İnsan daha fazla ne ister ki?

Böyle zamanlarda kuşku duyardım kendimden. O boşluk dediğimin yeterince acı çekmediğim için kendi kendime ürettiğim bir şey olmasından…

Günler birbirine benzemeye başlamıştı. O bildik zaman çevremizi giderek daha güçlü bir şekilde kuşatıyordu. Seninle hep aynı saatlerde buluşuyorduk. Kendimizi iyi hissettiğimiz birkaç yer vardı. Oralarda birkaç duble bir şeyler içtikten sonra ya sinemaya gidiyor ya da eve dönüyorduk… Eve dönünce sen ya dünden kalan işlerini yapıyor ya da kitap okuyordun. Ben de kendime bir içki doldurup müziği açtıktan sonra ya önümdeki kâğıda bir şeyler karalıyor ya da hayallere dalıyordum… Geç saatlere kadar böyle sürüyordu.

Geceleri bile birlikte uyanıyorduk. Ben çok susuyordum o zamanlar. Varlığım susuyordu sanki. Yatağın yanı başında duran su şişesine saldırıyor, oradan kana kana su içiyordum… Sesime sen uyanıyor, ben de susadım, bana da verir misin, diyordun. Sana su şişesini uzatıp bir sigara yakıyordum ve yine kaldığım yerden hayal kurmaya çalışıyordum… Zamanın bana neden acı vermeye başladığını, içimde neyin eksik kaldığını, neye susadığımı düşünüyordum… Yeniden uykuya dalışını seyrederken o meleksi yüzünde yazgımızı düşünüyordum… Nasıl da huzurluydun benimle birlikteyken… Sanki benim dışımda başka hiçbir şeye ihtiyaç duymuyordun… Günlerce, aylarca bu odadan hiç çıkmadan bana sarılarak, sarılırken uyuya kalarak, sonra tekrar uyanıp bana bir şeyler anlatarak ya da sadece beni dinleyerek yaşayabilirdin… Senin için sevgi her derde davaydı… Sen benimle tamamlamıştın kendini… Bazen imreniyordum bu haline… Çocukluğunda eksik sevilmemiştin. Sevgi hiç ertelenmeden verilmişti sana. Hiç gecikilmeden… Ruhunda iyi bir anne vardı. Hep yanında olan… Güvenilir bir baba vardı, en zor anlarında hep elinden tutan… İşte bu yüzden sevdiğini bütün benliğinle seviyordun. Bütün çıplaklığınla… Hiç geriye bakmadan… Sevildiğinden hiç kuşkulanmadan… Verdiğin sevginin sana geri döneceğinden emin olarak…

Senin gibi olmayı çok isterdim. Ömrümüzün sonuna kadar birlikte, huzur içinde, dingin bir hayat sürerdik… Başkalarının sevgisine ihtiyaç duymadan. Bizim sevgimiz bize yeterdi… Ben de senin gibi olsaydım zaman şimdi olduğu gibi derimi yırtarak, kanatarak geçmezdi… Yetinirdim sevginle… Ben de senin gibi deliksiz, masum uykulara dalıp gider, gözümü açıp seni gördüğümde sanki seni yıllardan sonra ilk kez görüyormuşum gibi içim sevinçle aydınlanır, sana senin bana yaptığın gibi coşkuyla sarılırdım… Hatta her gün aynı saate, benzer şeyleri yapmaktan gizli bir haz alır, bunu mutluluğumuzun hanesine yazardım…

Sakın sevgini, alışkanlıklarını, benimle yaşadığın her şeyle, minnet duyarak ve daha fazlasını istemeden yetinmeyi küçümsediğimi sanma… Bugün durduğum yerden baktığımda bütün bunların büyük insanlık olduğunu düşünüyorum… Benim derdim kendimle… Hiçbir sevgi, hiçbir huzurlu yuva, sorunsuz, dingin akıp giden hiçbir hayat bu derdime deva olamadı… Ne zaman hayatımda bir şeyler düzgün gitmeye başlasa, içimdeki o sinsi can sıkıntısı uyukladığı yerden çıkar ve boğazımı sıkmaya başlar… Bu sen değilsin, der o can sıkıntısı… Bu yaşadığın hayat senin değil… Senin değil bu yazgı… Burada değil, çok uzaklarda bir yerlerde olmalısın. Ruhunu kemiren bu zamanın dışına çıkmalısın… Asıl kişiliğin bu değil. Özlediğin sen, bu sen değilsin.

İşte o zamanlarda çoğu kez görmezden geldiğim, hayatın gündelik akışı içinde unutmaya çalıştığım o büyük boşluk bana kendisini hatırlatmaya başlardı… Bu boşluk benim korkulu rüyam olmuştu. Yine çıkıp geldi işte derdim… hayatımı, ilişkimi, huzurumu mahvetmeye geldi… Yine beni suçlamaya, eksik ve yetersiz bulmaya, küçümsemeye başlayacak… Yaşadıklarımı değersiz bulacak… Anlamsız, sıradan, sıkıcı bir hayat sürdüğümü söyleyecek… İçimde güç bela kurduğum dengeyi alt üst edecek… Bir yer var, diyecek bana, bu zamanın dışında başka bir insan var… Oraya git, ona git… Orayı bul, ona kavuş, bul ki, kavuş ki benden kurtulasın… Yoksa bırakmam peşini, seni durmaksızın içime çekerim…

Boşluğun içimdeki bu kıpırdanışını ve beni savurmaya hazırlandığını hissettiğimde sana daha çok bağlanmak isterdim. Sanki seni eskisinden daha çok seviyormuş gibi yapardım. Sanki boğulmak üzereymişim gibi uykunda sımsıkı sarılırdım sana… Seninle her gün aynı saatte, aynı şeyleri yapmaktan büyük bir keyif alıyormuşum gibi yapardım…

Aslında her gün aynı saatte, aynı şeyleri yapmazdık… Bazen Doğu Ekspresi’ne biner günlerce tren yolculuğu yapardık. Kimi geceler tuhaf, sıradışı insanların düzenlediği partilere katılır, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki yer altı barlarına gider, hayatları roman olan insanların dünyasına girerdik… Kışın Kelebekler Vadisi’ne gider, orada teknolojiden uzakta şehrin ruhumuza bıraktığı o zehirli tortulardan arınmaya çalışırdık… Çevremiz çok genişti. Tanıdığımız insanlar çok renkli ve oldukça kültürlü insanlardı… Benimle buraları görmek, bu insanları ve hayatları yaşamak senin için olağanüstü bir deneyimdi… Utanırdım senin yaşadığın coşkudan, o lekesiz mutluluktan… Utanırdım ne yapsam, nerelere gitsem içimde büyüyen o boşluktan…

Bazen ansızın dalgınlaşıp, uzaklara dalıp gittiğimde yüzün gölgelenir, beni benden daha iyi tanıdığın için, hiç sesini çıkarmaz, sadece elimi tutar; yine gitme, buradan başka bir zaman yok, der gibi bana bakar, sanki sürüklenmeye başladığım boşluktan beni geriye, yukarıya, sevgine çıkarmak için çırpınıp dururdun içten içe… Bilirdin savrulma zamanımın geldiğini, ellerinden kayıp gideceğimi… Kurduğumuz onca güzelliği nedeni belirsiz bir şekilde elimin tersiyle itip bilinmeyen bir zamana doğru yolculuğa çıkacağımı hissederdin… Öyle büyük bir çaresizlik duyardın ki böyle zamanlarımda, söyle, senin için ne yapabilirim, seni bu halde görünce kendimi suçlu hissediyorum, bu halinin sorumlusu benmişim gibi düşünüyorum, derdin… Oysa asıl çaresiz olan bendim. Çünkü senin içindeki zaman tutmaya, sarılmaya çalıştığım ne varsa kesip koparıyor ve acı bir hızla yok ediyordu… Zaman bende yara açarak ilerliyordu… Beni ne kadar çok sevsen bile kurtulamıyordum içine düştüğüm o mutlak yalnızlık duygusundan. Bu yalnızlık duygusundan derin bir utanç duymasam kendimi bencilikle suçlardım; ama utanıyordum… Sen her durumda benim yanımda olduğunu hissettirdikçe bu utancım daha da artıyordu… Ama yine de karşı koyamıyordum bu yalnızlık duygusuna… Bu duygunun içinde kendimi nerede yitirdiğimi bulmaya çalışıyor, kendimi yıkarak, savrularak, hatta onu arkamda bırakarak arıyordum…

İşte bu duygularla boğuştuğum günlerden biriydi. Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşım beni telefonla aradı. İzini kaybetmiştim. Birçok iş değiştirmiş, evlenmiş, ayrılmış. Bana ulaşması çok zor olmuş. Şimdi bir tekstil firmasında çalışıyormuş. Mutlaka yüz yüze görüşmek istiyormuş. Konuşurken bir ara, bir iş arkadaşım var, geçen gün senden bahsettim ona, tanışmayı çok istiyor, bak ona bağlıyorum, bir merhaba dersen, çok sevinir, dedi. Bir dakika, ne oluyor, daha sonra konuşuruz, dememe kalmadan, hattı bağlamıştı bile… Karşımdaydı o. Alo, buyurun, dedi… Önce ne diyeceğimi şaşırdım, ama sonra toparlanıp kendimi tanıttım. O an sesinde garip bir ışık parladı. Çok sevindiğini, böyle bir tesadüfe inanamadığını söyledi ve, şaka yapmıyorsunuz, siz gerçekten o’sunuz, değil mi, diye sordu. Mahcup olmuştum bu hayranlığından… Öyle doğal, öyle içten konuşuyordu ki, sanki onu yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim… Hatta bir ara konuşmamız hiç bitmesin istedim… Sesinde garip, bana uzak iklimleri özleten rengarenk düşler vardı… Yeşiller, sarılar, morlar vardı sözcüklerinin içinde… O konuşurken farkında olmadan gülümsediğimi hatırlıyorum. İçim ısınmıştı birden… Uzun zamandır kendimi böyle hissetmemiştim. Bir ara sesinin o ışıklı tonuna kendimi öyle kaptırmıştım ki ne konuştuğumuzun bile farkına varamamıştım… Sonra vedalaşmadan önce, sizinle görüşmeyi çok isterim, dedi. Tabii niye olmasın, diye yanıtladım onu… Telefonu kapattıktan sonra gülümsemem uzun bir süre devam etti… Sesi zamanın içimde açtığı yarayı usulca okşamış, sanki o sızı biraz olsun dinmiş gibiydi… Yüzünü hayal ettim, ama başaramadım… Yüzlerce ifade geçiyordu önümden. Ama hiçbiri kalıcı olmuyordu… Sonra bütün ifadeleri kovdum zihnimden… Yapılacak birçok işim vardı… Uzak bir Anadolu şehrine gitmem gerekiyordu… Aramam gereken insanlar vardı… Ve henüz bavulumu bile hazırlamamıştım…

Yorucu bir yolculuktan sonra o uzak Anadolu şehrine ulaşmıştım. Gün boyu süren etkinlikler, yeni insanlarla tanışmalar ve gecenin geç saatlerine kadar süren yemekten sonra otelime dönmüştüm… Duş aldıktan sonra kendime bir içki doldurup yatağıma uzandım. Çantamdan yanımda getirdiğim bir kitabı çıkarıp okumaya başladım. Birkaç sayfa okumuştum ki gözlerim kapanmaya başlamıştı… Ama uyumak da istemiyordum. Benim için gecenin en güzel saatleriydi bunlar. Bir ara cep telefonumdan sen aradın, yolculuğumun nasıl geçtiğini, etkinliklerde bir aksilik olup olmadığını sordun… Her şeyin yolunda gittiğini, beni merak etmemeni ve iyi olduğumu söyledim sana. Sonra ışıkları söndürüp odamdaki sessizliği dinlemeye başladım… Geceleri bu saatlerde otel odaları bir mabet gibi olur, sanki günah çıkartma yerleridir benim için…

Son günlerde senden uzaklaşmaya başlamıştım. Bunun sana yapılmış bir haksızlık olduğunu biliyordum. Ama kendime karşı koyamıyordum yine de… Kısa ve yapmacık bir ilgiyle konuşmuştum seninle biraz önce. Bunu fark edip ve gece boyu düşüneceğini bile bile üstelik… Neden yapıyordum bunu sana? Sevginden çok emin olduğum için miydi, yoksa senden uzaklaştığımı sana gizlice hissettirmek arzusu muydu bu? Olacaklara önceden hazır olmanı sağlamak için miydi yoksa? Nasıl bu kadar acımasız olabiliyordum sana karşı? Ben senden uzaklaştıkça senin bana daha çok düşkünleşeceğini bile bile üstelik… İstediğin gibi olsam, hep yanında kalsam, içimde işleyen zamanın ağrısına dayanmam giderek daha da zorlaşacaktı, biliyordum… Kendimi zamanın çağrısına bıraksam, içimdeki boşluğa doğru sürüklensem, sana duyduğum sevgi ve minnet duygum tarifsiz acımaya başlayacaktı. Ve başlamıştı da çoktan… En çok da şimdi… Bu uzak Anadolu şehrinin otel odasında…

Sen bensiz var olamazdın… Gerçekten böyle miydi? Belki de bu senin tutsaklığın olduğu kadar da benim tutsaklığımdı… Koşullu mu seviyordum seni? Beni senden daha çok sevecek biri olmadığı için mi senin yanındaydım? Hem sevilmeden yapamıyor, hem de hiç bilmediğim birine delice bağlanmak, onun peşinde savrulmak, savrulurken kendini yıkmak, kurduğum her şeyi bozup yeni baştan kurmak istiyordum. Aramızda bilinmedik hiçbir şey kalmamıştı sanki… Sen beni neredeyse benden daha iyi tanıyordun. Ben senin nerde nasıl tepki vereceğini, ne zaman ne söyleyebileceğini adım gibi biliyordum. Gerçekten böyle miydi? En azından şu an bana böyle geliyordu… Sen benim bütün zaaflarımı, açıklarımı, günahlarımı biliyordun. Bundan mı sıkılmıştım acaba? Bir başkasına kendimi temize çekerek yeniden mi anlatmak istiyordum? Peki, bu anlattığım gerçek ben mi olacaktım? Bitecek miydi o zaman bu durmadan yaşadığım kopuşlarım, savruluşlarım?

Kimi sevsem bir süre sonra elimde cam kırıkları kalıyordu. İçimden bir ses, bu o değil, aradığın bir başkası, onu bulursan kapanacak içindeki o büyük boşluk, diyordu… Bu sesin yıllardır içimde bana rağmen var olduğunu, neredeyse hayatımı onun tayin ettiğini, seçimlerimi onun belirlediğini düşündüm bir an. Sen nasıl bana bağlıysan, ben de bu sese öyle bağlıydım sanki. Bu ses hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkıyor, kurduğun her şeyi yık ve benim peşimden gel, diyordu… Sanki yaşarken içimden bana karşı bir başka irade ortaya çıkıyor, bütün doğru bildiklerimi geçersizleştiriyor ve kendi gerçeğini bana dayatıyordu. Yaşadığım, içinde bulunduğum gerçeğe karşı olan bir gerçekti onunki. Ben neredeysem beni oranın dışına çıkartmaya çalışıyordu…

Ses… Ses deyince nasıl olduysa birden aklıma bir gün önce konuştuğum o kadının sesi geliyor. Bana o garip, tuhaf, uzak iklimleri özleten, o yeşilli, sarılı, mor renklerle ışıldayan sözcüklerle dolu sesin sahibini hatırlıyorum hiç beklemediğim bir anda… Kimdi o kadın gerçekten? Nasıl biriydi? Sesini niye unutamıyordum? Beni neden bu kadar etkilemişti? Arasa mıydım onu? Arasam ne olacaktı ki? Talihsiz bir karşılama daha yaşanacaktı… Yine içimdeki zamanın açtığı yara bildiğini okuyacaktı…

Sonra bastırdım içimdeki sesi. Güç de olsa bastırdım. Güzel bir ilişkin var, dedim kendi kendime… Yeni acılar arama kendine… Bırak içindeki sesi… Yapman gerekenler var. Görevlerin var. Gerçeğe tutun… Yeter savrulduğun… Sonra seni aradım. Sanki aklımdan geçenlerden utanmış, kendimi bağışlatmak ister gibi aradım seni… Öyle çok sevindin ki aradığıma… Biraz önceki konuşmamızdan dolayı burkulduğunu, kendini çok yalnız hissettiğini söyledin. Mutlu olmuştum seni mutlu ettiğime… Sonra bir süre gecemle yine baş başa kaldım. Ardından huzursuz, yanıtsız sorularla dolu bir uykuya daldım. Sabah uyandığımda hatırladım yeniden, uykumda hep o sesle boğuşmuştum… O sesin benden sakladıklarıyla… Ne oluyordu bana? İçimde tatlı bir ürküntü vardı… Bilmediğim bir yerlere doğru çekiliyordum sanki… Yazgıma…

Kahvaltı yapmak için otelin lobisine indiğimde o şehrin tutunamayan, sorunlu, gözlerinde binlerce yanıtsız soru bulunan gençlerinin beni beklediğini gördüm… Sabahın erken saatlerinde benimle konuşmak, yazdıklarını bana gösterebilmek, o kendilerini tüketen şehirden bir an önce kurtulabilmek ve bir çıkış yolu bulmak için ne yapmaları gerektiğini öğrenmek isteyen gençlerdi bunlar. Nereye, hangi Anadolu şehrine gitsem onlarla karşılaşıyordum. Gözlerindeki o kırgın inanç aklımdan günlerce gitmiyordu. Her geçen gün önlerindeki yollar biraz daha kapanıyordu. Ürettiklerini insanlara ulaştırmak, var olduklarını, yaşadıklarını onlara bir şekilde kanıtlamak istiyorlardı. Onlara yeterince yardımcı olmamak beni kahrediyordu her defasında. Benim de gücüm sınırlıydı. Sistem her krizle birlikte onları biraz daha kıyıya itiyor, biraz daha taşralaştırıyordu. Onlarınsa bunu derinden hissederken büyük şehirlere, sisteme, sistemin sahiplerine olan öfkeleri ve kinleri her geçen gün biraz daha artıyordu. Beni geldiğim büyük şehrin önemli insanlarından biri sanıyorlardı… Oysa bilmedikleri bir şey vardı, geldiğim şehir beni de her geçen gün biraz daha kıyıya itiyor, onlar gibi taşralaştırıyordu… İmkânlar ve ışıklar durmadan ve büyük bir hızla belli insanların ellerinde çoğalıyordu. Onları dinleyince beni durmadan oradan oraya savuran içimdeki boşluktan, o benliğime takılıp kalmışlığımdan, kurduğum düzeni şımarıkça yıkma isteğimden gizli bir utanç duydum. İçimdeki seslerle uğraşacağıma, hayata, gerçeğe daha sıkı sarılıp böylesi insanlara daha çok zaman ayırmalı, onlara çıkış yolu bulmak için daha çok çaba harcamalıydım…

Gözümden kaçmıştı, bu gençlerin birçoğu zamanın onlarda açtığı yaraları varlıklarını kanıtlayarak, ürettiklerini insanlara ulaştırarak kapatamayacaklarını içten içe anlamış gibiydiler sanki. Bu düş kırıklığı onları dine bağlanmaya itiyordu. Zamanın açtığı yaraları dinle kapatmaya başlamışlardı. Böyle düşünen gençlerin yüzünde diğerlerine oranla daha dingin, daha huzurlu bir ifade vardı. Bazılarıysa bu yaranın artık kapanmayacağına, onunla birlikte yaşamayı öğrenmeleri gerektiğine inanmaya başlamışlardı. Bu yüzden felsefeye sarılmışlar, isimlerini doğru telaffuz edemedikleri, ama besbelli ki yazdıklarını çok iyi kavradıkları filozoflardan alıntılar yaparak konuşuyorlardı benimle. Mesela Nietzche… Mesela Albert Camus…

Bu gençler de tıpkı bu filozoflar gibi var olan gerçeği reddediyor, başka bir gerçeklik boyutunda yaşamak istiyorlardı… Çünkü var olan gerçek, zamanın onlarda açtığı yaraları daha çok ve daha acımasızca kanatıyordu… Gerçekle bağlarını yitirenler gerçek dışını özlüyorlardı… Zamanın akışına dayanamayanlar zamanın dışına çıkmayı özlüyorlardı… O sıralar benim de özlediğim gibi… Dışardan bakanlar benim gerçeğimde bana acı veren bir şey göremezlerdi aslında… Onlara göre şanslı, korunaklı ve şefkatle örülü bir zamanın içinde ilerleyip duruyordum. Neden birdenbire böylesine susamıştım bilmediğim duygulara, gitmediğim yollara? Neydi hayatımda eksik olan? Neydi bu yetinmezliğim? Neden olmadık anlarda içimde bir ağrı gibi sızlayan o sesi düşünüyor, onu derin bir susuzlukla özlüyordum? Yol boyu hep bunları düşündüm. Sana dönünce neler olacağını öylesine iyi biliyordun ki… İki gün ayrı kalmış olsak da beni sanki senden yıllardır uzakta kalmışım gibi özlediğini adım gibi biliyordum.

Son günlerde sana olan uzaklığımın o kötü duygularını biraz olsun gidermek, kendini biraz olsun iyi hissedebilmek için sana olan hayranlıklarını bildiğin insanları aramayı bile aklından geçirmediğini, sadece beni düşündüğünü, bana yemekler yaptığını, daha zili bile çalmadan kapıyı açacağını, uykusuz ve endişelerle dolu bir gece geçirdiğin halde bunu bana belli etmemek için ışığını içindeki sevgiden alan gülümseyişinle bana sarılacağını ve beni sonsuza dek seveceğini söyleyeceğini adım gibi biliyordum… Bir insan daha fazla ne ister ki?

İtalyan romancı Cesar Pavese intihar etmeden önce yazdığı günlüklerinden birinde, eğer akşamları eve döndüğünüzde sizi sevgiyle kucaklayan bir eşiniz yoksa hiçsiniz, hayatınızın hiçbir anlamı yoktur, diyordu… Cesar Pavese belki de hayatı boyunca böyle bir sevgiyi yakalayamadığı için intihar etmişti. Kim bilir belki de o derin kuşkuculuğu ona böyle bir sevginin bu hayatta hiç var olamayacağını hissettirdiği için… Yani, gerçeği herkesten çok iyi bildiği için…

O gece zihnimden atamadığım o sesi düşünerek seviştim seninle… O sesi kafamdan atamadığım için garip bir suçluluk duygusuyla ve bu duygumu fark etmeyesin diye yaptığım her şeyle, söylediğim her sözle sana karşı biraz daha mahcup olarak ve biraz daha yabancılaşarak seviştim… Sevişmenin sonunda, seni çok özlemişim, diyerek iyiden iyiye batırdım kendimi. Sonra yaptığımdan utanarak yanına, ama aslında çok uzağına düştüm… Bir şeyler seziyordun, ama adını koyamıyordun ya da koymak istemiyordun. Odamızın alacakaranlığında ışıktan gölgelere geçişi daha da belirgin olan o iri, siyah gözlerinle bir süre beni seyrettikten sonra, küçüğüm benim, yavru kuşum, niye böylesin, neden böyle uzaksın bana, eksik olan ne, yetmeyen ne, bir bilsem, ah bir bilsem, ne yapsam tutamıyorum seni, avuçlarımdan kayıp gidiyorsun, sana yetemediğim için, seni eskisi gibi coşkuyla havalandıramadığım için öylesine kızıyorum ki kendime, bir bilsem nerede hata yaptığımı, ah bir bilsem, küçüğüm benim, seni öyle çok seviyorum ki, dedin bana… Ta en derinlerimden fışkıran bir utanç duygusuyla sarıldım sana o an. Ne olur kızma kendine, suç senin değil, ben böyleyim işte, lanet olsun ki böyleyim, içimde derin bir boşluk var, ne yapsam dolmuyor, keşke beni bu kadar çok sevmeseydin, keşke üzüp incitseydin, belki daha çok bağlanırdım sana, dedim… Belki de daha rahat çekip giderdim… Bu son cümleyi gizli bir ürküntüyle sadece içimden söyleyebilmiştim.

O an çocuksu bir isyan duygusuyla yattığın yerde toparlanıp bir sigara yaktın kendine… Titriyor muydun, yoksa ağlıyor muydun, pek ayırdına varamıyordum, sana bakmaya dayanamıyor, gözlerimi gözlerinden kaçırmaya çalışıyordum çünkü. Seni nasıl kırıp incitmemi istersin benden, diye bağırdığın adeta odanın boşluğuna doğru… ‘’İnsan sevdiğine bunları yapabilir mi? Kıyabilir miyim ben sana? Bu sevgi mi sence? Nereye gitmek istiyorsan git, senin mutlu olmanı çok isterim, ama yine de şunu unutma, kabul etmesen de aramızda büyük bir bağlılık var. Kimselerin bulamadığı, erişemediği ve bulmak için can atacağı bir uyum bu… Yazık etme bu sevgiye…’’

Bunları dedikten sonra ayaklarını karnına çekip, annenin rahmindeki biçimini alarak ona dönmek istedin. İçindeki o iyi anneye sarılıp ondan medet ummak istiyor, yanıt bulamadığın sorulara onun yanıt vermesini diliyordun sanki… Çünkü o senin isteklerini hiç geri çevirmemişti… Onu ne zaman istesen hep onun gibi yapacak sanmıştım. Böyle hazırlamıştın hayata… Herkesin senin gibi olacağını düşünerek büyütmüştün içindeki sevgini…

Bir süre daha öyle kaldım. Nefes alıp verişlerini duyuyordum yattığım yerden. Seni öyle iyi tanıyordum ki, birkaç dakika sonra ne yapacağını iyi bilecek kadar hem de… Uyudun mu, diye soracaktın… Bense, uyumuyorum, diyecektim… Bana sarılır mısın, diyecektin… Sarılırım, diyecektim, ama sarılmayacaktım… Benden bir hareket göremeyince dayanamayacak, ya ben seni neden bu kadar çok seviyorum ki, diye gülümseyerek sanki hiçbir şey olmamış gibi kollarını boynuma dolayacaktın… Böyle anlarda hem derin bir mutluluk duyardım, hem de derin bir ürküntü… Kimselerin arayıp da bulamadığı bir sevgiyi yakalamış olmanın mutluluğu aynı anda, içimdeki ya zamanın dışında, gerçeğin dışında beni bekleyen başka bir şey yoksa, ya içimdeki ses beni kandırmayı başarırsa ve bu sevgiyi de yitirirsem duygusunun yarattığı ürküntüye karışırdı…

Böyle zamanlarda bir başkası olmak isterdim… Derin acılar çekmiş biri olmak ve o sis perdesinin arkasından çekip çıkartmak, sevgiyle çarpan her bir zerreni büyük bir zihin açıklığıyla görüp kucaklamak isterdim… Böyle zamanlarda kuşku duyardım kendimden. O boşluk dediğimin yeterince acı çekmediğim için kendi kendime ürettiğim bir şey olmasından… Zamanın içimde açtığı yaraların hayatı gerçek anlamda tanıyamamaktan kaynaklanan bir yanılsama olmasından kuşku duyardım… Kurduğum her şeyi yıkıp yeniden kurmak, bilmediğim uzaklara gitmekten söz ediyordun hep. Hayatımı cesurca riske etmekten… Belki de korkağın tekiydim, belki de asıl cesaret kurduğumu sonuna kadar savunmaktan geçiyordu… Belki de asıl risk hayat boyu tek sevgiyle yetinmeyi bilmek ve onu bütün engellere rağmen korumaya inat etmekti… Okuduğum romanların, filmlerin etkisinde kalmış olmalıydım belki de… Çünkü oralarda bir gün birilerinin gelip bu sevgileri insanların elinden alacağı yazılıp anlatılıyordu… Birileri gelip yıkmadan onu ben yıkıp bir başka gerçeğe, bir başka zamana sığınmak istiyordum belki de… Peki, hayatı gerçek anlamda tanıyabilmek ve içinde bulunduğum yanılsamalardan kurtulmak için daha kaç sevgiyi yitirecektim? Hayatı yitirerek, yıkarak ilerledikten sonra eline geçen ne olacaktı? Kaybettikten sonra bulduğum o şey benimle birlikte gelecek miydi? Zamanın sınırında beni bekleyen ne vardı ve o sınıra dayandıktan sonra, geriye, içime doğru kiminle ve nasıl bir yolculuğa çıkacaktım? Belki de bir hiç uğruna elimdekileri bütünüyle tehlikeye atarak zamanın sınırına gelip dayanacak ve oradan geriye, içime doğru mutlak bir yalnız olarak dönecektim…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi