Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kürt Meselesi – I: Osmanlı

Kürt meselesi Osmanlı'dan Cumhuriyet'e tevarüs etmiş bir meseledir. Bunu söylerken süreklilikler ve kopuşlar olduğunu göz ardı etmemek gerektiğinin altını çizmek isterim. Yani sorunun mahiyetinde hem değişen hem de değişmeyen yönler vardır.

Kürt sorunu dediğimiz sorun, öz itibarıyla Kürtlerin ve Kürdistan’ın hak ve hukukunun tanınması sorunudur. Bu da demek oluyor ki, günümüze kadar gelen süreçte Kürtler ve Kürdistan’ın hak ve hukuku tanınmamış, görmezden gelinmiş, teslim edilmemiş yada gasp edilmiştir. Peki bunun tarihi sürecini nereden başlatmak lazım?

Kürt meselesi Osmanlı'dan Cumhuriyet'e tevarüs etmiş bir meseledir. Bunu söylerken süreklilikler ve kopuşlar olduğunu göz ardı etmemek gerektiğinin altını çizmek isterim. Yani sorunun mahiyetinde hem değişen hem de değişmeyen yönler vardır. Bunlar konjonktüre, jeopolitikteki değişimlere ve aktörlerin politikalarına, pozisyon alışlarına göre değişebilmektedir.

MERKEZİLEŞME POLİTİKALARINA KARŞI ÖZYÖNETİM MÜCADELESİ

Çok gerilere gitmeden sorunun başlangıç tarihi açısından son iki yüzyıllık zamanı işaret etmek isterim. İki yüzyıllık süreç için genel olarak söylemek mümkün ki, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, devletin merkezileşme politikalarına karşı Kürtlerin özyönetim talepleri ve bu doğrultuda yürüttükleri mücadeleler sorunun ana aksını oluşturmaktadır.

19. yüzyılın başında II. Mahmud’la başlayan merkezileşme politikaları Kürtlerin ve Kürdistan’ın yüzyıllara dayanan toplumsal ve siyasal yapısını, örgütlülüğünü dağıtmayı hedeflemiştir. II. Mahmud bu politikayı sadece Kürtlere karşı uygulamamıştır. İmparatorluğun bütün azalarında devreye koymuştur. Bu politikayla zamanın ruhuna uygun olarak gelişen milliyetçiliğin ve milli devlet kurma arzusunun önüne geçmek istemiştir.

Kürtlerin toplumsal-siyasal örgütlülüğü ve kendini yönetme deneyimi Osmanlı’nın hâkimiyeti altındaki diğer toplumlardan ne daha az ne daha fazladır. Hatta doğu sınırında oynadıkları stratejik rol, coğrafi yapının özgünlüğü nedeniyle bazı yönleriyle diğer bölgelerde görülmeyen ayrıcalıkların sahibi de olmuşlardır.

Örneğin Kürtlerin sahip olduğu “Bağımsız Hükümet” statüsündeki sancakların Osmanlı’da başka örneği yoktur. Buralara bir tek Osmanlı yetkilisi ayak basmaz ve babadan oğula irsiyet usulüyle yönetilir. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde çıkarılan kanunlarla bu hükümet sahiplerinin ayrıcalıkları tanınarak yasal güvence altına alınmış ve yüzyıllarca bu hukuka dayanarak ilişkiler yürütülmüştür.

19. yüzyılda merkezileştirme politikaları yürürlüğe girdiği andan itibaren Kürtlerin kendi özyönetimlerini koruma mücadelesi başlamıştır. Bu başlı başına uzun bir konu, burada detaylarına girmeye gerek yok. Osmanlı, Kürtlerle arasındaki ahdi bozup yeni bir düzenleme yapmaya kalktığında yaklaşık yarım asır, yani 1847 tarihine kadar çatışmalı bir dönem yaşanmıştır.

1847’nin sonlarına doğru Bedirhan Bey direnişinin bastırılmasıyla Kürdistan’da mîrlik dönemi ve tanınan ayrıcalıklar sona ermiştir. Dönemin vakanüvisi Ahmed Lütfü Efendi vakıayı anlatırken “1847’ye kadar hiçbir devlet yetkilisi Botan’a ayak basmamıştı” der. Gerek bağımsız hükümetler, gerek Ekrad (Kürt) sancakları, gerekse yurtluk-ocaklık kapsamındaki aşiret yapılarına tanınan ayrıcalıklarla Diyarbakır, Van, Musul gibi vilayet merkezleri dışında Kürtler kendilerini yöneterek yaşamışlardır.

Bu anlamda Kürtlerin uzun yüzyıllara dayanan bir yönetim tecrübeleri ve yönetim mekanizmaları vardır. Her sancağın, her mîrin, her beyin merkez edindiği kalesi, kendi divan teşkilatı, askeri gücü, vergi toplama yetkisi bulunmaktadır. Bir nevi küçük devletçik olan bu yapılar dönemin seyyahlarının yazdıklarından da takip edilebilir. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Bitlis Mîri Abdal Han’ın sarayındaki ihtişamı anlatırken kütüphanesindeki eşsiz eserlere vurgu yapar.

Bunun altını niye özellikle çizdim: Zira bugün resmi ideolojinin tesiriyle Kürtler hakkında oluşturulan algı oldukça negatif olup; yönetim tecrübesi olmayan, eğitim ve kültürden uzak bir topluluk olarak resmedilmektedir. Aslında Kürtler hakkındaki bu negatif algının oluşum süreci 19. yüzyılda Kürdistan’ın iç yapısına müdahaleyi meşrulaştırmak amacıyla ortaya atılmış, sonrasında da resmi ideolojinin ayrılmaz bir parçası olarak geliştirilmiştir.

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun temel derdi, üç kıtaya yayılmış topraklarını kaybetmemek, elinde tutmak, hâkimiyetini sürdürmektir. Tanzimat’la birlikte -çoğunlukla dış dinamiklerin baskısıyla olsa da- attığı yenilikçi adımlar bu gayeye matuftur. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük olarak ifade edilen üç tarz-ı siyaset Osmanlı’nın son döneminin kurtuluş reçeteleri olarak icat edilmiştir.

Batı'nın hasta adam ilan ettiği Osmanlı İmparatorluğu'ndan önce Hıristiyan halklar peşi sıra Müslümanlarla ayrılma yoluna gitmişlerdir. 19. yüzyıl boyunca imparatorluk toprakları ya doğrudan batılı devletlerin işgaliyle koparılmış ya da Balkanlarda olduğu gibi Rusya’nın aktif destek ve teşvikiyle milli devletler kurularak gerçekleşmiştir.

BALKAN SAVAŞLARI VE JEOPOLİTİK DEĞİŞİM

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti gidişatı durduramamış, aksine 1913’te Balkan Savaşları'yla birlikte adeta Avrupa kıtasından sökülüp atılınca çok daha büyük bir travma yaşamış ve köklü politik-stratejik değişikliklere yönelmiştir. Bunun en büyük nedeni, 1913 itibarıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun jeopolitik durumundaki değişikliktir. Eskiden nüfusun büyük kısmını oluşturan gayrimüslimler azınlığa düşmüş, üçte birden az bir nüfus kalmıştır. Arapların yaşadığı coğrafyadan da umudunu kesen İttihatçılar yönünü Anadolu ve Mezopotamya’ya çevirmiştir.

Bu jeopolitik dönüşüm nedeniyle yeni bir strateji benimsemişlerdir: Hantal ve ömrünü doldurduğunu düşündükleri imparatorluk yerine modern bir ulus-devlet kuracaklar ve burada Türk unsurunu merkeze alan milliyetçi bir siyaset izleyeceklerdir. Balkanların kaybının yarattığı travmayla kendileri için bir vatan yaratma arayışına yönelmişlerdir. Türklerin sığınacak bir vatana ihtiyacı olduğu fikri buradan çıkmıştır. İlk defa bu dönemde İttihatçıların basın organlarında “Anadolu Son Anavatan” cümleleri kurulmakta ve yazılar yazılmaktadır.

İttihatçılar 1913’ten itibaren Türkçü, milliyetçi, ırkçı bir siyaseti merkeze koyarak sahip olduğu devlet aygıtının olanaklarıyla; elde kalan toprakları Türklerin kılma ve beraberinde bir Türk ulusu yaratma işine girişmiştir. Hal böyle olunca, elde kalan sınırlar içerisinde gayri Türk bütün unsurlar iç düşman, yabancı devletlerin uzantısı olarak kodlanmış ve fırsat bulundukça tehcir, sürgün, etnik temizlik vb yöntemlerle azaltılmaya, etkisiz kılınmaya çalışılmıştır.

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri bu dönemde 1913-1923 yılları arasında atılmıştır. Balkan yenilgisinin yarattığı travma cumhuriyetin kurucu kadrolarının, kurucu atalarının üzerinden atamadığı bir psikolojik sorun olmakla kalmamış, yeni devletin bütün kodlarına işlemiştir. Birinci Dünya Savaşı'na Almanya safında iştahla giren İttihatçıların öncelikli hesabı yeni ve modern bir ulus-devlet kurmak için önce gayrimüslim unsurları ardından da Müslüman ama gayri Türk unsurları elimine etmektir. Nitekim 1923’e gelindiğinde on yıl önce nüfusun üçte birini oluşturan gayrimüslimler yürütülen sistemli etnik mühendislik politikalarıyla yüzde üçlere, dörtlere indirilmiştir. Bu dönemdeki politikalar üzerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Bu dönem aynı zamanda yeni Kürt politikasının belirlendiği dönemdir. Cumhuriyet'in Kürt politikasının hem teorik hem pratik temelleri bu dönemde atılırken bir yandan da Osmanlı'dan kopuş gerçekleşir. 1914 yılında Bitlis’te Melê Selim ve arkadaşlarını, Süleymaniye’de de Abdülselam Barzanî’yi idam sehpasında asan İttihatçılar, Hamit Bozarslan Hoca'nın belirlemesiyle, Osmanlı’nın Kürtlerle yazılı olmayan Zımni Sözleşmesi'ne son vermişlerdir. Böylece Kürtler için yeni bir dönem başlamıştır.

İttihatçıların temel politikaları Kürtlerin Türklük camiası içerisinde eritilmesi ve Türklüğe intikallerinin sağlanmasıdır. Yine Kürdistan isminin tarihten silinerek Türkiye’ye iltihakı ve mekânın dönüşümü için Kürt nüfusun Batı'ya Türk nüfusun ise Doğu'ya iskan edilmesidir. Bu amaçla 1916 yılında Rus işgalini fırsat bilerek yaklaşık bir milyon Kürt tehcire tâbi tutulmuştur.

İttihatçıların temellerini attığı bu politikalar Cumhuriyet döneminde katı bir Kürt ve Kürdistan inkârına vardırılacaktır. Bu anlamda Cumhuriyet’le birlikte Kürt ve Kürdistan meselesinin nitelik değişimi olacak ve çok daha ağır bir sorun haline gelecektir. Cumhuriyet'le birlikte kurulan yeni nizamı birazdan anlatacağım ama arada kafaları karıştıran başka bir şey var. Kafaların çok karıştığı 1919-1923 arasındaki milli mücadele dönemi nereye konulacak? Kardeşlik ve ortaklık vurgularının en çok yapıldığı bu aralığı ben bir “ara dönem” olarak değerlendirmeyi tercih ediyorum. Kısaca üzerinde durmayı gerekli görüyorum.

ÖNCE KÜRTLERİN DURUMUNA KISA BİR BAKIŞ:

Kemalist hareketin Kürt ve Kürdistan meselesine bakışına geçmeden önce Kürtlerin durumuna kısaca bir göz atalım. Kürt milliyetçiliği Osmanlı’da en geç gelişen milliyetçilikti ve siyasal taleplerle örgütlü bir güç olarak ortaya çıkması ancak Birinci Dünya Savaşı sonucunda 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra söz konusu olabilmişti. Kürdistan Teali Cemiyeti’nin (KTC) kuruluşuyla başlayan bu sürecin Kürt milliyetçiliğine de imkân sunan başat özellikleri şunlardır: Osmanlı İmparatorluğu dağılma içindedir ve Wilson Prensipleri çerçevesinde çoğunluk olunan yerlerde egemenlik hakkına sahip olma ilkesi (yani ulusların kendi kaderini tayin hakkı) bütün milletler gibi Kürtlere de uygulanabilir.

Hal böyle olsa da İstanbul merkezli bu milliyetçi hareketin Kürdistan’da varlığı ve etkinliği zayıftı. Mütareke sonrası Kürt illerinde örgütlenme çabaları güvenlik aygıtları tarafından yoğun bir takibat ve engelle karşılaştı. Sınırlı bir aydın zümre dışında milliyetçi fikirler toplumsallaşmış değildi ve ağırlıklı olarak Kürtler kimliklerini Müslümanlık üzerinden tanımlamaktaydı. İslam’a yönelik bu toplumsal hassasiyet milliyetçi örgütlenme içine sirayet edecek kadar etkiliydi. Nitekim KTC içinde bile ayrılıklara sebep olan en büyük tartışma “dindaşlarımızı bu zor günde yalnız bırakmak olmaz” tartışması olacaktı.

ARA DÖNEMDE BİR LİDER OLARAK MUSTAFA KEMAL

Kürt milliyetçileri İstanbul’u üs olarak seçmişken Mustafa Kemal’in Erzurum’a, Sivas’a kadar gitmesi ve orada inisiyatifi ele geçirmesi bir anlamda alanda kurduğu hakimiyet, zaten parçalı olan Kürt toplumsal yapısını kolaylıkla tesiri altına almasını sağlamıştır. Mustafa Kemal’in Kürt ileri gelenleriyle, aşiret reisleri, şeyhler ve beylerle Birinci Dünya savaşı zamanına dayanan yakın ilişkileri vardı. Dolayısıyla bu göreve getirilmesinde, üstlendiği misyon ve liderlik yürüyüşü açısından bunun gözden kaçırılmaması gerekir. Mustafa Kemal'in Kürt meselesindeki en büyük başarısı, kritik dönemde ümerayla, reisler, beyler ve şeyhlerle kurduğu ilişkiyle onları yörüngesine çekebilmesi ve Lozan’a kadar (siyasal kurtuluşa kadar diye de okunabilir) Kürt milliyetçisi bir doğrultuya yönelmesini engelleyerek, kendi hareketinin yedeğinde tutabilmesidir. Elbette bunun arkasında çok güçlü bir devlet örgütlenmesi ve kader birliği yaptığı, hem teşkilatçılık hem de devlet yönetiminde deneyimli İttihatçı kadrolar vardır.

Mustafa Kemal, Kürtleri kontrol altında tutabilmek ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı doğrultusunda ayrı örgütlenmelere yönelmelerini engellemek için bir yandan “Kürdistan Ermenistan olacak” şayiasını yaymış; bir yandan din kardeşliği temelinde halife, sultanı kurtarmak çağrısında bulunmuş; diğer yandan da Kürtlerin ulusal haklarının ileride, kurtuluştan sonra, düşman def edildiğinde verileceği vaadinde bulunmuştur. Bu vaatlerle önemli bir kitleyi yanına çekip, TBMM bünyesinde bir anlamda Kürt temsilini kendi uhdesine alırken; diğer Kürt örgütlerini yasa dışı ilan edip kıriminalleştirmiş, yabancı devletlerle kurulan her ilişkiyi ajanlık, işbirlikçilik olarak yaftalamıştır.

Ara dönemde Kürtler Ankara’daki TBMM’den birkaç kez özerklik talebinde bulunmuş ama reddedilmişlerdir. Buna üç ayrı Kürdistan parçasından üç ayrı örnek vermek mümkün:

Birinci örneğimiz Kuzey Kürdistan’dan olsun. 1920-1921’de Koçgiri ve Dersim bölgesinde TBMM’ye telgraflarla başvuruda bulunan Kürtler, özerk bir şekilde yönetilme talebinde bulunmuştur. İstekleri bir Kürt vali tarafından yönetilmek, kendi bölgelerini idare etmek ve yine devlete bağlı kalmaktır. İlginç olan, bu taleplerini dile getirdikleri zamanda TBMM’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun tartışılıyor olmasıdır. Ocak 1921’de ademi merkeziyetçiliği benimseyen yeni Anayasa kabul edilir ardından Mart ayında Koçgiri'ye büyük bir operasyon yapılıp, katliamla sonuçlandırılır.

İkinci örneğimiz bugün Rojava olarak bilinen Suriye’nin kuzeyinden. Bilindiği gibi Suriye sınırı Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması'yla bugünkü halini alır ve Lozan’da da kabul edilir. Bu arada Ankara Antlaşması'na bir dipnot düşmek isterim. Antlaşmada Türkiye tarafı sayıları çok az olsa da Suriye tarafında kalan Türkmenlerin kültürel ve sosyal haklarını garanti altına alan maddeler koyar. Örneğin anadilde eğitim yapmaları gibi. Ama Kürtlerin haklarına dair hiçbir madde geçmez. Ankara Antlaşması'nın imzalandığını ve kendilerinin Fransız hakimiyetine bırakıldığını öğrenen birçok Kürt aşireti ve ileri geleni bunu protesto eder ve ağır eleştirilerde bulunur. Bunlardan Okçuizzettunlu Aşireti'nin lideri Hannan Ağa maiyetiyle birlikte 1922 Mart ayında Ankara gelir ve "Kürddağlıların Mutalebatı" isminde bir broşür sunar. “Fransızlara karşı birlikte savaşmadık mı, siz niye bizi bunların hakimiyetine bıraktınız. Yaptığınız kardeşliğe sığıyor mu?” diye ağır eleştiriler getirir ve Türkiye’ye bağlanmak istediklerini söyler. Ama cevap verilmez…

Üçüncü örneğimiz Güney Kürdistan’dan. Mustafa Kemal, Samsun’a geçtikten birkaç gün sonra birçok Kürt ileri gelinine mektuplar yazar. Bunlardan biri de Güney Kürdistan’da İngilizlere karşı mücadeleyi sürdüren Şeyh Mahmud Berzencî’dir. Şeyh Mahmud’un uzun bir mücadele hikayesi var. İngilizlerle savaşır, Hindistan’a sürgüne gönderilir, tekrar döner vb. Lozan’da Musul sorunu nedeniyle kesintiye uğradığı zaman diliminde Şeyh Mahmud tekrar silahlı mücadeleyi yükseltir. Bu dönemde Ankara’nın özel olarak görevlendirdiği ve Revanduz’u hakimiyeti altına alan Özdemir Bey’le de ilişki içerisindedir. Özdemir Bey vasıtasıyla Şubat 1923 tarihinde Ankara’ya 10 maddelik bir özerklik tasarısı gönderir. "Biz özerk bir hükümet olarak Ankara’ya bağlanmak istiyoruz" der. Maddeler içerisinde nasıl bir özerklik olacağını da tarif eder. Elbette Ankara bu öneriyi reddeder. Özdemir Bey'i böyle bir metne vesile olduğu için görevden alır ve bu taleplerin hem öngörülen politikaya hem de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'na aykırı olduğu söylenir.

Devam edecek...


Bu yazı, Halkların Demokratik Kongresi'nin düzenlediği "Halkların Eşit ve Özgür Yaşamı Yolunda Çözüm Barışta!" konferansında yapılan "Kürt sorununun ortaya çıkışı ve geçmişten günümüze tarihsel karakteri: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e: Dinamikler, Süreklilikler ve Dönüşümler" başlıklı sunumun konuşma metninin yazıya dönüştürülmüş halidir.

osmanlı Türkiye Cumhuriyet kürt meselesi Özerklik bağımsızlık namık kemal dinç