip, onun altında özerkliğe de yer vermesiydi.
Bu nedenle halklar hapishanesi Rus Çarlığı, Sovyetler Birliği'ne evrilip, halkların birlikte yaşaması devam ederken, benzer durumda olan Avusturya Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları çok acılarla, etnik arındırmadan zorla göç ettirmeye, katliamlardan soykırımlara uzanan deneyimler yaşıyordu.
Bu aynı zamanda Orta ve Doğu Avrupa’da aşırı milliyetçiliğin kök salmasının temelini yansıtıyordu.
Büyük devletlerin "armağanı" ile, Sırp milliyetçiliği çerçevesinde balon gibi şişirilip büyütülen bir Yugoslavya, çok sancılı bir biçimde dağılırken, 1936 Sovyet Anayasası sayesinde, SSCB’yi oluşturan cumhuriyetler kendi kaderini kullanıp hiç olmazsa barışçıl bir biçimde ayrılacaklardı.
Balkan sosyalistlerinin, daha sonra Komintern’in Balkanlara yönelik projesi ulus devletler yerine Balkan Federasyonu idi. Mekadonya, Trakya gibi hiçbir ulusun çoğunluk olmadığı coğrafi bütünlüklerin ise ayrı cumhuriyetler olması öngörülüyordu. Komintern aynı zamanda KP’leri birlikte çalışmaya zorunlu kılıyordu (TKP dahil).
Balkan Savaşları, ulus devletlerin karşılıklı halkları katletme savaşı idi. İttihat Terakki, bu deneyimi Anadolu coğrafyası halklarına uygulayacaktı.
1945'te faşizmin yenilgisi, Doğu ve Orta Avrupa’daki aşırı milliyetçi kökleri temizleyemese de en azından geri plana itmeyi ya da üstünü örtmeyi başardı.
1989 çöküşünden sonra bütün bu akımlar ortalığı yeniden kaplayacaktı. Bunun bir sonucu ise özerkliğe yönelik saldırılardı. Azeriler kendi kaderini belirleyebilir, ama Karabağ Cumhuriyeti KKTH’ni kullanıp Azerbeycan’dan ayrılamazdı. Aynısı Çeçen Cumhuriyeti için geçerliydi. Rusya’nın uyguladığı acımasız şiddet, bu hareketin lideri, eski bir Sovyet generali olan Cevher Dudayev’e yönelik suikast, Çeçen bağımsızlık hareketinin önderliğini cihatçıların almasına neden olacaktı.
Çeçenistan’daki kirli savaşı anlatan cesur kadın gazeteci Anna Politovskaya da Putin’in Çeçen korucuları tarafından öldürülecekti. Daeş’ten önce Çeçen cihadistler sivil grupları Moskova’da ve başka kentlerde hedef alan saldırılar yapacaktı. Bu ise sadece Putin’in işine yarayacaktı. Suruç ve Ankara, İstanbul Yılbaşı kıyımlarının RTE’nin işine yaraması gibi.
Putin’in yeni projesi, Rusya Cumhuriyeti içinde yer alan özerk cumhuriyetleri sonlandırmak. Bunun en başında ise Moskova’ya olan yakınlığı nedeniyle Tataristan özerk cumhuriyeti geliyor.
İsrail tarafından Hamas’ın sivillere yönelik, başıbozuk eylemlerinin FKÖ’yü zayıflatması ve uluslararası arenada Filistin’i yalnızlaştırması gibi.
Suriye iç savaşında sona yaklaşılırken, bütün bunlardan ders alıp aynı hatalara düşülmemesi gerek. Konfededasyon, federasyon, özerklik gibi düşüncelerin tartışılması önemli. Ama hayata geçirirken hata yapmamak daha önemli.
Bütün bunları bana düşündüren, Orta Doğu’nun sol eğilimli, Kürt dostu partilerinden biri olan Mezopotamya Özgürlük Partisi'nin "Asuri/Süryani/Keldani ve Ermeni Halklarının Eğitim Kültürüne Yönelik Yanlış Yaklaşım Kabul Edilemez!" başlıklı çağrısı oldu. Bir kısmını size aktaracağım:
"Birinci Dünya Savaşı sonrası Mezopotamya coğrafyası İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasında bölünmesiyle birlikte, ortaya çıkan dört ulus devlet içerisinde yaşayan bu halk, tüm haklarından mahrum edilmiş, baskı altına alınmış ve eğitimi engellenmiştir. Sadece gizli olarak kendi eğitimini Kilise, Manastır medreselerinde sürdürmüş, evde kendi lisanını konuşmaya çabalamış bu günlere kadar getirmiştir. Bu dört; tek ulusa, tek mezhebe, tek ırka ve tek bayrağa mensup devletler, zaman, zaman Kilise, Manastır eğitimini baskı altına alıp, engellemiş ve yasaklamışlardır. Tabii bu ulus devletler halkımıza, halklara açtıkları resmi okullarda kendi dillerini, tarihlerini, kültürlerini, sosyal yaşamlarını öğretmiş insanları kendi kimliklerine her yönüyle yabancılaştırmya çalışmışlardır. Bir şekilde başırılı oldukları, söylenebilir. Oysa İslamiyet döneminde, daha sonraki dönemlerde dahi Asuri/Süryani/Keldani halkı kendi Kilise, Manastır akademilerinde eğitimini, özerk yaşam sistemini devam ettirebilmiştir. Bir halkın kendi iradesine dayalı özgür eğitimi, onun asıl halk kimliğidir…
Kamışlo ile başlayan Asuri/Süryani/Keldani ve Ermeni okullarına yönelik yaklaşım, bu halklarda tepkilere, protestolara ve uluslararası alanda dile getirilmesine sebep oldu. Bu tarz ne Kuzey Suriye Federesyonuna, ne halklara ve ne de demokratikleşmeye hizmet edecektir… Doğrusu Asuri/Süryani/Keldani ve Ermeni eğitim okulların eğitim düzeyi ister rejim, ister Kuzey Suriye Federasyon eğitiminden daha gelişmiş olması nedeni ile, Kürt, Arap halkının birçok insanı evlatlarını bu okullarda okutuyor. Bu duruma vesile olan siyasi kurum ve şahısların şunu da iyi bilmeleri lazım, Baas varlığı Kuzey Suriye alanında tasfiye olmadı, Suriye bir devlet olarak varlığını tüm yönelimlere rağmen sürdürmekte…Demokrasi, eşitlik ve özgürlük adına başka halklara haksız dayatmalarda bulunulmasın."
Isis/Daeş’e karşı 2015 yılında oluşturulan Bethnahrin Kadın Savunma Güçleri…