4. Psikolojinin Pisliği - Başkası olma kendin ol…

Sağlıklı yaşam adı altında bireylerin yaşamları, kurallar ve reçetelerle sınırlandırılırken, temel insan hakları ve özgürlükler arka planda kalıyor.

Pozitif psikolojinin “farkındalık” önerisi, bireyi içine dönmeye ve kendi mutluluğunu keşfetmeye teşvik ederken, bu yaklaşımın daha derin bir ideolojik boyutu da var. Kriz dönemlerinde içe kapanma eğilimi, insanın duygusallaşmasını ve dış gerçeklikten kopmasını beraberinde getirir. Bu bağlamda, bireyin “kendini fark etmesi” çağrısı, yalnızca bir öz keşif önerisi değildir; aynı zamanda dış dünyanın acı gerçeklerine gözlerini kapatma telkinidir.

Bu öneri, bireyi sorumluluk alması gereken bir özneye dönüştürür. Ancak bu sorumluluk, genellikle bireysel mutluluk arayışıyla sınırlıdır ve sistemik ya da toplumsal sorunlara karşı bir duyarsızlığı da teşvik edebilir. “İçinize bakın, küçük şeylerle mutlu olun” reçetesi, bireyi kolektif bir sorgulama ve mücadeleden uzaklaştırarak, toplumsal gerçeklikleri görmezden gelmeye itebilir. Bu durum, uzun yıllardır hukuksuz yargılamalar, baskılar, yoksulluk ve işsizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, bireyin mutsuzluğunu kişisel bir eksiklik veya zaaf olarak sunar.

İnsanın kimliği, bireyi ötekinden ayırır ve aralarındaki farkları ortaya koyar. İnsan, bir yandan ötekilerden farklı, biricik olma çabasındayken, aynı zamanda bir gruba ait olma arayışındadır. Bireyleşme, ötekiyle olan farkı vurgularken; aidiyet, bu farkı en aza indirip benzeşmeyi ve aradaki farklılıkları göz ardı etmeyi gerektirir. Yani farklı olanların, farksızlıkları öne çıkarması söz konusudur.

Bunun yanı sıra, bir gruba ait olma durumu da başka gruplarla fark yaratma çabasını beraberinde getirir. Örneğin, Trabzonlular Rizelilerden farklı olduklarını söylerken, Trabzonluluk içindeki bireysel farklılıklar göz ardı edilir. Aynı durum, Fenerbahçeliler ile Galatasaraylılar arasında da geçerlidir.

Günümüzde küreselleşme ve kültür emperyalizmi, kültürler arasındaki farkları bazı alanlarda en aza indiriyor. “McDonaldlaşma” ile tatlar küreselleşiyor; Almanya’da yediğiniz bir hamburgerin Bulgaristan’da da aynı tada sahip olması gibi. Paris’te popüler bir saç modeline Afrika’nın bir köyünde bile rastlayabiliyoruz.

Peter Sloterdijk, Die Verachtung der Massen (Kitleleri Hor Görme) adlı eserinde, geçmişte grupların toplumsal hiyerarşideki konumlarına göre farklılıklar gösterdiğini yazar. Soyluların yemekleri, içkileri, oturup kalkma biçimleri, eğlenceleri farklıydı ve bu gruplar, bu farkların (habitus, P. Bourdieu) korunmasına özen gösteriyordu. Modern toplum, dünyevileşmeyi savundu. Ancak dinsel alanda kendine yer bulan irrasyonalite (gerçek dışılık) günümüzde dinin yansıra komplo teorilerinde, astrolojide ve pozitif psikolojide kendine yer buluyor.

İnsanların eşit olması gerektiği fikrinin savunulmasına rağmen, gerçek hayatta tahammül edilemez eşitsizlikler var. Bir yandan ötekine benzemek ve aynılaşmak istenirken, diğer yandan farklılaşma çabasındayız. Gruplar ve uluslar, hukuk, gelir, işsizlik, kadın ve çocuk hakları gibi konularda karşılaştırılırken, bu çabalar farklılıklara vurgu yapıyor. Akla gelmeyecek konularda bile grupların/ulusların karşılaştırılması ve sıralaması var. Yani insanlar/gruplar çeşitli alanlarda karşılaştırılıyor/rekabet ettiriliyor. Aynı gemide/dünyada yaşayan ve benzeşen insanlar, spor veya günlük rekabetlerle farklılıkları/benzeşmeyen yanları da görünür kılıyorlar.

Pozitif psikoloji, “Kendini fark et, kendi değerinin farkına var” diyerek aslında biraz da bu gereksinimleri pazarlıyor. Terapistlerin, motivasyon uzmanlarının, koçların ve psikolojik enerji uzmanlarının birer pazar satıcısı gibi kendilerini ve ürünlerini pazarlamaları ve alıcı bulmaları şaşırtıcı değil. Hızlı, kolay mutlu olma programları…

Gülten Akın’ın dediği gibi:

“Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya.”

Farkındalık endüstrisi, yıllık milyarlarca dolarlık bir hacme sahip, büyüyen bir sektördür. Bu kurslar, yayınlar ve uygulamalar, bireye mutluluğun anahtarının kendi içinde olduğu mesajını verir. Ancak bu mesaj, bireyin dışsal koşulları, adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri sorgulamasını engelleyebilir. Bu, bir tür kolektif inkârın psikolojik araçlarla yeniden üretilmesidir. İşsizlik gibi reel sorunlar, bireyin yeterince çabalamadığı veya doğru tutumu benimsemediği iddiasıyla bireyselleştirilir. Bu, bir yandan düzenin eleştirilmesini engellerken, diğer yandan düzeni koruma mekanizması haline gelir.

Pozitif psikolojinin bu yaklaşımları, bireyi kendi mutsuzluğunun yegâne sorumlusu ilan eder. “Mutluluk senin elinde; mutlu değilsen suçlu sensin” söylemi, bireyin mutsuzluğunu psikolojik bir zaaf olarak tanımlar ve çözümü bu zaafı gidermekten ibaret gösterir. Böylece mutsuzluk, bireyin öznel bir sorunu haline gelirken, yapısal ve sistemik sorunlar göz ardı edilir.

Sorun, mutluluğun bireysel bir tercih olarak sunulmasıdır. Bu, bireyin toplumsal bağlamda varoluşunu silikleştirir ve mutsuzluğu bir ahlaki ya da psikolojik eksiklik gibi algılamasına yol açar. Ancak mutluluk, bireyin kontrol edebileceği basit bir tercih değil, toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullarla da şekillenen bir durumdur. Pozitif psikolojinin önerdiği bu yaklaşım, bireyi yalnızlaştırarak toplumsal bir dayanışmanın önünde engel oluşturur ve mutsuzluğu bir mücadele aracı olmaktan çıkarır.

Pozitif psikoloji işyerlerine uyarlanarak kapitalizmin çalışma kültüründe köklü bir dönüşümün araçlarından biri haline geldi. “İşyerinde mutluluk” kursları ve seminerleri, işçilerin daha verimli ve uyumlu çalışmasını sağlamak amacıyla, bireysel mutluluk arayışını bir iş hedefi olarak tanımladı. Ancak bu süreç, genellikle işverenlerin sorumluluklarını çalışanların omuzlarına yüklemesiyle sonuçlandı. Çalışanlar artık sadece işlerini yapmakla değil, iş ortamını pozitif ve uyumlu tutmakla da yükümlü hale getirildi.

Değişen Çalışma Kültürü

Hiyerarşik Denetimden Ekip Sorumluluğuna: İlkel kapitalizmin sıkı denetim yöntemleri, ekip çalışması anlayışıyla yer değiştirdi. Bu sistemde patronlar artık doğrudan müdahale etmek yerine hedefleri belirleyip sorumluluğu ekiplere yüklüyor. Böylece çalışanlar, yalnızca kendilerini değil, ekip arkadaşlarını da denetlemek zorunda kalıyor.

Esneklik ve Dayanıklılık: Çalışma ortamındaki belirsizliklerle başa çıkabilmek adına çalışanlara “esneklik” ve “dayanıklılık” telkin ediliyor. Ancak bu, genellikle uzun çalışma saatlerini kabul etmeye ve iş yükünü artırmaya yönelik bir çağrıya dönüşüyor. İş bitmediğinde esnek olup işyerinde kalmak, dayanıklılığın bir parçası haline geliyor.

Pozitif psikoloji, bu bağlamda çalışanlara sürekli bir “güler yüzlü mücadele” anlatısını dayatıyor. “Sakın vazgeçme, mücadele et” söylemi, bireyin iş yükü karşısında direnmesini sağlarken, yapısal sorunları göz ardı ediyor. Çalışanlar, sorumlusu olmadıkları sorunlardan dolayı suçlanabiliyor ve pozitif olmaya zorlanıyor. Bu, işyerinde mutsuzluk ve tükenmişlik hissinin artmasına rağmen, bu durumların bireysel bir eksiklik gibi algılanmasına neden oluyor.

Pozitif psikoloji, geleneksel terapi yaklaşımlarını bireysel sorumluluk anlayışıyla birleştiriyor:

Hastanın Sorumluluğu: Geleneksel tedavi yöntemleri, hastaların iyileşme sürecinde sorumluluk üstlenmesini gerektirir. Örneğin, ilaçları disiplinle almak, verilen egzersizleri yapmak gibi. Pozitif psikoloji de benzer şekilde bireye sorumluluk yükler; ancak bu sorumluluk genellikle “mutluluğa ulaşma” gibi soyut bir hedefle ilişkilidir.

Bir “Modern Muska”: Pozitif Psikoloji

Pozitif psikoloji, “herkesin tüketebileceği bir mutluluk dili” sunarak yaygınlaşmıştır. Bu dil, ön bilgi gerektirmeyen, herkesin kolayca anlayabileceği ve uygulayabileceği tekniklere dayanır. Ancak bu basitlik, aynı zamanda derinleşemeyen, yüzeysel bir çözüm önerisi anlamına gelir. “Üç-beş seansta mucize” vaat eden pozitif psikologlar, modern dünyadaki keramet sahibi şeyhlerin yerine geçiyor gibi. Mutluluk, bir tüketim ürünü haline gelmiş ve “kısa zamanda ulaşılabilir bir hedef” olarak pazarlanabiliyor. Sosyal medyada psikolog ilanında okudum: ‘Aşırı düşünmenin sonucu depresyondur. Aklınız size gereksiz sorunlar yaratır’… Devlet düşünceyi, düşünüleni açıklamayı suç sayarken terapist de düşünceye ‘hastalık’ teşhisi koyuyor. Pes doğrusu. İş çığırından çıkıyor…

Pozitif psikolojinin bu denli yaygınlaşması ve popülerleşmesi, şu soruları gündeme getirir:

Yapısal Sorunları Gözden Kaçırmak: Pozitif psikoloji, bireysel mutluluğa odaklanırken, toplumsal ve yapısal sorunları ikinci plana iter. Bu, sistemin devamlılığını sağlamaya yönelik bir araç olarak görülebilir… Mutluluğun Piyasalaşması: Mutluluk tekniklerinin basit ve hızlı bir şekilde pazarlanması, mutluluğu bir endüstri haline getirir. Bu, bireylerin mutsuzluklarını psikolojik bir sorun olarak algılamasına ve çözümü bireysel çabada aramasına yol açabiliyor... Dayanıklılık ve Esneklik Söylemi: Çalışanların dayanıklılığı ve esnekliği teşvik edilirken, bu kavramlar çoğu zaman sömürünün meşrulaştırılmasına hizmet edebiliyor… Sonuç olarak, pozitif psikoloji, bireylerin yaşamlarını iyileştirme iddiasında bulunurken, aynı zamanda bireyi toplumsal sorunlardan soyutlayarak sistemin devamına hizmet edebiliyor.

“Başkası olma, kendin ol” söylemi, mutluluk arayışı içinde sıklıkla karşımıza çıkar. Bu, yüzeyde basit ve çekici bir öneri gibi görünse de derinlemesine düşündüğümüzde daha karmaşık bir anlam taşır. Çünkü kendilik, yalnızca bireysel bir varlık değildir. İnsan, özdeşleşmelerle, taklitlerle ve özenmelerle şekillenir. Yani birey, çevresindeki başkalarından etkilenerek kendi kimliğini oluşturur. Bir bebek dünyaya geldiğinde, hemen çevresindeki kişilerle etkileşime girer ve bu etkileşimler üzerinden kendi kimliğini inşa etmeye başlar.

Kendi, aslında başkalarından alınan ve içselleştirilen parçalarla bütünleşen bir kavramdır. Kendilik, dış dünyayla sürekli bir etkileşim içinde gelişir ve şekillenir. Örneğin, bir kişi başkalarına benzemek isteyebilir, onlara özenebilir, onlarla özdeşleşebilir ve bu süreçte kendi’ni inşa eder. Başka bir deyişle, her “kendi”, aslında bir çeşit başkası ile ilişkilidir ve bir bakıma bu başkalarını içine alarak var olur.

Dolayısıyla, “kendin ol” söylemi, bu bakımdan eksik kalır. Gerçekte, kendi dediğimiz şey, sürekli değişen, yeniden şekillenen ve başkalarından alınan etkilerle oluşan bir süreçtir. Bir insanın kimliği yalnızca içsel bir olgu değil, aynı zamanda dışsal faktörlerin ve toplumsal bağların birleşimidir. Bu, özdeşleşme ve entegrasyon sürecinde başkalarından alınan parçalardır. Ve sonunda, kişi “öteki”ni içselleştirerek “kendi”ni oluşturur. Bu bağlamda, kendilik bir tür “bütünleşmiş öteki” halini alır ve aslında tam anlamıyla bağımsız bir kimlik değil, sürekli bir ilişkiler ağı içinde şekillenen bir kavramdır.

Yani, “kendin ol” söylemi, insanın sosyal ve kültürel bir varlık olduğuna dair derin bir gerçeği göz ardı eder. Kimlik, sabit bir öz değil, çevremizle, ilişkilerimizle ve toplumsal yapıların etkisiyle şekillenen dinamik bir süreçtir.

Psikanaliz, gerçekten farklı bir yaklaşım sergiler. Diğer terapötik yaklaşımlardan ayrılan temel farklardan biri, “tedavi etme” veya “kurtarma” vaadinin olmamasıdır. Psikanalistin amacı, hastayı doğru bir şekilde anlamaktır. Hastaya bir çözüm önerisinden ziyade, bir yolculuk ve bir keşif süreci sunmaktır. Bu süreçte psikanalist, kendi doğrusunu değil, hastanın doğrusunu anlamaya çalışır. Bu, tedavi sürecinde bir tür eşlik etme ve refakat etme olarak tanımlanabilir.

Psikanalist, bilmediğini kabul eden ve bu bilgiye ulaşma çabası içinde olan bir kişidir. Psikanalistin en iyiyi bilme iddiası yoktur, ancak bilmek için çaba gösterir. Bu, hastanın iç dünyasını anlamak için kendisini bilmeyen ve sürekli soru soran bir konumda tutması anlamına gelir. Psikanalist, hastayı olduğu gibi kabul etmeye çaba gösterir ve onun anlatılarına, hislerine ve bilinçötesine süreçlerine dikkatle yaklaşır. Bu, hastanın kendi içindeki düğümleri, bastırılmış duyguları ve gizli düşünceleri keşfetmesine yardımcı olmaya yönelik bir süreçtir.

Anlamak dediğimiz şey, hataları, yanlış anlamaları ve dil sürçmelerini de kapsar. Hata kültürü, insanı anlamaya yönelik bir araçtır ancak bu, “hata yapalım” anlamına gelmez. İnsan ilişkilerinde hata yapmak, yanlış anlaşılmak ve yanlış yapmak kaçınılmazdır.

Psikanaliz, hataları da içine alan ve bu hataların önemsendiği bir yolculuk olarak tanımlanabilir. Psikanalist, kesin doğruları bulmaya çalışmaz. Psikanalist seansta olanları, anladıklarını tercüme ederek hastasına geri verir. Psikoanalitik terapi bir tercüme etme, yeniden anlamlandırma çabasıdır. Bu tercüme hastanın kendisini anlamasına ve anlamlandırmasına yardımcı olur. Psikoanaliz hastayla ilişkilenerek yapılan uzun yolculuktur. Terapi ilişkiye dayanır: Terapik ilişkiden yola çıkılarak diğer ilişkileri anlama, tercüme etme işlemi…

Hastaneler: Sağlık fabrikaları

1980’lerin ortalarına kadar Almanya’da hastanelerin kâr amaçlı çalışmaları yasaktı (Gerald Hüther, Würde=Onur). Günümüzde hastaneler özelleştirilerek ticarethaneye dönüştürüldü. Bu modelde hastanın tedavisi, insanca muamele görmesi ve onuru ön planda değil. Hastanelerin yatakları otel odaları gibi pazarlanabiliyor.

Günümüzde sağlık politikaları, yalnızca bireylerin refahını artırmayı amaçlayan uygulamalar olmaktan çıkıp, egemenlik kurma çabasının bir aracı haline gelmiştir. Bu durum, psikolojik sağlıktan genel sağlığa kadar geniş bir yelpazede, sağlık ideolojisinin dolaylı ve dolaysız biçimde politikaların merkezine yerleştiğini göstermektedir.

2024 baharında Equinox firması, ABD’de 40.000 dolarlık bir sağlık programı piyasaya sürdü: “Programımızı uygularsanız, 100 yaşına kadar sağlıklı yaşama garantisi.” (Friedrich Schorb, Healthismus). Bu tür yaklaşımlar, sağlığı sadece bir hedef değil, yaşamın merkezine yerleştiren bir ideolojiyi besliyor. Sağlık aparatları, bireylerin hayatlarını neredeyse tamamen sağlıklı olmaya odaklamalarını gerektiriyor: kaç saat uyuyacakları, uyanınca yapmaları gerekenler, kahvaltıda ne yemeleri gerektiği, spor sırasında hangi egzersizleri nasıl ve kaç kez yapacakları, dişlerini kaç dakika fırçalayacakları gibi tüm detaylar belirleniyor. Adeta sağlıklı yaşam için bir yaşam planı sunuluyor.

Bu ideolojinin temel sorunu, yaşamı yalnızca sağlıklı olmaya indirgemesi. Sağlığı kesin kurallarla ve semptomlarla tanımladığınızda, aynı zamanda neyin “sağlıksızlık” olduğunu da tanımlamış oluyorsunuz. Böylece, bu plana uymayan bireyler sağlıksız ya da hasta insanlar olarak etiketleniyor. Bu yaklaşım, ilaç endüstrisini de merkezde tutarak ‘sağlıksız bireylere’ hızlı çözümler sunmayı hedefliyor. Örneğin, depresyon ilaçlarının tüketimi son otuz yılda on kat arttı. Bu kadar ilaç tüketmek insanları gerçekten mutlu etti mi, bilmiyorum. Ancak insanların yaşadığı gerçek sorunlar –eşitsizlik, çaresizlik, yoksulluk, gündelik baskılar– bu sağlık konseptinde göz ardı ediliyor.

Bu süreç, aynı zamanda iş dünyasında yeni sağlık konseptlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Amazon, Seattle’daki devasa merkezinde binlerce çalışanı için spor alanları, sağlık programları, sağlıklı beslenme merkezleri, masaj salonları ve yoga alanları sundu. Ancak bu ideal görünen yapıların temel amacı, bireylerden azami verim elde etmek. Çalışanlar 12 saate kadar uzayan uzun çalışma sürelerine maruz kalıyor. ABD genelinde her yüz çalışandan biri iş kazası geçirirken, Amazon’da bu oran %22’ye çıkıyor. Google gibi diğer büyük şirketler de benzer “insan sömürü fabrikaları” inşa etti.

Bu sistem, bireyleri fiziksel ve zihinsel olarak tüketiyor. İnsanlar adeta birer üretim birimi olarak görülüyor: çalışmak, spor yapmak, yemek ve yeniden çalışmak. Hayvan besi merkezlerini andıran bu düzen, bireylerden maksimum verim elde etmeyi hedefliyor. Yorgun düşen çalışanlar, sağlık endüstrisinin sunduğu ilaçlarla yeniden şarj edilip işe döndürülüyor.

Bu durum, yalnızca sağlık politikalarının bireyler üzerindeki etkisini değil, aynı zamanda kapitalist sistemin insan yaşamını nasıl şekillendirdiğini de sorgulamayı gerektiriyor. Sağlıklı yaşam adı altında bireylerin yaşamları, kurallar ve reçetelerle sınırlandırılırken, temel insan hakları ve özgürlükler arka planda kalıyor.

İnsanoğlu binlerce yıl bedeniyle çalıştı. Önceleri ellerini ve bedenini kullanarak üretim yapan insan, günümüzde büyük ölçüde ekran başında, parmaklarını ve gözlerini kullanarak zaman geçiriyor (Gerald Hüther, Würde – Onur). Artık beden, bir yük haline geldi ve kullanılmadığında insana sorun çıkarıyor. Bu yüzden spor yapın, yürüyüşe çıkın, masaj yaptırın gibi öneriler, bu “sorunlu” bedeni rahatlatmak için sunuluyor.

Günümüzde insan, yaşamının büyük bir bölümünü sandalyede, ekran karşısında geçiriyor. Bu sıkışmışlık hali, yalnızca fiziksel değil, zihinsel bir daralmayı da beraberinde getiriyor. Aktivite alanının kısıtlanması, uzak yerlere yapılan tatilleri birer maceraya dönüştürüyor. Ancak bu maceralar bile güvence altına alınmış, kontrollü etkinlikler olarak sunuluyor.

Bu yaşam tarzı, eğlenceleri de dijital ortam üzerinden organize ediyor. Sosyal medya, insanların oturdukları yerden eğlenmelerine, öfkelenmelerine, haber almalarına, rekabet etmelerine, hatta başka biri olma deneyimini (sahte kimliklerle) yaşamalarına olanak tanıyor. Porno izlemekten ibadet etmeye, ilahi dinlemekten tartışma programlarına kadar geniş bir yelpazede “eğlence” sunuyor.

Dijital çağda her şey, eğlenceye ve birer gösteriye dönüştürülüyor. İnsanlar, oturdukları yerden hayatın seyircisi olarak eğleniyor ve izliyor. Sosyal medya ise bu edilgenliği, etkin bir deneyimmiş gibi sunuyor. Çünkü burada herkes “fikrini” söyleyebiliyor, içerik üretebiliyor ve kendi dünyasını sanal bir sahneye taşıyabiliyor.

“Sağlıklı ve pozitif olalım” ideolojisi, günümüzde bireylere iyileştirme ve optimizasyon öneriyor. Ancak bu “iyileşme”, bireyin sisteme veya düzene daha yararlı hale gelmesi anlamını da taşıyor. Kendini yeterince optimize edemeyenler, sağlıksız, hasta, kusurlu ya da “yanlış” olarak etiketleniyor. Böylece beden üzerinden, sağlık üzerinden politika yapılmış oluyor.

Sağlıklı ve sportif bir beden etrafında adeta bir ‘toplum sözleşmesi’ oluşturulmuş durumda (Jürgen Martschukat, Das Zeitalter der Fitness – Fitness Çağı). Ancak toplum sözleşmeleri, genellikle bazı grupları dışarı iter. Sağlıklı ve pozitif olma söylemlerine uymayanlar, o toplumun “ötekisi” haline gelir. Düzenli beslenme ve sağlıklı yaşam anlatıları üzerinden yapılan politikalarda, dışlananlar çoğunlukla yoksullar oluyor. Oturan, çalışmayan ya da üretime doğrudan katkıda bulunmayan bedenler, “iyileştirilmesi” veya “düzeltilmesi” gereken hasta, defolu bedenler olarak görülüyor.

Bu kusurlu bedenlere, yalnızca sağlık açısından değil, estetik müdahalelerle de müdahale ediliyor. Estetik işlemler, sağlık ve güzellik kavramlarını birleştirerek bireylerin bedenlerini hem fiziksel hem de sosyal açıdan “düzeltmeye” çalışıyor. Bu süreç, aynı zamanda eğlenceye de dönüştürülüyor. Halk koşuları, Avrasya Maratonu gibi etkinlikler, sağlıklı yaşamın kutlaması gibi sunuluyor. Örneğin, New York Maratonu’na katılım 1979’da 10.000 kişi iken, 1986’da 20.000’e, 2013’te ise 50.000’e ulaştı. Bu etkinlikler, küresel bir eğlence ve sağlık politikası olarak medyada sıkça yer buluyor. Basının ilgisini çeken bu tür “ucuz halk eğlenceleri”, sağlık ideolojisini yaymanın araçları haline geliyor.

Sağlıklı yaşam söylemleri, yalnızca bireysel düzeyde değil, politik alanda da önemli bir yer tutuyor. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çevresindekilere sağlıklı beslendiğini anlatması, ejder meyvesi ve Medine hurması yemeyi önermesi, sigarayı bıraktırma çabaları ya da zaman zaman futbol oynarken görüntü vermesi, sadece magazinsel bir değer taşımıyor. Bu söylem ve eylemler, aynı zamanda düzenin söylemleri ve politikanın kaçınılmaz araçları olarak işlev görüyor.

Günümüz sağlık sistemi, modern kapitalist tüketim anlayışına uygun bir biçimde çalışıyor. Özellikle özel hastaneler, lüks otellerin konseptine benziyor. Güler yüzlü personel (sağlık ekibi adeta birer ‘melek’), anında hizmet veren doktorlar (adeta birer “Boz Atlı Hızır”), temiz ve konforlu odalarla hasta deneyimini cazip hale getiriyor. Bu hastaneler, adeta sağlık fabrikaları gibi işliyor. Bir kapıdan hasta olarak girip, işlemlerden geçerek diğer kapıdan sağlıklı olarak çıkıyorsunuz. Ancak bu sistem, genellikle parası olanların erişebildiği bir hizmet olarak karşımıza çıkıyor.

Sağlık hizmetleri, teknolojik gelişmeler ve ilaç endüstrisinin katkısıyla daha az acılı veya tamamen acısız işlemlere dönüşmüş durumda. Üstelik her şey, bir tür eğlenceye dönüştürülerek sunuluyor. Spor yaparken müzik dinlemek mümkün olduğu gibi, modern hastanelerde bekleme odalarında film izlemek, prosedür sırasında ekrandan süreci izlemek bile sıradan hale geldi. Örneğin, bir adam ultrason sırasında eşine, “Bak karıcığım, kalbime bak!” diyebiliyor. Doktorlar, mide ülserini hastanın görebileceği bir ekranda göstererek anlatabiliyor. Böylece “kalpsiz” dediğimiz herkes, bir alet sayesinde kalbinin varlığını görebiliyor. İnsan, kendi içini ekranda izlerken bile bunu bir oyun ya da eğlence gibi deneyimleyebiliyor.

Sağlık sisteminde bir başka ironi ise uyuşturucuya karşı mücadele edilirken, sağlık alanında birçok ilacın sınırsız şekilde onaylanması. Sağlık sektörü, günümüzde en çok gelir getiren sektörlerden biri. Her sıkıntıya bir çözüm sunuluyor. Yaramaz çocuklar için ilaçlar, depresyon ya da obsesyon için terapiler ve haplar… Fazla kilolar mı sorun? “Keser, küçültürüz, abla!” Memeler küçük mü? “Hallederiz, yenge!” Cinsellik sorun mu? “Babacım, ucuz Viagra’dan bir tane al, tamamdır!”

Ancak bu kadar seçenek varken hala sağlıklı değil misiniz? O zaman sorun sizdedir! Modern sağlık sistemi, bireyin yalnızca fiziksel iyiliğini değil, aynı zamanda psikolojik ve estetik “uyumluluğunu” da talep ediyor. Bu talepler, bireyleri sağlık hizmeti almayı bir tür zorunluluk ve tüketim eylemine dönüştürüyor.

Bütün bunlar o kadar normal ki! Keyifli yaşam diye bir şey var. Yaşam kalitesi diye bir şey var. Yürümek, direnmek, başkalarının derdiyle dertlenmek gibi…

Devam edecek…