İnci Hekimoğlu
Uğur Mumcu ve Hizbulkontra
Sedat Peker’in son videosunda, eski içişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın Kürt iş insanları ve gazetecileri öldürttüğü yönündeki ifadeleri üzerine 90’lı yılların faili meçhule bırakılan suikastları yeniden gündeme geldi.
Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu, laik-cumhuriyetçi kimliği ile bilinen, önemli araştırma kitaplarına imza atmış bir gazeteciydi. Üzerinde durduğu konuların başında, darbeci generallerin İslamcı hareketler ve ülkücü çetelerle ilişkileri geliyordu. Örneğin Susurluk Skandalı’ndan çok önce, ülkücü tetikçilerle devlet görevlileri arasındaki ilişkiyi mercek altına almış, bir yazısında Abdullah Çatı ismini vermişti.
Uyuşturucu ve silah ticaretine ilişkin devleti rahatsız edecek bilgilere ulaşabilen Uğur Mumcu bir röportajında sürekli tehdit aldığını açıklamıştı. Nitekim 1993 Ocak ayında Ankara’daki evinin önünde arabasına konan bombayla öldürüldü.
Bazı gazeteciler, polisler ve siyasiler ezelden beri Uğur Mumcu’yu siyasal İslamcıların öldürdüğünü, katillerin yakalanıp mahkum olduğunu ve bilinenin aksine faili meçhul olmadığını iddia ediyorlar.
Meclis Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu’nda yer alan tespitler, o dönem kimlerin, nasıl soruşturmayı engellemeye çalıştığını ortaya koyuyor.
Raporda "Uğur Mumcu cinayetinde Komisyonumuzca tespit edilen dikkat çekici şüpheli noktalar" ara başlığı altında yer alanları özetleyerek aktarayım ki, ayrıntılara boğmadan anlaşılsın.
1- Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin ve Ankara Valisi Erdoğan Şahinoğlu’nun açıklamalarının aksine Uğur Mumcu’nun korunmadığı ortaya çıktı.
2- Soruşturmadaki en önemli ‘kusurlardan’ biri, İslami Cihat Örgütü ileri gelenlerinden Şefik Polat ve Necmi Aslan’ın yakalandığı halde serbest bırakılmaları oldu. Üstelik Şefik Polat, o tarihlerde Batman’da Sıddık Tan’ı öldürmekten 20. 1.1993 tarihinde aranmaktaydı.
Oysa bu isimler, Kamhi suikastından çok önce 20.1.1993’te İslami Hareket Örgütü’ne yönelik operasyonda yakalanan Mehmet Ali Şeker, Mehmet Zeki Yıldırım ve diğer sanıkların ifadeleriyle dava dosyasında yer almıştı.
3- Cinayetten önce örgüt üyesi Ayhan Usta tarafından İstanbul’dan Ankara’ya getirilen 4 otomobilin cinayette kullanılıp kullanılmadığı araştırılmadı.
4- Uğur Mumcu’nun arabasına konan patlayıcının C-4 olduğu ve İslami Hareket Örgütü militanlarının evlerinde yapılan aramada kilolarca aynı patlayıcıdan bulunduğu gibi çok sayıda silah ve malzeme bulundu. Bu patlayıcıları söz konusu örgütün kullandığı bilinmesine rağmen soruşturma derinleştirilmedi ve olay adli vaka olarak ele alındı.
5- Cinayetten sonra 155’i arayan bir kişi, Batmanlı Mehmet Tevfik Günaydın adlı Hizbullah Örgütü kuryesinin Ankara DDY Misafirhanesi’nde kaldığını ihbar etti. Bu kadar önemli bir olayda emniyet ancak 4 gün sonra misafirhaneye gitti. Ve elbette kimseyi bulamadı.
6- Cinayetten sonra yapılan operasyonlar sırasında gözaltına alınan Suriyeli Muhammed Aiman Abo Attot’un evinde bulunan 9 bilgisayar disketi çözüm için Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderildi ancak bilgisayar disketlerinin incelenmesinin mümkün olmadığı belirtildi.
"Türk standartlarına uygun olmadığına ilişkin" gerekçe, Komisyonu ikna edemedi elbette.
ANAHTAR İSME OPERASYON
Soruşturmanın seyrini değiştiren en önemli gelişme, 31.1.1993 tarihinde Ayhan Aydın’ın Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne başvurarak, Uğur Mumcu’nun öldürülmesine tanık olduğunu söylemesi olur.
Olay günü tesadüfen Mumcu’nun evinin bulunduğu Karlı sokakta olan Aydın, gördüklerini net olarak anlatır.
Lacivert Doğan marka bir otomobil, lastiğinin patladığı bahanesiyle Mumcu’nun otomobilinin yanında durur. Lastik değiştirmek üzere araçtan inenlerden biri, Mumcu’nun aracını kastederek " Mıstık otomobilin altına somun kaçtı der". Yaklaşık bir dakika kadar aracın altında kalan kişi ve yanındakiler seri bir şekilde lastiği değiştirdikten sonra uzaklaşır.
Bu ifade önemlidir, çünkü uzmanlara göre C4 patlayıcının aracın altına yerleştirilmesi için gerekli süre 45 saniye kadardır.
Tanık Ayhan Aydın gördüğü 2 kişinin eşkalini de ayrıntılı olarak tarif ettiği gibi, yüzleştirme sırasında da Mehmet Ali Şeker ve Ayhan Usta’yı teşhis eder.
REHA MUHTAR NİYE KONUŞMADI
Ancak bu önemli tanığı işlevsizleştirmek ve soruşturmayı karartmak üzere TRT’de yayınlanan, yapımcılığını Reha Muhtar ve Celal Kazdağlı’nın yaptığı Ateş Hattı programına "mevcutlu" olarak çıkarılır. Araştırma Komisyonu’nun tanığın adresini istemesi üzerine, adresini vermek yerine bu kez de Komisyona polis kuşatmasında getirilir.
Komisyon raporunda, konuya ilişkin şu ifadeler yer alır:
"Adı geçenlerin bilgisine başvurulmak istense de Reha Muhtar, Komisyonumuzun Başkan ve üyelerinin sorularına kaçamak cevap vermeye çalışmış, kendisinden konuyla ilgili bilgi alınması mümkün olmamıştır."
Komisyon, bir tanığın televizyona çıkarılması ve polis eşliğinde getirilmesi üzerine Nahit Menteşe’yi yazılı olarak çalışmaları engellemeye çalışmakla suçlar.
Soruşturmaya düşen gölge bununla da kalmaz. Tanığı doğrulayan İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Şeker ve Usta’nın yakalama tutanağındaki tarih 26.1.1993 olmasına rağmen, DGM Savcısı Ülkü Coşkun, Şeker ve Usta’nın 24 .1.1993’de gözaltında olduğunu ileri sürer.
Yani, gerek İçişleri Bakanlığı gerek DGM Savcısı Mumcu’nun öldürüldüğü tarihte ismi geçen zanlıların gözaltında olduğunu, tahrif edilmiş tutanaklara dayanarak iddia eder.
Dolayısıyla Komisyon Ülkü Coşkun’u da açıkça "resmi belgeleri dikkatli şekilde incelemediği, görevi savsakladığı ve yanlış tespitlerle soruşturmayı başka yöne sevk etmekle" suçlar.
Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın "bir tuğla çekersem duvar yıkılır" sözüyle işaret ettiği yeri Ülkü Coşkun, Güldal Mumcu’ya açıkça söyler: "Uğur Mumcu’yu devlet öldürdü."
Raporda benim göremediğim bir başka eksiklik vardı. Adı geçen zanlıların İstanbul’dan Ankara’ya getirdikleri araçların incelenmemesi, 3 otomobille ilgili renk, model, plaka bilgileri varken birine ilişkin bilginin olmamasıydı.
Cinayetin en kritik isimleri Mehmet Ali Şeker ve Ayhan Usta adı, çok kısa bir süre sonra Çetin Emeç ve Turan Dursun cinayetlerinde karşımıza çıktı. Bu kez yargılandıkları davalarda İrfan Çağrıcı gibi başka isimler de yanlarına eklenmişti.
Medya ve medyaya salınan bilgiler, bu isimlerin İran bağlantılı olduğu yönündeydi.
Soruşturma boyunca İslami Cihat Hareketi, İslami Hareket gibi isimlerle anılan örgüte, bağlantılı bir başka davada da "Tevhit – Selam/Kudüs Ordusu" adı uygun bulunmuştu.
12 Eylül Darbesi ile start alan ABD’nin "Yeşil Kuşak" projesinin Türkiye ayağını oluşturmakla görevli örgüte farklı isimler verilmesinin nedeni vardı.
Çekirdek kadrosunun İran’da eğitim aldığı örgütün, Türkiye topraklarına yerleşmesi "derin devlet" sayesinde oldu ve JİTEM’le birlikte Kürtlere karşı yapılan bütün cinayet ve işkencelerde önemli rol oynadı.
Albay Arif Doğan tarafından, Jandarma İstihbarat Daire Başkanlığı bünyesinde Hulusi Sayın’ın Jandarma Genel Komutanlığı Kurmay Başkanlığı (1981-1985) döneminde kuruldu.
Diyarbakır, Batman gibi Kürt illeri başta olmak üzere İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Samsun ve Erzurum’da örgütlenen JİTEM yapılanması, asker, polis, istihbarat, korucu ve itirafçılardan oluşuyordu.
İçinde Veli Küçük, Mehmet Ağar, Korkut Eken, İbrahim Şahin gibi isimlerin bulunduğu bu ‘derin’ yapı, binlerce infazın yanı sıra uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile de anılıyordu.
JİTEM’in kurdurduğu iddia edilen Hizbullah’ın devlet kurumlarıyla ilişkisi çeşitli tarihlerde farklı yetkililerce de kabul edildi. Yakın tanığı ve mağduru olan Kürtler, Hizbullah’ın devlet kurumlarıyla işbirliğini çok öce fark etmiş, o nedenle de Hizbulkontra adını vermişti.
Hizbulkontra, eylemlerini Kürt illeriyle sınırlı tutmadı. Uğur Mumcu ile birlikte laik kimliği ile bilinen başka önemli isimlere yönelik suikastları nedeniyle, "laik devletin" yargısı ve emniyeti Hizbullah adını anmaktan geri durdu.
Özetlersek, Uğur Mumcu ve 90’lı yıllarda işlenmiş çok sayıda suikast ve katliam Hizbulkontra’nın faaliyetleri içindeydi.
Hâlâ cinayetleri sınır dışına havale ederek yüzleşmekten kaçınanlara yalnız Meclis Araştırma Komisyonu Raporu’nu değil, dava dosyasını da ‘gazeteci’ gözüyle incelemelerini öneririm.