Akın Olgun
Yavuz’un şükrü, Elif’in yanan eti
Şükredecek yaşta değildi Elif Mislina. Depremden kurtulan ailesi bir çadıra sığınmıştı. Gece soğuktu. Ayaz iniyordu çadırlara, bedenlere.
İskenderun’da sığındıkları çadır, bir gece tutuştu.
Depremde yitirilenlerin ardından yükselen çığlıklar artık yerini kimsesizliğe bırakmıştı. Beterin beteri yaşanıyordu. Çocuklar, o beter olası her şeyin içinde kendisine oyunlar kuruyor, yüzleri birazcık gülsün diye yardıma gelen abilerin, ablaların kurdukları oyunlarda hayatı yeniden sevmeyi öğreniyorlardı.
Yıkılmış, enkaza dönmüş bir hayatı sevmek ne zordur oysa ama çocuklar hayal dünyalarında tüm kırıkları tamir edebilir, yıkılmış her evi yeniden kurabilir, acıya kelebekler kondurup, yaralarına üfleyebilirler.
Üfleyerek hayatı iyi edebileceğine inanmanın gücü sadece onlarda bulunur. Her acıyı iyi edebilecek bir hayal gücü sadece ve sadece onların dünyasında mümkündür. Şarkılar, birbirini kovalamacalar ve havaya saldıkları kahkahalar yeni bir hayatın müjdesi gibidir.
Elif onlardan biriydi.
Şükredecek yaşta değildi henüz. Çaresizliğin yarattığı şükürlerin bir anlamı yoktu onun için. Tüm şükür hallerinden bağımsız, tüm esir cümlelerden habersiz, yeni oyunların hayaliyle yarına uyanmanın sabırsızlığındaydı sadece.
Soğuktan, yağmurdan korunmak için bir çadırın altına sığınmak zorunda kalanların vücuduna yapışan naylon kadardı değerleri… Bir haber olup, kayboldu Elif’in akıbeti.
Deprem bölgesinde herkes acısını, bir başkasının acısında dindirdi. Bir çocuğunu kaybetmiş olan, beş çocuğunu kaybedene sarıldı. Anneler babalar, kardeşler bir başkasının yitirdiklerine bakıp sarmaladılar acılarını.
Devlet uzaklarda bir yerdeydi. Cebinden çıkardığı bir tomar parayı, uzanan ellere sıkıştıran devlet, vatandaşının onurunu da azarlayıp, tartaklıyordu.
Ayıbını çaresiz insanlara yüklemenin huzurunu, sırtı pek bir utanmazlık ile sağlıyordu Cumhur. Çamur üzerlerine hiç bulaşmıyordu ve tiril tiril elbiseleri ile geçip gidiyorlardı yaratıcısı oldukları yıkımların içinden. Geride kalanlara “Allahtan rahmet” sunan dilleri ve al al besili topaç yanakları, devletimizin ne kadar güçlü, kudretli olduğunu işaret ediyordu.
Her zamanki gibi o kudretli halin sefaletini ilişik gazeteciler aralarında pay etti;
"Başını sokacak bir çadır bulan... Şükrediyor. Kızılay çadırı... AFAD çadırı... Azerbaycan çadırı... Özbekistan çadırı... Çin çadırı... Oturanlar mutlu... Şanslı. Konteynere yerleşenlerin ise... Keyiflerine diyecek yok” Diyen Sabah gazetesi yazarı Yavuz Donat gibi.
Elif, ailesi ile kaldığı çadırın içinde yandı. 4 yaşındaydı.
Üfleyerek hayatı, iyi edebileceğine inanan tüm çocukların adına okuyorum ben de belaları Yavuzlara.
Elif oluyor dilim, sözüm, cümlelerim…
Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.