Suçlu bir aşk

Çünkü o hayatta kimi özlemişsem, kimi beklemişsem hep bir suçlu gibi özlemiştim, bir suçlu gibi beklemiştim…

Onun da içinde bulunduğu bu karanlık ormanı seviyordum… Ürkütücüydü orman. Uğultuluydu… Tehlikelerle ve vahşi hayvanlarla doluydu… Hayatın dışındaydı… Başkasıyla yürüseydim korkardım. Vazgeçerdim. Göze alamazdım. Ne kadar can sıkıcı olursa olsun hayatı özlerdim. Ama onunla bu ormanı yürümek çok zevkliydi… Bütün o tehlikeler ve vahşi hayvanlar bana son derece masum geliyordu… Uzaklardan gelen uğultular ona duyduğum aşkın saf melodisi gibiydi… Burada başkalarına ürkütücü gelecek olan her şey ruhumu okşuyor, içimi sevinçle dolduruyordu…

En güzeli yürüdüğümüz bu ormanın bir ötesi, bir sınırı yoktu… Ne kadar yürüsek yürüyelim sanki bitmeyecekti bu orman…

Benim için artık bir anıya, bir fikre dönüşmüş sevgime nasıl kavuşmuşsam, kaybettiğim masumiyetime de yeniden kavuşmuştum…

Bu masumiyet ölmeden ölmek kadar büyüleyici geliyordu bana…

Hep bu halimi özleyerek yaşamıştım yıllardır… Dışarıda, hayatın içinde tanımadığım bir başkasıydım. Tanımadığım bu yabancıya hayata nasıl uyum sağlanır, nasıl ayakta kalınır dersleri vermekten yorulmuş, tükenmiştim… Bu yabancı için neden bu kadar çaba harcıyor, çile çekiyordum, işte bunu bir türlü anlamış değildim… Sanki büyük bir suç işlemiştim de, bu suçun cezasını hayat boyu ödemeye mahkûm edilmiş gibiydim… Ben diye bildikleri bir yabancıyı bu hayata alıştırmak, bu hayatı benimsetmeye çalışmakla yükümlü kılınmıştım sanki…

O bu hayata alışır, benimsemeye başlarsa bunun beni ne kadar mutlu edeceğini, benim için nasıl bir anlam taşıdığını bile anlamış değildim… Tek isteğim bu çilenin bir an önce bitmesi, herkesin bir an önce kendi köşesine çekilmesiydi… O köşe neresiydi, bu hayatta insanın kendisi olabildiği bir köşe olabilir miydi?

Aslında hiç de merak etmediğim şeyleri merak ediyormuş gibi yapmaktan, hiç de arzu etmediğim şeyleri arzuluyormuş gibi davranmaktan içim dışım yalan olmuştu… Başkalarına değil, en çok kendime yalan söylemekten yorulmuştum. Hayır, utanmıyordum başkalarına yalan söylemekten… Burası bana ait bir yer değildi ki… Zaten bana ait olsaydı yalan söyleme ihtiyacı hiç duymazdım…

Kendime yalan söylemem ise hayatımdan bir tür öç alma isteği gibiydi, ona; beni buraya getirip bıraktın, tanıdığım hiç kimse yok burada… Kendimi bile tanımıyorum. Bana bunca acıyı, bunca tesellisiz hasreti bu tanımadığım kişi yaşatıyor, bana bunları neden yaptığını bile bilmiyorum, demek istiyordum…

Ona durmadan yalan söyleyerek hem ondan öç almak istiyor, hem de bilmediğim bir yerde kimsesiz, tanıdıksız, dostsuz kaldığım için yaşadığım o derin korkuyu bastırmaya çalışıyordum… Öyle çaresiz, öyle umutsuzdum ki, kim olduklarını bilmediğim, tanımadığım insanların, beni saflarına alsınlar, dışarıda bırakmasınlar diye oyunlarına alışmak, gündelik dünyalarına kapılmak istiyordum… Ve bu alışmayı ve kapılmayı çok acı çekmeden yaşamak istiyordum… İşte bu olmuyordu… Ne yapsam, nereye gitsem bana bu hayat, bu insanlar kadar yabancı bir göz beni durmadan takip ediyor, yanıma gelmeden, öylece uzaktan beni seyrediyor ve ben bu yüzden ne yapsam yanlış yapıyor, nereye gitsem, orası gitmek istediğim yer olmuyordu…

Hangi işi yapsam o iş aslında benim işim olmuyor, hangi başarıyı kazansam o başarı bana ait olmuyordu…

İnsanlar beni bana anlattıklarında, beni bana yorumladıklarında onları gizli bir şaşkınlıkla dinliyor, hiç bozuntuya vermeden davranıyor, ama acaba kimden bahsediyorlar, diye sormaktan da kendimi alamıyordum… Kimi zaman beni bana hayranlıkla anlattıkları zamanlarda onları kirli bir haz ve en çok da ince bir pişmanlıkla dinliyordum… O kirli hazzın nedeni yalanlarımın hâlâ geçerli olduğunu anlamış olmamdandı… O ince pişmanlığımın nedeni ise koca bir yalan da olsa hayatımı buraya getirdikten sonra bütün bunlardan birden nasıl vazgeçeceğimi düşünmemden ötürüydü… O ince pişmanlığımın üzerinde kalbimi örten koyu bir kan sızardı… Ne zamandır kanımı emsem, kanım uzak bir yerlerde bıraktığım büyülü geçmişimi değil, zehirlediğim yalnızlığım artık içtenlikle sarılacağım hiçbir hatıramın kalmadığını hissettirdi bana… Hatıralarım çağırdığım yerde yoktu ne zamandır. Onları çok özlediğim zaman ben kendime yalan yanlış hatıralar uydurur, alıp onları bulunması gereken yıllara götürür bırakır; ama bıraktığım yerler bir anda karanlık bir çukura dönüşür, bu çukurun içine bakmaya korkar gerisin geri dönerdim… Döndüğüm yer o karanlık çukurdan daha karanlık bir yer olsa bile… Burası, bu hayat olsa bile… Bu karanlığa alışmak içinse kalbimi bana ait olmayan koyu bir kana batırır, korkumu yatıştırmaya çalışırdım… Bu koyu kan, tepeden tırnağa yalana batmış olsalar da yaşamak için birbirlerine tahammül etmek zorunda kalan insanların zehirledikleri yalnızlıklarından sızan kandı… Herkesin o kirli kanı birbirine karışmıştı… Ondan bu kadar koyuydu… Yaşamaya tahammül edemeyenlerin çığlıklarını duymamak için bu kadar koyuydu…

O da benim gibi kalbini örten bu koyu kanda boğulduğunu hissediyordu… Hem hayata tahammül edebilmek için bu kanda boğulmayı göze alıyor hem de böylesi yaşamaya tahammül edemeyenlerin çığlığıyla uyanıyordu her sabah… Bu yüzden bu hayata ayak uydurmaya çalışması bana çok acıklı görünüyordu… Onda kendi çaresizliğimi görüyordum… O da durmadan benim gibi yalnızlığını zehirlemeye çalışıyordu… 

Birbirimize hayranlık duymuyorduk… O insanları beklemek, olmadığında onlara benzeyenlerle olmaya çalışmamız bile çok acıklıydı… Sadece buna inandırıyorduk kendimizi… Kendimiz için doğru insanları bulup kurtulmayı düşünüyorduk; bu hayatta bunun olmadığını, olmayacağını bile bile…

Bu kurtuluş düşü bizi kaderimizin karanlık çukuruna biraz daha yaklaştırıyordu oysa…

Kaderlerimizin karanlık çukuru önünde karşılaşmıştık birbirimizle… Ne o benim, ne de ben onun insanıydık bu hayatta… İkimiz de çok uzaklardaki birilerine aşıktık… İmkânsız birilerine… Çünkü bu hayatta aşk denince akla imkânsızlık geliyordu… Daha da acısı insanlar bu hayatta aşık olduklarını sandıklarına, gelmelerini çok istedikleri halde yaşayacaklarını önceden sezdikleri için; gelme, nasılsa gideceksin, ayak seslerin yeter bana diyorlardı… O ayak seslerini duyunca mutlu olup umutlanıyor; duymayınca da acı çekip çöküntüye giriyor, hayattan umutlarını kesiyorlardı…

Ne ben onu bekliyordum, ne de o beni… Bir yabancıya bu hayatı öğretmek, ona bu kuralları benimsetmek, bunları yaparken de durmadan acı çekmek ve kendimizi özlemekten başka bir şey yaptığımız yoktu ikimizin de… Birini bekliyorduk durmadan… Hem de onun kim olduğunu bilmeden… O bir gün gelecek bizi bu hayattan kurtarıp özlediğimiz o yere götürecekti… O yerde ne yapacaksak başkaları için değil kendimiz için yapacaktık… Omuzlarımızda yıllardır taşıdığımız kaygı güğümleri olmadan öylece etrafı seyredecektik… Belki o yer sonsuz bir gece olacaktı ve bu biz o sonsuz gecede o ana dek boşa giden günlerimize, yitirdiğimiz ömrümüze, zehirlediğimiz yalnızlıklarımıza ağlayacaktık duracaktık… İyilikle ve içimiz arınır gibi… Şükrederek ağlayacaktık bizi bu geceye kavuşturan asıl kaderimize…

O bana imkânsız aşkını anlatıyordu, bense ona yıllardır beklediğim kadını… Karanlık bir çukurun dibine bıraktığımız hatıralarımızı konuşuyorduk durmadan… O çukurun karanlığından nasıl da korkup daha derin bir karanlığa doğru kaçtığımızı; buraya, bu hayata… Aslında ne ben onun imkânsız aşkına inanıyor ne de o benim yıllardır beklediğim kadının bir gün geleceğine… İkimiz de bir yama gibi duruyorduk hayatta… O her şeyi karanlıkta bırakıp içindeki bütün ışığı imkânsız aşkına, bense nerdeyse benzer yorgunluktaki bir ışığı yıllardır beklediğim kadının geleceği yolun üzerine doğru tutmuştuk… Aslında ikimizin de ışığı bir boşluğa doğru akıp gidiyordu… O kadar çok kendimizden ve beklediklerimizden söz etmiştik ki o boşluğuna beni aldı, ben boşluğuma onu aldım… Ne o beni ne de ben onu bekliyordum; ama boşluğu aydınlatan o ışıkta birbirimizi görmeye başlamıştık… Onun imkânsızlığı ben olmuştum… Yıllardır yolunu gözlediğim kadınsa o olmuştu… O zaman birbirimize daha çok şefkat duymaya, birbirimize daha çok bağlanmaya başlamıştık…

Bu duygularla gelmiştik bu ormana… Orman ürkütücü ve tehlikelerle doluydu… Tam benim istediğim gibiydi… Vahşi hayvanlar içimde yıllardır taşıdığım o gizli benliğim kadar masumdu… Burada hayatın kurallarını benimsetmekle görevli olduğum o yabancım yoktu… Onu ormanın dışında bırakmıştım… İçine girdiğim bu uzun gecenin her anı aitti… Burada zaman yoktu… Günler yoktu burada… Sadece anlar vardı… Büyüsü kendisinde gizliydi bu anların… Bu da hiçbir şey yapmadan, yapmak zorunda kalmadan büyük bir sevinç duymama yol açıyordu… Sadece yaşıyor olmaktan dolayı yaşanan o nedeni belirsiz sevinçti bu… Bu nedeni belirsiz sevinci sadece çocuklar ve deliler yaşıyordu geldiğimiz hayatta… Ne zamandır onlar bile duymuyorlardı bu nedensiz sevinci… Artık rengârenk haplar vardı… Bu sakinleştirici hapları içtiklerinde onları çocuk ve deli yapan ışıkla bağları kopuyordu…

O artık benim için sadece imkânsız aşklarla hayatını mahveden yaralı bir insan değil, bu ormanın ta kendisiydi… Ağaçtı, çiçekti, soylu bir sessizlikle yanımızdan gelip geçen vahşi hayvanlardı… O benim için bu ötesi olmayan sonsuz geceydi… Geride bıraktığım hayatta aşk diye bildiğim ne varsa onun dışındaki her şeydi o… O hayatın benden aldığı her şeydi… Yıllardır kendime nasıl büyük bir özlem duymuşsam, o şimdi bu özlemin ta kendisiydi… O hayatta ne değilsem, şimdi benimle yürüyen bu kadın onların hepsiydi… Ne kadar inkâr edip gizlesem de geride bıraktığım hayatta inandığım tek şey vardı, o da umutsuzluğumdu… Ve ben o hayatta umutsuzluğuma durmadan bahaneler uydururdum… Umutsuzluğumun içinden umut çıkartmaya çalışırdım… İnançsızlığımdan inanç çıkartmaya…

Oysa onunla bu ormanda umutsuzluğumdan büyülü bir mutluluk duyuyordum… Burada umutsuzluğuma bahaneler uydurmaya çalışmıyordum… Umutsuzluğuma, o ana dek hiç tatmadığım bir aşk gibi sarılıyordum burada… Ve hayatta aslında hiç gelmeyecek olan o kadına nasıl yalvarmışsam, burada da umutsuzluğuma öylesine sarılıyordum… Beni içine al, diyordum ona… Öylesine kendine dönüştür ki beni, senden sonra kimse anlayamasın bu özlemin, bu arzunun nedenini…

Öylesine yakarıyordum ki ormana beni içine alması için, yakarışımdan gözlerim doluyordu… Öylesine yakarıyordum ki umutsuzluğuma beni kendisine dönüştürmesinden, umutsuzluğum aşkla ürperiyordu… İlk kez umutsuzluğuma bu denli suçsuz bir aşkla sarılıyordum…

Çünkü o hayatta kimi özlemişsem, kimi beklemişsem hep bir suçlu gibi özlemiştim, bir suçlu gibi beklemiştim… Hiç olmayacağını, hiç gelmeyeceğini bilmezlikten gelerek sevmiştim kimi sevdiysem… Kalbimdeki o koyu kanla… O zehirlediğim yalnızlığıma inat… Kendi ellerimle yaptığım hatıralarımı o karanlık çukura atıp, oradan daha da karanlık bir yere, buraya, bu hayata kaçarak… Ne olduğumu, nasıl yaşadığımı bile bile sevmiştim… Suçlu bir aşkla…

Belki de hayatımda ilk kez kendimi suçsuz hissediyordum… Susamıştım bu halime… Susamıştım umutsuzluğuma… İnsanlara nasıl görünüyorsam değil, gerçekte nasılsam öyle davranmaya susamıştım… Yalnızlığımı vahşi bir hayvanı sever gibi hiç korkmadan okşayıp sevmeye başlamıştım… Yalnızlığım da susamıştı bu suçsuzluğuma…

Ben onu sevip okşamaya başlayınca o da beni daha önce hiç hissetmediğim bir şefkatle sevip okşamaya başlamıştı…

Boşuna uğraşıp yalan yanlış yapmama gerek kalmadan hatıralarım o derin çukurdan kendiliğinden çıkıp gelmeye ve ellerini uzatmaya başlamışlardı bana…

Ve bir gün o duydu ormana yaptığım yakarışı… Beni bu ormana getirdiği için ona nasıl bir umutsuzlukla bakmış olduğumu gördü…

Umutsuzluğumun içindeki ondan sonra kimsenin anlamasını istemediğim bu özlemi hissetti… Ormana beni içine al, öylesine al ki senden sonra kimse anlayamasın bu özlemi, bu arzuyu, diye nasıl yakarmışsam ona da yakarmış olmalıyım ki korktu benden… Hayatın kendisinden kopup gideceğinden, bu ormanda yolunu kaybedeceğini düşündü… Ve birden o çok uzaklarda kalmış olan coşkusunu özlemeye başlayınca kendi çaresizliğini unutup beni yok saymaya başladı:

Gitmeliyim artık, dedi… Bu ormanın daha ötesi yok… İmkânsız aşkımla arama girme… Ona beni unutturmaya çalışma…

Ve sonra ormanın hemen yanından geçen bir otobana doğru koşmaya başladı… Koştuğu yerden arabalar geçiyordu… Arabaların hırsız farları bana kollarını sonsuza kadar açmış olan o uzun geceyi incitip duruyordu…

Giderken o imkânsız aşk düşünü bu ormanda, benimle bıraktı… Giderken yıllardır yolunu beklediğim o kadını benden alıp da gitti…

Artık ne geldiğim o hayata aittim, ne de bu ormana… Yarım kalmıştı o uzun gecem… Yalnızlığımın o vahşi tenini okşayan elim havada kalmıştı… Eksik kalmıştı beni kimseden görmediğim bir şefkatle okşayan yalnızlığımın sıcaklığı… Görüyordum oradaydılar, ama ne ben gidebiliyordum onları görebilmeye ne de onlar gelebiliyorlardı yanıma: Sanki yakınlaştıkça daha da uzaklaşmıştı beni benimle barıştıran hatıralarım…

Umutsuzluğumun nasıl bir ötesi yoksa, bu ormanın da bir ötesi yoktu… Umutsuzluğum onu özlüyordu şimdi… Onun gittiği yerde başlıyordu şimdi bu ormanın ötesi… Bu ormanı kendimi nasıl biliyorsam öyle biliyordum… Gittiğinde anladım, bu ormanın içinde daha birçok orman varmış…

O varken nedensiz sevinçler yaşardım, şimdi ormandan daha karanlık olan otobana bakıyordum, bir gelen var mı, diye… O beni bırakıp gitmişti ya, nedensiz sevinçlerimi de alıp gitmişti…

Çok istiyordum peşinden gidip onu bulmayı, ama bulamayıp geri döndüğümde bu orman beni bir daha içine almazsa diye çok korkuyordum… 

O gittiğinden beri burada benimle kimse konuşmuyor… Ne ağaçlar, ne çiçekler, ne de vahşi hayvanlar… Ama yine de canım hiç sıkılmıyor… Çünkü gittiği yerden kıskanıyorum onu… Özlem dolu bir kıskançlık bu… Kıskançlığın pençesine düşen insan can sıkıntısı nedir bilmezmiş… Geldiğim yerde de kimse konuşmazdı benimle… Burada da konuşmuyorlar… Yalnız arada büyük bir fark var: Geldiğim yerde kimse beni gerçekten tanımazdı, o yüzden ne konuşsak, konuşmamış gibi olurduk onlarla… Çünkü orada insanlar birbirlerini anlamamak üzere anlaşıyorlardı… Buradakiler ise gerçek yüzümle görmüşlerdi bir kere beni… Ben umutsuzluğuma nasıl inanmışsam, onlar da bana öyle inanmışlardı… Şimdi geldiğim yerle bağlarımı koparmadığımı görüyorlar… Kimi ve neyi özlediğim onlara göre henüz belli değil… Biliyorum, beklediğim şeyin aslında onun bana dönmesi olmadığını anlayana kadar konuşmayacaklar benimle…

Bekliyorlar beni… Umutsuzluğuma yanımda kimse olmadan sarılmamı bekliyorlar…
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi