Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

NATO kafa, NATO mermer…

Türkiye’nin ABD emperyalizmine ve NATO’ya köle edilmesinin ana nedeni 98 yıl önce gizli oturumda siyasetin atar damarına zerk edilmiş “anti-komünist”likti…

Avrupa’da da Türkiye’de de büyük bir şaşkınlık… Nasıl oluyor da 2. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin başı çekmesiyle Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’nün, yani İngilizce kısaltılmış adıyla NATO’nun en sadık üyesi ve en büyük ikinci ordusunun sahibi Türkiye birden bire bu örgütün disiplinini hiçe sayarak başına buyruk kararlar alabiliyor?

Nasıl oluyor da bir devlet, 70 yıldır o medarı iftihar ordusunu a’dan z’ye ABD silah tekellerinin ürettiği ölüm araçlarıyla donatmışken, birdenbire Amerikan Patriot füzelerini almaktan cayıp gerektiğinde NATO ülkelerini vurmak amacıyla üretilen Rus yapısı S-400 füzelerini satın alabiliyor?

Ve nasıl oluyor da aynı devlet, NATO’nun olurunu almaksızın komandolarını, tanklarını, jetlerini ve de yedi düvelden İslamcılarla oluşturup beslediği terör çetelerini Kürt kırımı ve tehciri yapmak için Kuzey Suriye’ye sokabiliyor… Dahası, NATO’nun hâlâ baş düşman bildiği Rusya’nın askeri birlikleriyle sınırın Suriye kesiminde ortak devriye sistemi kurabiliyor?

Haydi, bir soru daha… 60’lı ve 70’li yıllarda Türkiyeli devrimciler ABD emperyalizmine ve NATO’ya karşı canlarını ve özgürlüklerini hiçe sayarak mücadele verirken onların karşısına bekçi köpeği gibi çıkartılanlar, Boğaz’da demirlemiş Amerikan gemilerini kıble yapıp namaz kıldıktan sonra 16 Şubat 1969 Kanlı Pazarı’nı yapanlar bugün nasıl oluyor da ABD hasmı, Rus muhibi kesiliyor?

Yaşı gereği 40’lı yıllarda CHP iktidarı tarafından Türkiye’nin ABD emperyalizmine peşkeş çekilişine, 50’li yıllarda NATO’ya kapılanabilmek için DP iktidarı tarafından Kore’ye 4500 kişilik tugay gönderilişine, 60’lı yıllarda DP diktasına son vermek gerekçesiyle darbe yapan askeri cuntanın Türkiye radyolarında faşist albay Türkeş’in sesinden "NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız" yemini edişine, 70’li yıllarda 12 Mart darbesinin, 80’li yıllarda 12 Eylül darbesinin ABD’nin ve NATO’nun icazeti ve hatta tezgahıyla gerçekleştirilişine tanık olmuş, bu konuda sayısız yazı yazmış bir gazeteci olarak hiç de şaşırmıyorum.

Tek parti döneminde ve hatta savaş yıllarında ideolojik bakımdan yakınlık duyduğu Nazi Almanya ve Faşist İtalya ile ilişkileri kesintisiz sürdüren, gazetelerinde Hitler’e ve Mussolini’ye manşetten övgüler düzdüren, buna karşılık sol düşünce ve örgütlenmeyi her daim yasaklayıp cezalandıran TC devleti, savaş sonrasında ABD ve onun Avrupa’daki işbirlikçilerinin başlattığı anti-komünist seferberlikte büyük bir coşku ve özveriyle yerini almakta gecikmedi.

Hitler Almanyası’nı yenerek 2. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD ve onun Avrupa’daki ortakları zafer sarhoşluğundan ayılır ayılmaz bu galibiyeti büyük ölçüde Kızıl Ordusu’na borçlu oldukları Sovyetler Birliği’ni tek düşman ilan ederek "uluslararası komünizm"e karşı topyekun savaş açınca, iktidardaki CHP de, solun baştan yasaklandığı çok partili sisteme geçişte kurulan DP de "ABD yardımı" adı altında verilen ulufeler karşılığında ülkeyi tüm sivil, askeri ve ekonomik kurumlarıyla ABD emperyalizmine teslim etmekte zerrece tereddüt etmediler.

Çünkü ABD emperyalizmine ve ardından NATO’ya utanç verici teslimiyetlerle dolu bu uzun dönemde Türkiye’de söz ve karar sahibi iktidarların ve destekçilerinin tümünü, Atatürk’çüsünden Rabia’cısına, uygulamadaki tüm farklılıklarına rağmen, hiç fire vermeden birleştiren tek bir devlet ilkesi vardı: Anti-komünizm…

Bu ilke, daha cumhuriyet ilan edilmeden önce, Türkiye Komünist Partisi lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının 1921’de sürgünden ülkeye döner dönmez katledilmelerinden bir hafta önce, yeni devletin lideri Mustafa Kemal tarafından bir TBMM gizli celsesinde devleti yönetenlere ve ileride yönetecek olanlara dikte edilmiştir.

Araştırmacı Rıza Aydın tarafından ilk kez Yalansız sitesinde yayınlanan ve iki gün önce TUSTAV sitesinde alıntılanan 22 Kânunisâni 1337 (22 Ocak 1921) tarihli TBMM Gizli Celse Zabıtları(*), o dönem Sovyet Rusya’dan gelen altın ve silah yardımlarına rağmen Mustafa Kemal’in komünizme ne denli karşı olduğunu, bir hafta sonra Karadeniz sularında katledilecek Mustafa Suphi ve yoldaşlarına karşı milletvekillerini nasıl kışkırttığını açıkça ortaya koyuyor… İşte tutanaklardan, cümle düşüklüklerine dokunmaksızın aynen aldığımız ibret verici bazı pasajlar:

MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Efendiler, vaktiyle Baku’ya Mustafa Suphi riyasetinde bir heyetin memlekete gelmek isteğinde bulunduklarından, bunların bir komünist fırkasına mensubiyetlerinden bizi haberdar etmişlerdi. Bu Mustafa Suphi’nin ahlâkı hakkında malûmat sahibi olan birçok arkadaşlarımız var. Erzurum ahalii muhteremesi bunu en yakından tanıyanlardır. Halbuki Mustafa Suphi son zamanlarda memleketimize gelmek üzere bulunuyordu. Bunlardan bir kısmını sahil tarikiyle göndermişler, kendisi de Kars üzerinden gelmek istiyordu. Bunu haber alan Erzurumlular böyle bir adamın memleket dahiline girmesinden son derece müteheyyiç olmuşlar ve memlekete sokulmaması için teşebbüsatta bulundular. Makamatı resmiyeye müracaat ettiler. Bu adam memleketimize girerse parçalarız…

BİR MEBUS – Aynı isabet olmuş Paşa Hazretleri.

MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) – Bendenize sureti mahremanede müracaat etmiş idi ve diyordu ki … ahalinin tezahüratı karşısında mümkün değildir. Kendisi bilâhare hudut haricine çıkarılmak üzere mahfuzen hudut haricine … Benim de mütalâamı soruyordu… Geldiği zannolunan bir adamın memleket dahilinde serbest bırakılması … Erzurumda tatbiki tasavvur olunan … muvafık buldum ve kendilerine yazdım. Bu telgraf da ondan sonra geliyor.

(…)

"Şüphe etmiyorum ve hiç kimsenin şüphe etmeyeceğini zannediyorum ki Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümetinin bugüne kadar takip ettiği siyaset tamamen amali milliyeye mutabıktır. Bu siyasetin ne olduğunu tekrara lüzum görmem. Yalnız iki kelimesini zikredeceğim, ki o da hududu milliye dahilinde milletin istiklâlidir ve bu gayet kuvvetli ve büyük mana ifade eder esastır. Bugüne kadar bu esastan ayrıldığımıza delâlet edecek en ufak bir emareyi bile göstermek mümkün değildir.

"Efendiler, bu iki esas üzerinde yürüyen insanlar, düşünen dimağlar bittabi Komünizmin vasi ve bu kuyudatını parçalayan esasları ile mutabakatta bulunamaz. Binaenaleyh Heyeti Âliyenizin takip ettiği siyaset hiçbir vakitte Komünistlik esasına müstenit değildir. Bu böyledir, bunu tekrar ediyorum, bir defa daha. Fakat yine malûmunuzdur ve cihanın malûmudur, ki bu millî esaslarına derin rabıtalarla sadık kalan Meclisiniz ve Hükümetiniz müstakil bir devlet olarak Rusya Bolşevik Cumhuriyeti denilen bir devletle münasebatı siyasiyesinde hiçbir vakit Komünistlik ile Bolşeviklik esasatını dahi telaffuz etmemiştir. Zannediyorum ki Hariciye Vekiliniz muhtelif vesilelerle bu ciheti izah etmiştir. Binaenaleyh bendeniz tekrar ediyorum, milletimizin, devletimizin, Heyeti Âliyenizin Ruslarla olan münasebatı doğrudan doğruya iki müstakil devletin karşı karşıya olan ve her biri kendine ait olan gayelerini tamamen mahfuz bulundurmak şartiyle, bugüne kadar böyle olduğu, bugünden sonra da böyle devam edeceğine şüphe etmeyiniz. Rus Bolşevik Hükümeti resmiyesi, ricali resmiyesinin bizim olan, bizim resmî ricalimizle olan temas ve münasebetlerinde Rusya dahilinde bu milletin soysuz, herhalde sersem birtakım evlâtları oralarda da serseriliklerine devam etmişlerdir. İşte bu serseriler bir iş yapmak hülyasına kapılarak zahiren memleketimize ve milletimize nâfi olmak için Türkiye komünist fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar doğrudan doğruya bir hissi vatanperverane ile ve bir hissi hakikiî millî ile değil, benim kanaatımca belki kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için bir takım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları teşebbüs Rus bolşevizmini muhtelif kanallardan memleket dahiline sokmak olmuştur. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır.

"Diğer taraftan efendiler, memleket dahilinde komünizmin ne olduğunu bilmeyen, fakat bu esasata müsteniden tekevvün etmiş olan, taazzuv etmiş bir Bolşevik kuvvetinin bizim için kuvvei naciye olabileceğini farzeden bir takım insanlar dahi, hattâ bu hariçten gelen Komünizm cereyanına temas etmeksizin kendiliğinden Komünizm teşkilâtı yapmak hevesine düştüler. Bir zaman geldi ki Ankara’da, Eskişehir’de, şurada burada memleketin hemen bir çok yerlerinde bir çok insanlar, birbiriyle rabıtadar olmaksızın, Komünistlik teşkilâtı kurmaya ve aynı zamanda hariçten de birtakım insanlar serseri surette memlekette dolaşmaya ve aynı zamanda propaganda yapmaya başlamışlardır. Daima esasatına muhafazai sadakat etmekte en büyük faideyi gören Heyeti Vekileniz bunun için müsmir bir neticeyi düşünmek mecburiyetini hissetti. Herhalde bu memlekette ve bu millet içinde Komünizmin mahalli tatbik bulamayacağına kani idi ve kanidir."

Hayli uzun olan konuşmanın diğer bölümlerinde bu anti-komünist devlet politikasına, o sırada hem siyasal planda hem de mali ve askeri konularda Ankara yönetimine destek olan komünist Rusya’nın olası tepkilerini yatıştırmak için girişilen diplomasi manevralarına ve hatta sahte bir komünist partisinin kuruluşuna ilişkin ibret verici bilgiler de var.

TBMM Başkanlığı, 1921 yılına ait olan ve Arap harfleriyle tutulmuş bulunan zabıtları Latin alfabesine dönüştürerek yayımlamakla önemli bir hizmette bulunmuş oluyor. Ancak yayımlanan metinlerde, özellikle Mustafa Kemal’in konuşmalarında bazı ifadelere yer verilmemiş, bunlar üç noktayla geçiştirilmiş, bu nedenle de bazı cümleler anlamını yitirmiş bulunuyor.

Kesin bir şey denemez ama Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katlinden bir hafta önce devlet başkanı tarafından yapılmış olan tahrik edici bir konuşmanın böyle aleni sansür uygulanarak yayımlanması büyük olasılıkla Mustafa Kemal’e toz kondurmama çabasının eseri olabilir. Konuşmanın tam metninin Arap harfleriyle yazılmış orijinali, eğer yok edilmemişse, dürüst tarihçiler tarafından mutlaka bulunmalı ve Latin harfleriyle yeniden kamuoyunun değerlendirmesine sunulmalıdır.

Asıl konumuza dönecek olursak, sırf komünist SSCB ve onun müttefiki olan ülkelere karşı kurulduğu için NATO’nun on yıllarca en ateşli savunuculuğunu yapan bizim farklı kılıklardaki anti-komünist siyaset esnafının, SSCB’nin çöküşünden ve Rusya’nın giderek ABD ve AB’yle yarışabilen bir kapitalist dev haline gelmesinden sonra, gerektiğinde Rus kartına da oynayarak kolaylıkla anti-ABD ve anti-NATO kesilebilmesinin pek şaşırtıcı bir yanı yok.

Ha ABD, ha Rusya, hatta hâlâ ‘komünist" etiketi taşımasına rağmen kapitalizmin tüm kurallarını ustaca oynayan Çin, hiç fark etmez… Araştırmacı dostumuz Dr. Ergün Sönmez’in iki kitabında belgelerle ortaya koyduğu gibi 20. yüzyıldaki ABD emperyalizminin yerini 21. yüzyılda ABD ve AB’nin yanı sıra Rusya ve Çin’in de dahil bulunduğu "kolektif emperyalizm" almış bulunuyor. (**)

Kolektif emperyalizmin de insan hakları, sosyal ve çevresel sorunlar konusunda ne denli vurdumduymaz olduğu ortada… Bunun en son örneğini Türk Ordusu Kuzey Suriye’de önce Afrin’i, son olarak da Rojava’yı işgal ettiğinde tüm çıplaklığıyla gördük.

Tayyip iktidarından aldığı destekle sadece Suriye’nin değil, Avrupa ülkelerinin de başına bela olan Işid’i kahramanca bir mücadeleyle haritadan silen Kürt halkı, aynı Tayyip iktidarının doğrudan kendine yönelik saldırıları karşısında ABD tarafından da, AB tarafından da, Rusya tarafından da yalnız bırakılarak insanlık tarihinin en büyük ihanetlerinden birine uğradı.

Ya NATO? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un geçen hafta The Economist’te yayımlanan söyleşisinde belirttiği gibi NATO, özellikle ABD başkanı Trump’ın diğer üye ülkelere haber vermeden tek başına bir kararla Suriye’den asker çekerek Türk işgaline yeşil ışık yakmasından sonra gerçekten bir "beyin ölümü" sürecine girmiş bulunuyor.

Ordusunu gerektiğinde NATO ülkelerine karşı kullanılmak üzere imal edilmiş S-400 Rus füzeleriyle teçhiz etmeye başlamış olan bir Türkiye NATO’ya bağlı da kalsa, karşı da olsa ne değişecek?

Başta da söylediğim gibi, Türkiye’nin ABD emperyalizmine ve NATO’ya bağımlılığının tek nedeni devletin kurucusu Atatürk tarafından 98 yıl önce siyaset atar damarına zerk edilmiş anti-komünizm idi… SSCB’nin çöküşünden bu yana "komünizm tehlikesi" bahanesi ortadan kalktığına göre, NATO’da kalınsa da olur, terkedilse de olur…

Kafası iyi çalışmayanları nitelemek için kullanılan Rumca’dan transfer edilmiş bir deyim vardır: Na to kefari, na to mermari… Türkçesi: NATO KAFA, NATO MERMER!

NATO’ya katılım bu kafadakilerin eseriydi…

Ne acıdır ki bugün de aynı kafadakiler, CHP liderleri de dahil, Tayyip başkomutanlığında başlatılan Afrin ve Rojava işgallerine destek olabiliyor, üstelik bu işgalleri izleyen Kürt kırım ve tehcirine "Güzel şeyler oluyor" diyerek alkış tutabiliyor…

Yazık ki, bin kere yazık… Hâlâ NATO KAFA, NATO MERMER!

*) https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d01/CILT01/gcz01001136.pdf

**) Dr. Ergün Sönmez, Kolektif Emperyalizm, Belge Yayınları, Haziran 2015; Kolektif Emperyalizm ve Türkiye’nin Konumu, Belge Yayınları, Haziran 2019

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi