Fadıl Öztürk
Ütopya...
Ayrı renk ve dillerde konuşan ayrı ülkelerde yaşayan herkesi getirip vahşet ve ölümün kapısına bıraktılar. Karanlık, dudaktan dökülen sözlerin dışında her şey karanlık. İrili ufaklı herkesi yutan bir karanlık.
Tüm insanlığın dünyanın onlara dar edildiği sefaletten ve vahşetten kurtulmak için ay ışığında yola çıktıklarını düşünün. Düşünün haritalar, kıtalar, kıtaları ayıran okyanuslar yok, sadece karanlığın çökmesiyle çıkılan yol var insanlığın önünde...
Adım adım karanlıkta yol aldıran bacakları, dudaklarında dilleri, yüzlerinde karanlığın bir şilep gibi batırdığı gözleri var. Birbirlerinden farklı olsalar da hayallerine varmak için yola çıkmış birer hayal tamircisi her biri. Yürüdükçe kendi aralarında yarattıkları yeni bir dille konuşuyorlar. Dünyanın en dibinde yaşayanların günlük hayatlarında kullanarak yordukları dillerin toplamından yapılmış yeni bir dille anlaşıyorlar.
Dünyanın en son gecesinden ilk sabahına yol alan dünya çoğunluğu, gitmezlerse asla gelmeyecek uzaklıkta bir ilk sabah. Kendilerini taşıyan arabaları, havalanacak uçakları, garlarda yolcu indirip bindiren trenleri, limanlardan demir alıp açılacak vapurları yok. Sadece kendileriyle beraber taşıdıkları dünyanın ilk sabahına varma hayalleri var.
Zifiri karanlıkta yola çıkanlar o güne kadar edindikleri bütün meslekleri karanlıkla birlikte yitirmişler. Dünyanın ilk sabahına yol alırken önlerine çıkacak sorunları çözerek yeni meslekler edineceklerinden kendilerinin bile haberi yok, en yalın halleriyle yürüyorlar. Yola çıkmanın insanın kendini yeniden yaratmak olduğunu yolda öğrenecekler...
Yama dikiciler, yara sarıcılar, umut dağıtıcılar, hatırlatıcılar, ağıt taşıcılar, şarkı tozu alanlar, zamanı gelince geceyi sabaha dikenler, umutsuzluktan düşmüş yüzleri toplayan yüz toplayıcılar, rüya gördürücüler, gülümsemeyi yük olmaktan çıkaran kahır kovucular, ihtiyaç durumunda erzak bulucular, karanlıkta yön bulan yol okuyucular, dağ aşıcılar, ırmak geçiriciler, mola vericiler, yorgunluk alıcılar, uyku kovucular gibi yol aldıkça herkesin yeni birer meslek edineceğini düşünün.
Yürüdükçe kimsenin yaş almadığı karanlıkta bir yolculuk düşünün. Gündüzün nasıl bir şey olduğunu kimsenin yaşayarak bilmediği, her insanın kendine göre anlam yükleyerek tarif ettiği bir halden bahsediyorum. Uyuma ile uyanmanın tam ortasında hayal ile gerçeğin aynı elbise ile dolaştığı, rüya okuyucuların hayal kurucuların eksik olmadığı bir yürüyüş düşünün...
Tüm çiçekleri ve o çiçeklerin kokularını, kuşları ve o kuşların uçup konduğu ağaç dallarını, tüm çeşitleriyle balıkları bedenlerinde taşıyan suları, bir sabahla güneşin yeryüzüne vurmasını ve tüm bunları en yaşlı olanın kaşlarının arasında saklayarak yola çıkmışları düşünün...
Ayak sesleri dışında geride hiçbir şey bırakmadan bir fısıltı gibi sessizce yol alanlar; Gün doğumunu hiç görmedikleri halde kendi içlerinde durmadan gün doğuranlar; Batan akşam güneşiyle yüzlerini yıkamak isteyenlerin yürüyüşü.
Ay altında yürümek sadece bir yol alış değildir, yüz yılları aşma yürüyüşü, verilmiş bütün savaşları bir bir geçerek gidilen bir yolculuktur ay altında yürüyüş. Dünya şafağına varmak için ezilmişlerin kendi dünlerinden yola çıkarak yarınlarına varma yolculuğudur. O sabaha varmak için çıkılan yolda beraber yürünürken başka bir kardeşlik boy atacak aramızda. Gölgesine oturduğumuz her ağacın rüyasını göreceğiz durduk yere. Suların uzaktan gelen berrak şarkısı dudaklarımızda havalanacak. Kuşlar uçarak terk ettikleri dallara yeniden konacaklar. Yüz yıllardır kapısı çalınmamış evlerin kapısı çalınarak hatıralara can verilecek o gün. Savaşlarla gelen kıtlık, ölüm, salgın hastalıklar, sömürü, ırk, cins ve inanç ayrımı son bulacak. Son bulacak insanın insana kulluğu...