ayşe düzkan
sınıftan kaçmanın yolları
yoksulluk can almaya devam ediyor, insanlar kendi elleriyle tahammül edilmez hale gelen hayatlarına son veriyor. bu vakaların hepsinden haberdar olduğumuzu sanmıyorum, ancak yakınları basına ve sosyal medyaya erişimi bulananlardan haberdar olabiliyoruz. üstelik ekonomik krizin sebep olduğu sıkıntıların intiharlarla sınırlı olmadığını görmek zor değil. geçen yazıda söylediğim şeyi tekrar edeyim, intiharın, insanın kendisine yönelik bir şiddet ya da öfke eylemi olduğu doğru olabilir ama bu psikolojinin alanına giren bir saptama. toplumsal açıdan baktığımızda insanların kendi canlarına çaresizlikten kıydığını görebiliyoruz ve bu çaresizlikten esas olarak sol siyaset sorumlu. sol siyaset derken geniş vadede büyük iddiaları olan yapılardan söz etmiyorum, sadece.
antep’te, "‘pamuk ipliğine bağlısınız’ sözünü her gün duymaktan bıktım" diyerek hayatına son veren 25 yaşındaki sözleşmeli öğretmen saadet harmancı’nın ölümüyle ilgili, öğretmen sendikaları başta olmak üzere, kamuda örgütlenen sendikaların sorumluluk duyması gerekmez mi, mesela? özellikle işsizler olmak üzere bütün emekçilerin çaresizliğiyle ilgili, sendikal hareketin sorumluluğu olmaması mümkün mü?
ama onları da bütünüyle siyasal olan alandan ayrı düşünmek mümkün değil.
bugün solun hallice bir kısmı "sınıftan kaçış" olarak tanımlanabilecek bir dertle malul. üstelik kastettiğim kesimlerin önemli bir kısmı, bu ortak nokta dışında birbirine bütünüyle karşı. bunların bir kısmı laiklik, cumhuriyet vb. akp’nin hedef aldığı "değerler"i korumayı ve savunmayı öncelerken, onların çok karşı oldukları bir başka kesim de siyasal demokrasi için mücadeleyi temel mesele sayıyor.
her siyasal faaliyetin basına yansıması gerekmediğini bilen, sınıf içinde çalışmayı önemseyen, bu hırgürün dışında durmaya çalışanlar olduğunu bilmek insanın içini rahatlatmıyor çünkü etki alanları yetersiz ve maalesef güncel siyasal iklim yukarıda özetlemeye çalıştığım tartışmanın hegemonyası altında.
ama başıma gelecekleri bile bile, bizzat tartışmanın hegemonyasından söz etmek istiyorum. mesela kasım ayı içinde, istanbul’da solcuların düzenlediği kaç sempozyum, panel, konferans olduğu dikkatinizi çekti mi? daha endişe verici olan, bizzat ekonomik krizin, bu tür toplantıların temalarından biri olması. bu tür toplantılar derken, bir kısım "bilgi sahibi" insanın azıcık yüksek bir yerde oturup başka insanlara bildiklerini anlattığı, herhangi bir bilgi ve deneyim alışverişinin olmadığı, egemen öğrenme biçimlerine dayanan organizasyonları kastediyorum.
oysa, özellikle entelektüel için sınıftan öğrenmek, sınıflar mücadelesinde yer almanın önemli bir parçası. keşke onu da mümkün kılan düzenlemeler olsa; belki birilerinin hayatını sürdürecek paradan yoksun olduğunu, canlarına kıymadan önce öğrenme imkânımız olabilirdi.
üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldıracak bir siyasal dönüşümün yani devrimin, yoksulluk da dahil olmak üzere birçok problemin mutlak çözümü olduğuna zerre şüphem yok. ama bu yakın bir gelecekte mümkün görünmezken çünkü bunu gerçekleştirebilecek araçlar dahi henüz filizlenmemişken devrimi bir çare olarak göstermek sınıfın gerçekliğiyle örtüşür mü?
ve daha önemlisi, eğer uzak geleceği konuşmak, yakın gelecek konusunda düşünmenin yerine alıyorsa olmaz olsun.
bugün biz de çaresiziz, yarın çaresiz kalmamak için sistemle uzlaşmayan ama yakın vadeyi hesaba katan bir değişikliğe ihtiyacımız var. yoksa o boşluğu, yardımseverlik dolduracak. o da çaresiz kalacak tabii ama içi boşaltılan, anlamı çarpıtılan kavramlar arasına bir de dayanışma eklenecek.
çünkü siyaset, cevap verme sanatı değil, öngörme, hazırlık yapma, hareket etme hüneri gerektiriyor. her duruma bir açıklama yapıştırmakla olmuyor, olabilecekleri tahmin etmek, hazırlıksız yakalanmamak ve etkili biçimde harekete geçmek gerekiyor. cesur, zeki, akıllı olmak da önemli tabii ama ancak etkili olursa. hiçbir şey yapmamış olmamak için yapılan, yapanlardan başkasını heyecanlandırmayan etkinlikleri, eylemleri düzenleyenlerin gördüğü eziyet haklı çıkarmıyor artık. bugüne kadar olduğu gibi olmuyor. yetmiyor. neyin yeteceği, nasıl olması gerektiği ortak bir aklın ürünü olabilir ancak. o ortak akıl, var olan birliktelikleri dağıtmadan ama mevcut temsiliyet ilişkilerini bir kenara bırakarak ve yine mevcut öncelikleri, yöntemleri, alışkanlıkları geride bırakarak kurulabilir. (ki başarısızlık ya da en azından beklenen sonuçları alamamak bu birliktelikleri dağıtmasa bile epeyce çözülmelerine yol açıyor.)
siyasetin sağlaması teoriyle değil hayatla yapılır. sırf bu sebeple bile, eli kalem tutamayan, ağzı laf yapamayan ama hayat bilgileri -hele de son yıllarda iyice akademikleşen- teorimize renk, dal, çiçek, kanat takacak olanlara yani sınıfın ta kendisine kulak vermek gerekmez mi?