Türkiye’nin güvenliği açısından Kanal Erdoğan
Kanal İstanbul işi, Araplardan para tırtıklamanın yanı sıra, olaya AKP içinden bile itirazlar yükseldiği bir ortamda “Kanal Erdoğan” deyip sayın cumhurbaşkanının adını ebedileştirmek amacına da yönelik olabilir mi acaba, diyorum.
Sebep ve ihtiyaç yokken CB Erdoğan tarafından getirilen Kanal İstanbul tartışması ortalığı yine fazlasıyla karıştırdı. İstanbulluların %77,2’sinin de katıldığı itiraz durumları az buz değil. Mesela:
11’er milyonluk Paris ile Londra’yı 16 milyonla sollamış İstanbul’da su havzalarını vurmak, ekolojik dengeyi bozmak.
Tarım ürünleri zaten tehlikede olan ülkede sulak tarım alanlarını yapılaştırmak.
Bağcılar'ın 3,5 katı bir alanı imara açarak en az 2 milyonluk yeni bir İstanbul daha icat etmek.
Fay üzerinde planlanmak yüzünden deprem tehdidine açık olmak.
Yabancı artışının tepki doğurduğu bir ülkede bu alanı Arap TV’lerinden reklam ederek cep doldurma hesapları yapmak.
Sırf doğrudan yatırımlar için 65 milyar dolar gerektiren bu projeye kuruş para olmaması.
Ülkenin bugünkü iflas durumunda bu çıplak gerçeğin Bakan Murat Kurum tarafından "Kanal İstanbul konusu şu anda gündemimizde yok” biçiminde ilan edilmesi. Bunun üzerine, Bakan Abdülkadir Uraloğlu’nun bu itirafı hemen ertesi gün aceleyle “Doğru zamanda, doğru kredi ve finans imkanlarıyla yapacağız; vazgeçmiş değiliz” diye tevile çalışması.
Ali Babacan’ın hatırlattığı gibi, oluşacak yeni yarımadaya savaşta ve depremde nasıl ulaşılacağı meselesi.
Bu sosyal, çevresel ve de parasal açmazların yanı sıra, Kanal’ın bir de ulusal güvenlik yönü var:
***
Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar çok önemli 2 antlaşma yaptı: Lozan Barış Antlaşması ve ve Montrö Sözleşmesi.
1923 Lozan’da barış antlaşmasının yanı sıra imzalanan Lozan Boğazlar Sözleşmesi “Boğazlar’ı (Les Détroits) uluslararası bir komisyonun emrine vermişti; örneğin Türkiye Karadeniz’den Ege’ye geçişi (ve tersini) denetleyemez, bütün bu bölgeye asker de sokamazdı.
Bu durumlar 1936 Montrö’yle değişti. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın çan çalması Türkiye’ye büyük uluslararası önem kazandırmıştı ve dönemin yönetimi bundan ustaca yararlandı. ‘Karadeniz’e giriş mümkün mertebe serbest olsun’ diyen B. Britanya ile ‘mümkün mertebe kapalı olsun’ diyen SSCB tezlerini dengelemek üzere imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi bu yaşamsal bölgeyi Türkiye’nin tam denetim ve egemenliğine bıraktı 1936’da.
“Boğazlar” teriminin anlamı şu: Montrö Sözleşmesinin Giriş kısmında belirtildiği gibi, Karadeniz’den Ege’ye geçiş 3 unsurun birleşmesinden oluşuyor: 1) İstanbul Boğazı; 2) Marmara Denizi; 3) Çanakkale Boğazı. Sözleşme’ye göre bu su yolu bir bütün oluşturmakta.
Yani Boğazlar’ın baypas edilebilmesi, ancak Ege’deki Saros Körfezi’ni Karadeniz’e doğrudan bağlayacak bir Kanal’ın inşa edilmesiyle mümkün.
Karadeniz-Ege arasındaki geçişin bugünkü iktidar tarafından yapılmak istenen Kanal İstanbul’a (zorunlu veya gönüllü) yönlendirilmesi mümkün değil ve zaten bu da Montrö koşullarını değiştirmez. Üstelik, uzatmamak için yukarıda yazmadım, savaş gemilerinin (tonaj ve sayı sınırlaması, kalma süresi, denizaltılara sınırlandırmalar, vs.) geçmesi olayının Montrö tarafından kılı kırk yararak düzenlenmiş olması da önler bunu.
***
Bütün bunların yanı sıra, Montrö’yü baypas yapmanın hukuken mümkün olup olmayacağı konusunda Sözleşme’deki geçiş ücretleri meselesi de var.
Çünkü Seha L. Meray hocam ile onun Mülkiye’den sınıf arkadaşı Emekli Büyükelçi Osman Olcay’ın Montrö Boğazlar Konferansı – tutanaklar, belgeler adlı kitabına yazdığı Önsöz’de Emekli Büyükelçi ve AİHM Yargıcı Rıza Türmen çok özetle şöyle diyor:
‘Montrö’ye göre, geçen gemilere verdiği hizmetler karşılığında Altın Frank esası [Poincaré esası] üzerinden ücret alırdı Türkiye. 1976’dan sonra altının uluslararası sistemle ilişkisi kesilince, altının dünya borsalarındaki kuru esas alınarak geçiş ücretleri 10 katına çıkarıldı. Bu artış SSCB tarafından şiddetli tepkiyle karşılandı. Sonunda Altın Frank’ın dolara endekslenmesine dayanan bir uzlaşıya varıldı 1983’te. Bunu da bütün Montrö imzacıları onayladı.’
Yani, Türkçesi, 2 sonuç:
1) Boğazlar’dan geçiş ücretlerinin bu ekonomik iflas ortamında yükseltilip gemileri Kanal İstanbul’a yöneltmek suretiyle para kazanmak uluslararası ortam ve hukuk açısından imkansız. Bu bakımdan da, Kanal’ı inşaya girişmek ekonomik bakımdan tamamen tutarsız.
2) Dolar ve altın durmadan artıyor ama Boğazlar’dan geçiş ücreti 42 yıldır güncellenmedi. 1983’te 1 gram altının 2,78 ABD Doları’na sabitlenmesinden ötürü Türkiye her yıl yaklaşık 2,2 milyar dolar kaybediyor. Gram altın günümüzde 40 doları geçti ve Boğazlar geçişi neredeyse bedava hale geldi.
Türkiye’nin bu duruma bu ekonomik iflas durumunda bile itiraz yükseltmemesi, 1983 düzenlemesinin yanı sıra, Montrö’yü tartışmaya getirmemek için olabilir mi?
***
Montrö’yü şu veya bu biçimde gündeme getirmenin sakıncası nedir?
Emekli Büyükelçi Ünal Çeviköz’ün yazdığı gibi, Montrö’de getirilen koşulların/ölçülerin değişmesi, 1982 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’ndeki “serbest geçiş”e dönüşmeye yol açmaz. Çünkü Montrö uluslararası su yollarından geçişin tarihî ve çok büyük bir istisnasıdır.
Fakat böyle bir çaba, Montrö Sözleşmesi’nin Türkiye’ye 1936’da istisnai olarak bahşettiği büyük avantajların tartışmaya açılmasına yol açabilir ve bunun da nereye varacağı şimdiden tahmin edilemez. Üstelik, Sözleşme 20 yıllık olup süresi 1956’da dolduğuna göre imzacı devletler 2 yıl öncesinden ihbarda bulunarak akdin sonlandırılmasını talep edebilirler.
Bu koşullarda bu kadar anlamsızlığa rağmen yapay bir Kanal açmak gibi, dünyada ilk defa vuku bulacak bir olayın neler doğurabileceğini İBB’nin yayınladığı Bilgi Notu da yazıyor:
‘Gemiler Kanal İstanbul’u kullanmak zorunda bırakılırsa, taraf devletler, Montrö Sözleşmesi’nin kendilerine sağladığı önemli avantajları kaybedecekleri için, Sözleşme’de değişiklik talep etmek üzere kritik bir çoğunluk oluşturup Sözleşme’nin sona erdirilmesini veya değiştirilmesini tetikleyecek süreci de başlatabilirler.’
***
Ben fazla şüpheci mi düşünüyorum acaba, bilemiyorum:
Kanal İstanbul işi, Araplardan para tırtıklamanın yanı sıra, olaya AKP içinden bile itirazlar yükseldiği bir ortamda “Kanal Erdoğan” deyip sayın cumhurbaşkanının adını ebedileştirmek amacına da yönelik olabilir mi acaba, diyorum.