Ragıp Duran
Türkler, Avrupalı olabilir mi?
Hala duruyor mu bilmem, Rumelihisarı'nda ''Edward of Hisar'' tabelası olan bir giyim dükkanı vardı. Pahalı, kaliteli tekstil ürünleri satardı. Rahmi Koç'tu sahibi.
Dükkanı ilk gördüğümde, ''Istanbul'da 'Edward of Hisar' diye bir dükkan var da, Londra'da neden mesela 'Hüseyin of Kensington' diye bir dükkan yok'' diye sormuştum kendi kendime.
Osmanlı İmparatorluğu aslında, daha çok coğrafi olarak büyük ölçüde Balkan hatta Avrupa İmparatorluğu idi. Hele Saray'ın nüfusuna, Padişahların eşlerine, Harem'e baktığınızda galiba Kafkasya kökenliler hariç, özellikle kadınların büyük çoğunluğu Avrupalı idi. Vakti zamanında Tarih ve Toplum dergisinin her sayısında yayınlanan Saray'daki şölen ve ziyafetlerin mönülerinde de Batı mutfağının ağırlığı hatta hakimiyeti açıkça görülürdü. Şarap kavları da cabası. N'est ce pas?
Osmanlı'nın Batı başkentlerine ilk kez Büyükelçi atamasından sonra iki dünya arasındaki ilişkiler hakkında zengin bir literatür gelişti. Sefirlerin 'Relation'ları (Diplomatik notları, anıları, kayıtları) bu açıdan ilginç. Anadolu'ya gelen Avrupalı seyyahların kitapları da o tarafın buraya nasıl baktığını anlatır ayrıntılarla. Yükselen güçlü Osmanlı ile henüz ayağa kalkmakta olan Batı dönemi ile mesela Mustafa Reşit Paşa'nın dönemi tabi ki çok farklı.
Türklerin Batı tasavvuru, Avrupa ile ilişkileri muazzam sorunlu. Aşk/nefret, kin/kıskanma, özenme/dışlama, benzeme/ayrılma, savaş/barış... 32 kısım tekmili birden hepsi bu sinemada. Sadece gelecek hafta değil, bundan sonra her hafta! Suare matine, 24 saat...
Bir zamanlar ''Avrupa'' sözcüğü, özellikle ürün bağlamında, kaliteli, iyi anlamında kullanılırdı. Çünkü yerli, uyduruk, çapsız ve çürüktü. ''Avrupa'ya gitmek'', ''Çocuğunu Avrupa'da okutmak'' matah, övünç duyulacak şeylerdi. Az çok özenir ve imrenirdik Avrupa'ya. Ama çoğumuz kendimizi hiçbir zaman Avrupalı olarak görmedik, göremedik.
Galatasaray futbol takımının Avrupa kupalarında fırtına gibi estiği yıllarda, deplasmanda bir Alman takımını yendikten sonra, bizim spor muhabirlerinden biri, Alman antrenörün basın toplantısında bir soru sormuştu:
- Hakan Şükür'ü nasıl buldunuz? Hakan bugün herhangi bir Avrupa takımında oynar mı sizce?
Cevap, Batı kompleksini yıkan minvaldeydi:
- Hakan çok başarılı bir golcü. Galatasaray zaten Avrupa Şampiyon Klüpleri Turnuvasının gedikli takımlarından biri. Hakan da bu Avrupa takımının bir oyuncusu
2000'lerin başında yayınlanan, Istanbul'da çekilen bir kaldırım söyleşisi takılıp kalmış aklımın bir ucuna:
- Türkiye sizce Avrupa Birliğine girmeli mi?
- Girmeli ama biz zaten çoktan girdik Avrupa'ya. Bakın ben mesela Avrupa yakasında oturuyorum.
Yanıtı veren gırgır yapan cintoş bir genç değildi. Yaşını başını almış ciddi bir amcaydı.
İlginçtir, bazı istisnalar hariç, en Türk Türkler, uzunca yıllardır Batı Avrupa'da yaşayan 1. ve 2. kuşak göçmenler. Bulunduğu ülkenin dilini öğrenme zahmetine bile katlanmadan on yıllarca Almanya, Belçika, Hollanda ve Fransa'da yaşadı bu Türkler. Klasik bir diaspora ghettosu içinde. Hiç Alman, Belçikalı, Hollandalı ya da Fransız arkadaşları olmadı. Kızlarını oğullarını Türkiye'den seçtikleri gelin ya da damatlarla evlendirdiler. Domuz vardır korkusuyla yaşadıkları kentin lokantalarından uzak durdular. Dönere talim ettiler hep. Bulundukları ülkelerin gazetelerini okumadılar. Hürriyet'in Almanya baskısına muhtaç kaldılar. Bulundukları ülkelerin televizyonlarını hiç açmadılar hep Türk kanallarını seyrettiler. Çok Türktüler, hatta aşırı Türktüler... Ama şimdi mesela çifte vatandaşlık yasaklanan ülkelerde Türk konsolosluklarının kapılarında kuyruk oluşturup TC vatandaşlığından ayrılma yarışına girdiler. O kadar seviyorlardı Türklüklerini... Bir o kadar da ikiyüzlüydüler. 3. ve 4. kuşaklarda neyse ki büyük ölçüde kırıldı bu anlamsız Türkseverlik.
Memlekette yaşayıp Edirne'nin ötesine geçmemişlerle bir tek sözcük yabancı dil bilmeyenlerin de Türklüğü çok kuvvetlidir. İçine kapanıklık, bilmediğini ısrarla inkar edip öğrenmeme inadı, yabancı dediğine hep kuşkuyla yaklaşma, bir de aktif meraksızlık Türk Standartları Enstitüsünün olmazsa olmaz şartlarıdır.
Böyle bir ahval ve şerait içinde, Le Point dergisi, Erdoğan'a Diktatör demiş, Economist, Erdoğan'ı padişah giysileriyle resmedip ''Sultan mı Demokrat mı?'' diyerek kapağına taşımış, ya da ABD, Çin ve Rus liderleriyle birlikte ''otokratlar'' arasına koymuş, Nouvel Observateur, ''Erdoğan Tehdidi'' diye manşet atmış, Le Figaro Magazine, diktatörler serisine Erdoğan'ı da katmış... kime ne? Umurunda mı iktidarın? Umurunda mı Reis destekçilerinin?
Batı bizi kıskanıyor, Üçüncü Havalimanı Almanya'nın planlarını çökertti, İngiliz Kraliçesi Erdoğan'a hayran oldu, Trump Erdoğan'a ''En iyi dostum sensin!'' dedi... Bunlarla avunuyor ya da avunduklarını sanıyorlar. Ya da kestirmeden Tapınak Şövalyeleri, CİA-Mossad komplosu, Yahudi planı, karanlık eller gibi çok bilimsel açıklama ve gerekçeler öne sürüyorlar.
Her şey bir yana, bu neo-liberal dünyada senin milli paranın değerini milli ve yerli derecelendirme kuruluşu bile kurtaramaz.
Beştepe'deki tahta çıkma törenine katılan yabancı zevat arasında neden bir tane bile demokrat lider yoktu diye sorsalar cevap ne?