Ragıp Zarakolu
'Yeniden göç katarları'
"Yeniden çantalar hazırlanıyor. Yeniden insanlar düşüncelerinden dolayı göç yollarına düşüyor. Hapishanelerde ‘düşünce mahkumları’ koğuşları kalabalıklaşıyor. Birkaç ay içinde eski bildik tablo kendini tekrarlayacak. Takrir-Sükun Kanunu dönemi gibi, 1945 sonrası gibi, 1960 öncesi, 1971 ve 1980 sonrası gibi. Gazeteci ve yazar koğuşları… TC’nin onca çaba ile oluşturduğu bir cila ve bir makyaj daha silindi gitti. ‘Düşünce suçu’ kavramının kalktığı ilan ediliyordu dünya kamuoyuna; şimdi ise "terör suçu" olarak yine karşımızda… (seçkin yazarlar) içeri giriyorsa, siyasal bunalım o kadar derin, sistem o kadar tıkanmış ve çaresiz demektir… Bütünüyle toplumu susturmayı seçmişler demektir… Böyle gayrıciddi bir sistem, böyle ikiyüzlü, böyle yalana dayalı bir rejim olamaz. Diktanın bile bir ciddiyeti vardır" diye yazmışım 11 Ekim 1993 tarihinde, Özgür Gündem gazetesinde…
Sahi, dün Özgür Gündem gazetesinin duruşması vardı. Bilmem kaçıncı kapanması. Dünya basın tarihinde bu kadar kapatılıp yeniden açılan bir gazete olmamıştır. 26 yıl olmuş kurulalı.
Kimler yoktu ki ilk çıkışında. Kimi öldü, kimi öldürüldü, kimi sürgünde…
"Bütün bunların anlamı yeni bir ‘Takrir-i Sükun’dur; yani ‘sessizlik’, ‘suskunluk’, ‘susturma’ demektir. Böylesi uygulamalara en başta basının, mesleki basın kuruluşlarının karşı çıkması gerekmez mi" diye sorup, sözü o zamanki Basın Konseyi başkanı Oktay Ekşi’ye getirmişim.
Şimdi CHP mebusu olan, dedemin hemşerisi Oktay Bey, koalisyon ortağı olan SHP’nin Sosyal Demokrat kanadından Ercan Karakaş’a, Terörle Mücadele Kanununun basın özgürlüğünü kısıtlayan ünlü 8. Maddesini değiştirme önerisinden dolayı, onu ve arkadaşlarını ‘hainler ordusu’ diye nitelemesini eleştirmişim aynı yazıda.
"Bir Basın Konseyi başkanı böyle davranamaz; asıl bu nitelemesi, başkanı olduğu kuruma ihanettir. Ya Oktay Ekşi bu kurumun başkanlığından istifa eder, ya da kendi adına layık olmayan Basın Konseyi ‘resmi’ bir kurum olduğunu kanıtlar. Milli Güvenlik Konseyinin bir ihtisas yan kurumu olarak."
Ders alınmayan, yüzleşilmeyen tarih kendini tekrarlamak demekten de biz usandık.
"Yeniden Göç Katarları" başlığı, 1980 darbesi sonrası sonrası, farklı kimlik ve farklı düşünce taşıyanların yığınsal göçünü anımsatmak için konulmuştu.
O dönemin Yunanistan’ında yapılan filmlerden birinde, Meriç nehrini geçmeye çalışırken boğulan insanların cesetlerinin görülüşünün nasıl sıradanlaştığı çarpıcı bir şekilde yansıtılıyordu.
Belge Yayınlarının Yeni Sesler dizisinde kitapları çıkan ve halen Hollanda’da sürgün edebiyatımızın önemli isimlerinden biri olan Ahmet Safa’nın bir kardeşinin de Meriç’in sularında boğulmuş olduğunu hatırlamıştım, gazetelerden birinde çıkan bir öğretmen ile ailesinin hep birlikte boğuldukları haberini okurken.
Alman Bild gazetesi geçenlerde çıkan bir habere göre, Meriç Nehri altında 1300’den fazla ceset yatıyor. Bölge Valisi Dimitris Hatzigakidis, "Burada yaşananları hayal bile edemezsiniz. Gecenin bir köründe bebek çığlıklarıyla uyanıp, dondurucu soğukta ıslak kıyafetlerle çaresizce bekleyen bir sürü insanla karşılaşmak... Ve bu sadece iyi bir senaryo. Geriye kalan herkesin öldüğü düşünüldüğünde bu insanlar bu halleriyle oldukça şanslı..." demişti Bild muhabirlerine…
1981-90 yılları arası Belge ve Alan yayınlarında çok iyi bir ekiple çalışmıştım, nice badireler atlatarak. Kamil Sevinç, zaten Selimiye Kışlasında 10 aylık "zorunlu askerlik" arkadaşımdı. Yardımcı editörüm Engin Günay ile son derece uyumlu çalıştım. Daha sonra Cumhuriyet’te düzeltmen olan Sema Erdemli, daha cezaevindeki yazarlar dizimiz yoğunlaşınca, Yeni Seslere yardımcı editör olarak aldığımız şair Soysal Ekinci ve hikayeci Birol Keskin harikaydılar.
Ekibimiz Alan yayınlarının tasfiyesinden sonra ne yazık ki dağıldı. Dünya Sorunları ve Türkiye Sorunları dergisi de fiilen kapatılmış oldu. Engin Günay, ayda bir çıkan "Demokrat" dergisinin yasal sorumluluğunu üstlendi.
1993 Ekim’inde çıkan yazımda onu da şöyle anmışım: "En son ‘Demokrat’ dergisinde yapılan bir açık oturum nedeniyle verilen mahkumiyet kararları da onaylandı. Yazı işleri müdürü Engin Günay’ın, konuşmacı Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun ve Ömer Ağın’ın hapis cezaları…"
Engin Günay, basın davaları nedeniyle yurtdışına çıkmak zorunda kalanlardan biri olarak, mülteci kamplarını, iltica sürecini ve daha sonra bir sosyal danışman olarak bu alandaki tanıklıklarını, ayrı hikayeler şeklinde kitaplaştırdı: Engin Günay, "Sürgün’ün Seyir Defteri / Göçmenliğin Halleri", Şubat 2012, Belge Yayınları. Bu aynı zamanda Zürich kentinin hikayeleriydi. Ben Kandıra Cezaevinde iken kitabın çıkması beni çok sevindirdi.
Geçen ay Zürich’te karlı ve güneşli bir günde onunla buluşmak çok keyifli oldu. Hele NotaBene Yayınlarından çıkan yeni romanı, "Kartallimeni"yi de beraberinde getirince daha da keyifli oldu buluşmamız. (Bu ayrı bu yazı konusu). Arada da, harika bir roman çıkardı: "Parkta Gölgeler" (Belge Yayınları, 2014). Kitabın temel kenti yine Zürich’ti ama, bu kez global direnişin Brezilya’dan, Occupy Wall Street eylemliliklerine, işgal evlerine Occupy Zürich’ten Gezi Parkına farklı renkleri ve geleceğe yönelik umut da arka plana başarı ile yedirilmişti.
Engin Günay’ın "Sürgün’ün Seyir Defteri"nde, 1990’lı yılların altüstlüklerinin, Zürich kentine yansımalarını, umut ve umutsuzlukları, sistem dışı kalanların trajedisini, çürümeyi, çaresizlikleri, bambaşka bir toplumda, başka bir dille kendini ifade etmeye çalışmanın, yeni bir yaşam inşa etmenin öykülerini okuyorsunuz.
Ve bir kış günü kendini bir köprünün üstünden Limmat ırmağına bırakan arkadaşım, güzel insan Sinan’ın öyküsü…
"Zamanında Suretin Gölgesi" ise, yıllar sonra kendi kentine dönmenin yine kolay olmayan macerası… İki kentli olmak… İthaka’ya dönüş mümkün mü? O artık, adı aynı kalsa da bir başka kent. Ve kendini yeni kentinde daha bir evde hissetme duygusu. Bu kitap zaten iki kentin, yani Zürich ve İstanbul’un öyküsü… İkisi de "su" olmadan düşünülemeyen. Zürich’deki "su", göl ve ırmak diye anılsa bile.
Belki de bu kitap, sürgüne yeni gelenler ve gelmeyi düşünenler için de harika bir "yeni başlayanlar için" kitabı… Tam Zürich’in ortasında kocaman bir kışla vardı "Kaserne" diye… Bir çeşit toplama kampı, dışarı çıkması serbest olan. Ziyaretlerimde arkadaşlarım "burada kaldık bir süre" derlerdi önünden tramvayla geçerken. Ve barakalar… Bir süre sonra bunlar kapanmıştı… Şimdi yeni göç dalgası ile belki yeniden açılmışlardır.
Bir zamanlar Bosna vardı. Kosova vardı. Ruanda vardı. Kim hatırlar? Şimdi Suriye’den, Libya’dan, Afrika’nın diğer parçalarından, Irak’tan, Türkiye’den gelen yeni bir dalga… Afganistan desen, hiç bitmedi ki? Ama durum daha iyi imiş… Onun için göç yollarında, kimi zaman anasız babasız büyüyen Afganlı gençleri, kemik taraması yaparak, "güvenli" ülke olduğu iddia edilen Afganistan’a iade etmeye başlıyorlar.