Vitrinlerle heykeller berhava olurken…

Olağanüstü günler yaşanıyor bu aralar New York’ta Paris’te, Wellington’da Brüksel’de. Bir düzen çökmeye yüz tutarken önce sembolleri gider: Heykeller, vitrinler…

Ragıp DURAN


Yorgo (Giannopoulos) anlatıyor: "Kızım Maria 6-7 yaşındayken Delf civarında bir tapınağa/kiliseye gitmiştik. Maria sunağın orada mum yakmaya çalışırken etraf birden alev aldı. Rahipler, rahibeler, kilisenin görevlileri telaşa kapıldı. Kovalarla su getirip neyse ki söndürdüler yangını. O zaman düşünmüştüm. Kilise yanarsa, insanlar belki bir şekilde kendilerini kurtarabilir ama İnciller, haçlar, freskler dahası kilisenin belgeleri yani rahiplerin geçmişi, yazışmalar, belki de dindarların günah çıkarma dosyaları…yani dini semboller kül olabilirdi. Rahip ve rahibelerin telaşı buradan geliyordu. Sembolleri korumak, kurtarmak gerekiyordu. Yıllar sonra, 2002 yılı olmalı. Atina’da bir protesto gösterisine katılmıştım. Yürüyüşün sonlarına doğru, öfkeli gençler, ana caddedeki lüks tekstil mağazalarından birinin cam çerçevesini indirdikten sonra içeri molotof kokteyli attı. Bir ara baktım, vitrindeki manken, tabi ki kılını kıpırdatmadan cayır cayır yanıyor. Bu manzara çok etkilemişti beni. Hatta bu kareyi anlatan bir şiir bile yazmıştım."

Bu iki tanıklık üzerine yaklaşık 2 saat konuştuk, tartıştık. Çok zengin, verimli tahlil ve sonuçlara ulaştık:

  • Dini ve siyasi iktidar, sembolik egemenliğine yani ideolojik gücünün dış göstergelerine çok önem veriyor. Haçlar, İncil, freskler, ikonalar (İkon, Yunanca "Görüntü" demek) olmasa dinin gücü görünür hatta hissedilir olamayacak. Bu nedenle dini otorite bu sembolleri/nesneleri korumak hatta yüceltmek zorunda. Marie-José Mondzain "Gasp" kitabında bu konuyu çok iyi anlatıyor, deşiyor.
  • Ana caddedeki lüks mağaza vitrinleri deyince gündeme Walter Benjamin’in Paris’deki Pasajları betimlediği kitabı aklımıza geldi. Sözkonusu Galeriler/Pasajlar sadece ve sıradan bir ticari sergi alanı değil, kentin konumu, kent-insan ilişkilerinin hem ekonomi-politiği hem de estetiği konusunda önemli bir mecra.
  • Vitrin, adı üzerinde, (Kelimenin etimolojik kökeninde, cam ve değerli nesnelerin gösterildiği mekan, var) bizatihi kendisi derin anlamı olan bir mecra değil. Vitrin, neyi gösterdiği, neyi sergilediği ile anlam kazanıyor. Boş bir vitrinin de kuşkusuz bir anlamı var ama vitrin esas olarak içindekilerle/gösterdikleriyle vücut buluyor, zihnimize giriyor.
  • Sosyal medyada çok dolaştı. Görmüş olabilirsiniz. Adamın biri arabasına binmiş, New York’ta sokağa çıkma yasağı döneminde 5. Caddeyi boydan boya katediyor, bir yandan da cep telefonuyla kayıt yapıyor. Global markaların lüks dükkanlarının cam çerçevesi inmiş, bir tek markanın adını taşıyan reklam pankartı kalmış. Bazı dükkanların vitrinleri de kalın tahta perdeyle kapatılmış.
  • Bizim gibi barış yanlısı insanların, şiddet övgüsü yapması söz konusu olamaz. Burada amaç, iktidarın/düzenin kitleden spontane olarak gelen şiddeti nasıl algıladığını kavramaya çalışmak. Benim tespitim şu: Sokak, Beyaz Saray’ın elinden hem siyasi inisyatifi hem de şiddet tekelini aldı.
  • İstanbul’da çoğu zaman olduğu gibi yine yasaklanan bir 1 Mayıs gösterisinde, Üsküdar tarafında, kenar mahallenin gençleri bir ATM’yi önce darp etti(!) ardından da ateşe vermişti. Ekrandan an be an izlemiştik öfkeli gençlerin bu eylemini. Ardından kadrolu TV yorumcuları, düzenin propagandacıları olayı değerlendirirken olağanüstü sinirli bir şekilde gençleri kınadı, saldırının anlamsızlığı, vahşeti üzerine nutuklar çekmişti. Oldukça da paniklemişlerdi aslında. Oysa ki, mesele basit: O gençler yoksul, büyük bir ihtimalle işsiz belki de evsiz. Kesin olan bir şey var ki, ATM’yi yakanların banka ya da kredi kartı yok. Bu nedenle kredi kartı sahibi olan dingoların bu eylemin nedenini, anlamaları mümkün değil. ATM’yi dövüp yakarken, o gençlerin esas amacı soygun değil. ATM onların gözünde sadece bir sembol. Polis, mahkeme, okul, medya… düzenin ideolojik aygıtları ise, ATM de bu gençlerin gözünde kendilerini yoksul, işsiz, haksız bırakan düzenin sembolü.
  • ABD’deki İsyan’da da vitrinleri indirenler, lüks mağazaları ya da AVM’leri boşaltan kalabalık da, bu eylemleri ile aslında düzenin sembollerini yıkmaya çalışıyor. Bir çok eyalette dükkanları boşaltan gençler, bilahare kendi aralarında komiteler kurarak, topladıkları "ganimeti" yoksul mahallelere dağıttı.
  • Fransa’da geleneksel tarımı korumaya, neo-liberal düzene karşı mücadeleyi şiar edinmiş José Bové ve arkadaşları, Fransız damak tadını da bozduğu gerekçesiyle vakti zamanında bir McDonald’s şubesini "ayıklamışlardı". Düzenin bu eyleme tepkisi çok sert olmuştu. Yargılandılar, mahkum oldular. Çünkü McDonald’s herhangi bir dükkan değildi. Temsil ettiği değerler, egemenlerin değeriydi. Kendileri o saçma sapan sandviçleri yemeseler de…
  • Yorgo’nun örneğindeki vitrinde yanan manken de tipik bir sembol. Vitrin cansız, manken de tabi ki cansız. Ama temsil ettiği değer, düzenin belki de can suyu. Gösteri Devleti burada Tek Boyutlu İnsan’la yani Tüketici ile buluşuyor.
  • Pierre Bourdieu, iktidarların bu sembolik şiddet mekanizmasını/şebekesini nasıl kurduğunu, uyguladığını, özellikle de medya üzerinden topluma nasıl şırıngaladığını çok iyi anlatmıştı.
  • Bu aralar sadece ABD’de değil Belçika’dan Yeni Zelanda’ya kadar sayısız ülkede insanların, köleci ve ırkçı şahsiyetlerin heykellerini devirmesi çok anlamlı, çok umut verici bir gelişme. ABD’de ve İngiltere’de de resmi tarih hem akademi ve medyada hem de sokaklarda sorgulanıyor. Köleci, sömürgeci, ırkçı tarih aynasının sırları dökülüyor. Aynanın sırrı dökülünce ne olur? Hiiiç…Şeffaf bir cama dönüşür ayna. O kadar!

Cuma akşamı Artı TV’de, Artı Gerçek programında bu konuları tartıştık. Güzel oldu.

Her geçen gün en az beş konuyu daha iyi anlıyoruz:

  • ABD’deki sistem sanıldığı kadar ya da bize anlatıldığı kadar sağlam ve güçlü değilmiş. 2-3 bin kişi Beyaz Saray’ın önünde toplanınca bir Başkan sığınağa kaçıyorsa, sokağın ne kadar etkili olduğu kanıtlanmış oldu. Halbuki bu Amerikalılar, Kılıçdaroğlu’nu dinleselerdi bunlar gelmezdi başlarına!
  • İflası yaklaştığı her halinden belli olan neo-liberal sistem, faşist yöntemlerden medet umsa da, dağılıyor, parçalanıyor. Bunu da egemen sınıflar içindeki bölünmelerden anlıyoruz. ABD’de yerleşik düzenin üç büyük gazetesi, Covid-19’dan beri ama özellikle isyan başladığından bu yana sanki "Demokratik Halk Cephesinin merkezi yayın organları" gibi haberler ve yorumlar yayınlıyor. Hadi Trump’ın ağzıyla konuşayım: "Bunlar sanki Antifa’nın gazeteleri!"
  • Binler, onbinler, yüzbinler, şiddet içeren eylemler barındırsa da, sokağa çıkınca, iktidar geri adım atmak zorunda kalıyor. Fransa’da Bordeaux Belediyesi gece yarısı neredeyse gizli bir şekilde kentteki sömürgeci, köleci isimler taşıyan cadde ve sokaklardaki plakaları değiştiriverdi hemencecik. Protesto filan olmadan.
  • İngiltere’deki olay da ilginç. Aşırı sağcılar, telaşlanıp Churchill heykeli yıkılmasın diye nöbet tutmaya başlamış. Yarası olan gocunur. Üstelik sembol, insanların gönül ve bilinçlerine dikilmişse, onu korumak için silahlı nöbet tutmaya gerek kalmaz.
  • Herhangi bir düzen, bir günde tepetaklak edilemez. Ama önce düzenin sembolleri hasar görür, ardından düzenin mekanizmaları yavaş yavaş çalışamaz hale gelir. George Floyd’un kızı ‘’Babam dünyayı değiştirdi’’ demişti. Tam olarak doğru olmasa da hem güzel bir saptama hem de bazı gerçekleri içeriyor. Halen olup biten, örgütlü, planlı-programlı, yeni bir dünya, yeni bir iktidar projesi olan kitlesel bir kalkışma değil. Henüz topyekün bir değişim yok belki ufukta ama rüzgar dönüyor. Ve hiç kuşku yok ki, yüzlerce yıllık ırkçı, sömürgeci, adaletsiz sistem darbe alıyor. Artık düzen, eskisi kadar rahat bir şekilde sömürgecilik, ırkçılık ve adaletsizlik yapamayacağa benzer. Yine de bu kötücül sisteme karşı uyanık olmak gerek. Derlenip toparlanmak için binbir hile ve oyun yapma esnekliğine ve gücüne sahiptir.

Kristof Kolomb heykelinin kafası koparıldı.

Grazie! 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi