Ana dil ve baba dil
Kürtçe’nin bazı kurumlardaki kullanımının artırılması, Türkçe konuşanların Kürtçe sözcükler öğrenme çabası bile, eşitlik adına önemli bir başlangıç olabilir. Tam anlamıyla eşitlik yaratmasa da bu tür sembolik jestler, taraflar arasında daha olumlu bir ilişkinin kapısını aralayabilir.
Bebek ananın karnında görmez, koklamaz ama ananın karnında duyar… Bebek ananın sesini, ananın dilini ananın karnında tanımaya başlar. Ana dil insanın anasının karnında, kucağında işittiği dildir. İnsanın dünyayla ilişkisinde ilk’tir. Hayattaki en çok ilk’le ana dilde karşılaşır. Sözcükler, duygular, nesneler. Kendisini doğuran kişinin ana olduğunu ana dilde öğreniyor kişi.
Aslında ana dil insanın dünyasına açılan ilk kapıdır… Doğmadan başlar insanın ANA dille ana üzerinden ilişkisi. Okulu ve kursu yoktur, hayatın içinde gramer kuralları öğrenilmeden, duyarak, konuşarak interaktif öğrenilir. Bir bebeği kucağımıza aldığımız bebeğin kafasını farkında olmadan sol yanımıza yaslarız… Kalbimize yakın yere. Ananın karnında tanıştığı bu sesi, kalp atışlarının ritmini kucağa, yüreğe yakın yere alındığında... Her bebek anneyi annesini yüreğinin sesinden tanır. Belki bu yüzden insanın duyduğu en güzel ezgidir bir yüreğin atışı. Bebek anasını yüreğinden tanır. Kucağımıza alıp göğsümüzün soluna aldığımız bebek önce kalbimizle, kalp atışlarımızla tanışır. Kalbin ritmiyle, kalbimizle tanıştırırız bebeği aslında. Bir bebekle böyle tanışmak annesinden tanıdığı şekilde tanışmaktır belki de. Evrensel bir olgu… Bebeği kucağına alanlar bebekçe konuşurlar… Ses tonları, konuşmanın ritmi, melodisi değişir… Sözcükler türküleştirilir ve sözcükler uzatılır… Canım caannnııımmm olur. Bebekçe, konuşulan dilden bağımsız bir dildir. Kucağına aldığı bir bebekle en güzel bebekçeyi kendi ana dillerinde konuşur insanlar… Bebekçe bile ana dilde güzelleşir. Dünyaya geldiğinde bebekçe konuşulan insanoğlu şimdi de kucağına aldığı bebekle bebekçe konuşur. Yani çok eskilerden tanıdığı, ilk dil deneyimiyle konuşur. Hiç bilmediğiniz bir dilde okunan ninnilerin ve ağıtların da kendilerine has özel bir dili var galiba. Ritim, ses tonu ve sesteki incelik ya da çığlık… İnsanlar o dili bilmeseler de içeriğini anlamasalar da söylenenin ağıt ya da ninni olduğunu anlayabiliyorlar. Yani bebekçenin yanı sıra ninnice ve ağıtça dilleri de var her insanın kolayca fark edeceği.
Dünyaya gelen çocuğun ilk tanıştığı şey soluktur. Hayata veda edişimiz de solukla ilişkilidir; çünkü ölüler artık soluk almaz. Dünyadan en çok aldığımız şey aslında soluktur. İşte bu soluk alıp vermenin ritmi ve rengi, önce ana dilimize göre şekillenir. Her dilin kendine özgü bir akışı ve ritmi var; insan bu ritme göre nefes alıp veriyor. Dilin kullanım ritmine senkronize bir soluklanma süreci yaşanır. Ana dilde ve her yeni öğrenilen dilde insan başka soluklanıyor galiba.
Yıllardır farklı ülkelerden gelen insanlarla, çocuk ve yetişkin psikanalizleri ve psikoterapileri yürütüyorum. Ben ve hastalarım, ana dilimizi bir kenara bırakıp “baba dili” olarak adlandırabileceğimiz yabancı bir dilde iletişim kuruyoruz. Bu konuşmalar sırasında fark ettim ki insan, baba dilinde ana dilinden farklı bir şekilde nefes alıp veriyoruz.
Dil üzerine düşünenler, çocuğun eğitim hayatında karşılaştığı dili eğitim/eğitim dilini baba dili olarak tanımlıyorlar. Ancak kültürel yurdu/yuvası sadece ailesi olan, bu yuva dışını yabancı bir dünya sayan ve bu yabancı dünyada yaşamak zorunda kalan kişi için, ana dilinin dışındaki dil “baba dili” hâline gelebiliyor. Almanya’da doğan ve ailesinde Türkçe konuşulan bir çocuk için Almanca; Türkiye’de doğan bir Kürt için Türkçe, eğitimin dışında da baba dili konumuna geçebiliyor.
Ana dille ana karnında tanışılır ve ana emzirirken ninnileriyle, kalp atışıyla, annenin ses tonuyla ritmiyle öğrenilir. Ana dil okulsuz, eğitimsiz öğrenilen dildir. “Bebek, dili seslerin art arda gelişini işiterek öğrenir”. [1] Harfler bu seslerin işaretidir. Ana dili Türkçe olan çocuklar okulda Almancayla değil sadece başka sesler, başka bir dil akışı, başka bir ritim, başka bir melodi ve bu seslerin işaretleriyle/harflerle karşılaşıyorlar da. Yabancı sesler, yabancı insanlar/öğretmenler, yabancı işretler… Sadece dil değil yabancı olan. Ses, ton, ritim ve sözcüklerin anlamları… Bu öğeler aynı zamanda bir kültürü ve o insanların tarihini de saklar. Yeni ve yabancı olanın her zaman biraz ürkütücü bir yanı vardır. Okul, yabancılığın katmerlendiği yerdir. Burada yabancılık duygusu yoğunlaşır ve bu duyguyla birlikte çocuk tedirginlik hisseder; dolayısıyla şefkate ihtiyaç duyar.
Ana dil yasaklanamaz… Çünkü her yasakla dil üzerinden bir çocuğun annesine sarılmasında, babasını taklit etmesinde, dünyaya merhabasında da olan o duygusal yoğunluğu da yasaklamak anlamına gelir.
Kürtlerin yurdu
Ana dil, her insan için biraz da bir “kültürel yuva”dır. Bazı Kürtler, Türkiye’yi “vatan” olarak görmeyebilir; ancak vatanları olmadığını düşündüğümüz bu insanların yine de bir “yurt”ları var: Ana dil. Anneyi referans aldığımız, sevmeyi öğrendiğimiz, ama aynı zamanda öfkelendiğimiz ya da nefret ettiğimiz dildir ana dil. Dil üzerinden aidiyet ve “ait olmamayı” da öğreniriz. “Biz” ve “siz” ayrımı da burada başlar. Dil üzerinden aidiyet ve ait olmama belirginleşir.
İnsan, taklit ederek, özenerek, özdeşleşerek ve içselleştirerek öğrenir. Doğumdan birkaç saat sonra bile bebek, annenin yüzüne dikkatle bakar; ses çıkarırken ya da konuşurken annenin ağız hareketlerini taklit etmeye çalışır. Ana dil de aslında yabancı bir dildir. Bebek için ana dil de aslında yabancı bir dildir. Anneden doğmasına rağmen annesi bebek için önce yabancıdır/ötekidir. Bebek anne arasındaki bağ ve bağlanma işte bu (yabancı)dil üzerinden oluşur. Bebek ana dili kendi dili yaparak anne/bebek ‘biz’ olabilirler. Dil üzerinden ilişki kurmak, bağlanmak ilk anneyle yaşanır. Bu bağlamda yeni bir yabancı dili öğrenmek, sembolik olarak “anadan uzaklaşmak” ve başkalarına yakınlaşmak demektir. Biz’den ayrılıktır biraz da. Ve bu uzaklaşma sembolik olarak birincilden, ilk oluşandan da kopmaktır. Bu bağlamda ikinci dilde yapılan konuşmalarda bu ilk ve birincil olan duygusal deneyimler eksiktir. Yani diyalog baba dilindedir (ikinci dilde).
Kürtçe lâl olmak
“Seçici dilsizlik” (selektif mutizm/selektive Mutismus), çocukların konuşabilme yetenekleri olduğu hâlde belirli ortamlarda veya belirli kişilere karşı, ruhsal nedenlerle suskun kalmaları şeklinde tanımlanan bir bozukluktur. Bu çocuklar genellikle çekingen, özgüven sorunu yaşayan ve sosyal ortamlarda uyum güçlüğü çeken bireyler olarak bilinir.
Hastalık ilk bakışta sosyal fobiye benzer; ancak aslında farklıdır. Örneğin, çocuk ana dilinde (örneğin evde) çok rahat konuşabilirken, okulda veya yabancı dilin konuşulduğu, yabancılığın yoğun yaşandığı ortamlarda “dilsiz” gibi davranabilir. Kendi evlerinde bülbül gibi şakıyan çocukların okulda tamamen sessizleşmeleri bu duruma örnektir. Berlin’de, ailesiyle güvenli bir ortamda ana dilini konuşan çocukların, okulda Almanca karşısında “dilsizleşmesi” de yer yer rastlanan bir olgudur. Anne ve baba da Alman kurumlarında dili bilmedikleri için, çocuk sanki “seçici konuşma bozukluğu” varmış gibiler.
Ancak bazen durum “seçici” olmanın ötesinde, çocuğun mecburi olarak konuş(a)mamasına da dönüşebilir. Çocuk, derdini anlatamayan annesiyle özdeşleşip onun davranış biçimini benimseyebilir. Evde kendi dilinde konuşabilen ama Almancada suskun kalan anne-babayı örnek alan çocuğun özgüveni üzerine düşünmek gerekmez mi? Evde konuşurken Almanca ortamında “lâl” olan anne-babayı taklit eden çocuk, benzer şekilde Almanca konuş(a)mayarak sessizliğe bürünebilir. Bu süreç, seçici dilsizlik tanısının ötesinde, kültürel ve dilsel faktörlerin de dâhil olduğu karmaşık bir tablo sunar.
Barry Sander’in kitabında [2] ilginç bir fenomenden söz eder. Annesi ya da babası sağır olan, ancak kendisi işitebilen bir çocuk, üç yaşına geldiğinde aileden öğrendiği işaret diline hâkim olur. Anne-babası, çocuğun konuşma dilini de öğrenmesini istedikleri için ona televizyon izletir. Ancak çocuk, televizyondan konuşma dilini öğrenemez. “Kürtçe televizyon kurduk, böylece dil meselesini çözdük” diyenlere de bir uyarı olsun bu. Ya da ‘televizyonları var, daha ne istiyorlar’ diyenlere...
Dil ediniminde duymanın önemine vurgu yapan Sander, sadece duymanın dili öğrenmeye yetmeyeceğini belirtir. Çünkü dili öğrenmek, o dilde sorular sormayı ve bu soruların cevaplarını tartışmayı gerektirir; kısacası interaktif bir süreçtir. Televizyonla kurulan ilişki ise tek yönlüdür. Ekrana soru soramaz, konuşamazsınız. Bu yüzden de etkin bir dil öğrenme süreci yaşanmaz.
Her insanın yurdu çocukluğudur
Bu çocukluk, belirli bir mekânda ve bazı insanlarla birlikte yaşanır. Güvendiğimiz bu insanlarla (ebeveynler, aile, akrabalar) geçirdiğimiz çocukluk döneminin mekânını, “yurdumuz” olarak görürüz. Bu bağlamda yurt; insanın kendini güvende hissettiği yerin ve kültürün adıdır ve orada yabancılık hissedilmez. Her insanın ilk yurdu, annesinin karnıdır; sonra kucağı, ailesi, akrabaları, komşuları ve arkadaşlarıdır. Yurt, çoğu zaman aileden ve mekândan ayrı düşünülemez. [3]
Yurt özlemi, bu anlamda yaşanan çocukluğa, o dönemin ilişkilerine ve o dönemde bulunduğumuz mekâna duyulan özlemdir. Eğer çocukluk travmalarla geçmişse, bu çocukluğu anımsamak ve özlemek zorlaşır ya da olanaksız hâle gelir; hatta çoğu zaman o döneme ait travmatik duygularla karşılaşmamak/yüzleşmemek için anımsamaktan özellikle kaçınılır. Çocuklukta yaşanan travmalar, kişinin yurduyla kurduğu duygusal ilişkiyi olumsuz etkileyebilir. Örneğin, köyü basılan ve gözleri önünde annesi ile babası aşağılanan bir çocuğun, yurduna karşı duyacağı bağlılık zarar görebilir, yurtla ilişki ikilemli hale gelebilir. Bu durum, çocuğun olağan korkusuna, devletin ve otoritenin zulmünü ekler.
Psikanaliz, bir insanı kendi gerçekliğinde anlama çabası değil midir? Ağıtların çocuklara ninni olduğu bir coğrafya burası... Asıl acı olan, çocuklarını korumak zorunda olan anne ve babanın, çocuklarının gözleri önünde kendilerini bile koruyamayacak duruma düşürülmesidir. O coğrafyada, ana-babaların zulüm karşısında yaşadıkları çaresizliğe tanık olan çocuklar, o travmatik anın mahcubiyetini/korkusunu içselleştirebilirler.
Psikanalizde çocukluktan söz ederken insanların aklına gelen ilk sahneyi merak ederiz, çünkü bu sahne o insan hakkında bir fikir verir. Ayrıca psikanalizde ilk sahne/resim (Urszene) olarak adlandırdığımız başka bir olgu var. Bu olgu çocuğun hayatında kalıcı bir iz bırakan karşılaşma kastedilir. İşte öteki olma, aşağılanma bu ülkenin ötekileri için ilk sahne. Bu sahne ömür boyu insanın ruhunda derin izler bırakabiliyor.
Bazen insanın yaşadığı zulüm ilk sahne/deneyim ‘yurdu’ oluyor… Korku ve utanç… Ve böyle bir yurdun yaşanamayacak olması insanları itiraza, haklı olarak dili sahiplenmeye, ilk’e olumlu anlamları yeniden kazandırmaya yönlendirebiliyor. Mahcubiyeti, annelerinin/babalarının travmatik utancını “utanç” olmaktan çıkarabilmek için sahiplendikleri de oluyor. Kürt Meselesi olarak tartışılan ve dışarıdan “utanmazlık/açgözlülük/şımarıklık” gibi görünen de aslında haklı bir itirazdır; çünkü mağduru/faili ayırır, belirler ve yeniden konumlandırır. Suçu suçluya, utanmayı utanması gerekene iade eder ve failin kimliğini açığa çıkarır.
Neyin “aşağılanmak” ya da “küçük düşürülmek” olduğu, o kültürün kodlarına bağlıdır. [4] Jandarma dipçiğiyle yarı çıplak bir halde köy meydanında toplanmak hem çocuk hem de anne-baba için travmatik bir andır. Edip Cansever’in dizeleri hatırlanabilir: “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / hiçbir yere gitmiyor.” İnsanın içinde, büyütemediği, sürekli çocuk kalan ya da değiştiremediği bir çocukluk var.
Eğer bu çocukluk, travmatik anılarla doluysa, kişinin o anı tekrar hatırladığı zamana kadar geçen sürede, “anımsama/aşağılanma acısı” da travmanın acısına eklenir. İnsan çocukluğunu değiştiremeyebilir ama çocukluğuna karşı tutumunu değiştirebilir. Örneğin, anımsama acılarını, korkularını, utançlarını ve kendini suçlamayı azaltabilir. Fakat travma yaşayanlar için bu süreç bu kadar basit işlemez. Travma anının acıları içe depolanır ve çözülemeyen travmalar, kişinin içinde kaynayan ve büyüyen bir sızıya dönüşür.
İnsanlar, yurtlarıyla ilgili anılarını, duygularını ve yaşanmışlıklarını, yetişkinliklerine de taşırlar. Çocukluk geride bırakılamaz; başka yerlere göç edildiğinde bile travmalar ve onların etkileri bir şekilde taşınır. Bu travmatik çocukluk, yetişkinlik dönemine de uzanır, hatta aşk ilişkilerine bile bulaşır. Oysa pozitif duygularla dolu bir çocukluk, daraldığında/sıkışıklıkta geri dönülebilecek bir “yuva” hissi yaratır. Bu tür anılar insanı besler ve sorunlarla baş etmek için gerekli enerjiyi verebilir.
Travmalarla ilgili konuşurken yaptığımız temel bir hata, travma yaşayan insanları yalnızca “mağdur” olarak görmek ve onların yaşama iradesi ile gücünü geri plana itmektir. Böylece bu insanları veya grubu tek bir konum içine hapsediyoruz. Oysa onları ayakta tutan ve direnme gücü veren şey, travmaya ve olumsuz koşulların sürmesine rağmen yaşama sevinçlerini/umutlarını koruyabilmeleridir. Kürtlerin ‘barış çağrılarında’ travmalarını süblime edebilme var.
Kültürel yurt
Başka ülkelere ya da kültürlere göç eden insanlar, yaşadıkları coğrafyayı yanlarında götüremezler. Bu yüzden göç ettikleri yerde, örneğin kendi aile çevrelerinde veya oturdukları mahallede bir “kültürel yurt” yaratmaya çalışırlar. Bu çaba, insana güç verir ve göçmenlik sürecini nispeten kolaylaştırır. Fakat göç edilen yerde, göçmen grup baskın grup tarafından dışlanan azınlık konumundaysa ve kültürel yurt yaratma imkânı kısıtlanıyorsa, bu durum gönüllü göçlerde dahi travmatik deneyimlere yol açabilir.
Genellikle, bir ülke içinde yapılan iç göçler travmatik değildir. Bir İzmirli Ankara’ya göç ettiğinde genelde travma yaşamaz. Ancak Türkiye’de iç göç, aynı zamanda farklı bir kültüre göçmek anlamına gelebiliyor. Örneğin, Bursa’ya göç eden bir Kürt, aslında başka bir kültüre, “gurbet”e göçüyor. Gurbet bu kişi için hemen kapısının önünde başlıyor. Kendi dilini ve kültürünü yalnızca evinin sınırları içinde yaşayabiliyor ve bu ev, bir yandan görece güvenli “yuva” olurken, diğer yandan “hapishaneye” dönüşebilir.
Bazen insanlar, toplumsal baskılardan uzaklaşmak veya etnik/kültürel kimliğini gizlemek amacıyla da göç ederler. Örneğin, Sivaslı bir Alevi, İzmir’e giderek kimliğini gizlemeye ve baskıdan kaçmaya çalışabilir. İnsan, kendisinden ancak bir yere kadar kaçabilir. Bu noktada sembolik yurtlar devreye girer. Kimi kişi fanatik bir takım taraftarı olabilir, bir şair şiiriyle yaşar, bir şarkıcı şarkılarıyla var olur. Bu sembolik yurtlar, “biz” ve “öteki” ayrımını bambaşka eksenlere kaydırabilir ve baskın kültür ile azınlık grubu arasında yeni yakınlaşma alanları oluşturabilir. Kürtlük/Türklük veya Alevilik/Sünnilik ekseninde oluşan “biz” ve “siz” ayrımı, bir yanda “Bursalı/Sivaslı”, “Fenerli/Galatasaraylı” gibi yeni kimliklere evrilebilir. Böylece Kürt/Türk ayrımı ortadan görece kalkar ev Cimbomlu/Fenerli ayrımıyla yeni bir ‘biz’ ve ‘öteki’ler oluşturulabilir.
Tutkuyla yaptığımız bazı şeyler, seçtiğimiz sembolik yurtlarımız hâline gelir. Bir profesör için öğrencileri ve ders verdiği sınıflar, bu sembolik yurdu oluşturabilir. Her insan, kendi “yurdu”nu—fiziksel ya da sembolik—güvende ve özgür hissettiği yerlerden inşa eder.
Kültür, insanlar tarafından ninnilerle, masallarla, oyunlarla ve ritüellerle öğrenilir. Ancak göçmenin bavullarına bu kültürel unsurlar genelde sığmaz. Göç edenler, zamanla kendi masallarını köylerinde bıraktıklarını fark ederler; kentin masalları farklıdır. Farklı yörelerden gelen insanların masalları ise okulda zamanla aynılaşır. Örneğin, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, kentlilerin ortak masalı haline gelir. Kente seksek, uzun eşek gibi oyunlar ya da çaputlardan yapılan bebekler taşınmaz. Onların yerini Barbie bebekler, sinemalar ve bilgisayar oyunları gibi yeni ve modern oyunlar alır. Ulus devletlerin eğitim üzerinden istediği de zaten anlatıları/bilgiyi standardize etmek değil mi? Yani ülkenin her yerine aynı bilgiyi ulaştırmak, insanları birbirine benzer/’uyumlu’ hale getirmek.
Bu süreçte anne-baba ile çocuk arasında bir kopuş da yaşanabilir. Örneğin, tabu gibi kart oyunları oynayan bir anne, çocuğuyla pedagojik bir bağ kurar; duygusal bağ ise sınırlı kalabilir. Anne, çocuğuyla oyun oynamanın önemini ve bu sürecin çocuğun gelişimine katkı sağlayacağını bilir ve bu bilinçle oyun oynar. Ancak anne, kendi çocukluğunda bu tür oyunları oynamadığı için duygusal katılımı sınırlıdır. Çocukla yetişkin arasındaki oyun ve oyun dili aynı değildir yani. Kendi içindeki çocukla çocuğunu arkadaş yapmaz; bunun yerine yetişkin bir anne olarak çocuğuyla vakit geçirir. Bu fark, duygusal anlamda bir boşluk hissine yol açabilir.
Yurtlarını geride bırakanlar, yanlarında sadece eşyalarını değil, bazı anılarını ve geçmişte yaşadıklarıyla baş edebilmek için türkülerini, dillerini, yani hafızalarında saklayabildiklerini de getirirler. Bu değerler, göçmenin kimliğinin bir parçası ve devletin elinden alamayacağı manevi zenginliklerdir. Ancak göç edilen yer, kapsayıcı ve anlayışlı bir yapıya sahip değilse, yani “anaç” bir tavır sergilemiyorsa, yeni yer de huzursuzluk yaratabilir. Göçmen, kendisini dışlanmış, aidiyetsiz ve hatta bir uçurumun kenarında hissedebilir. Bu durum, göçmenin kimliğini koruma çabalarını daha da zorlaştırır ve yeni bir düzene uyum sağlamayı güçleştirir.
Farklı dili konuşan iki insan hangi dilde iletişim kurmalı?
İki farklı dili konuşan insan önce hangi dilde konuşacakları, anlaşacakları konusunda anlaşmalı. Aralarındaki ‘dilsel sözleşme’yle bu belirlenebilir. Ya da dominant grup kendi dilini iletişim için dayatabilir...
Psikanalizde gerçeklik kadar fanteziler de önemli bir yer tutar, çünkü hayaller ve fanteziler, bireyin bilinçötesini, arzularını ve korkularını yansıtır. Bu nedenle, terapide fantezileri konuşmak, kişinin iç dünyasını anlamak için son derece faydalıdır.
Bir hayalden söz edeyim: Tek yumurta ikizi çocukları doğurduktan sonra anne ölüyor ve bu iki çocuk, farklı kültürlerden ailelere evlatlık veriliyor. Çocuklar büyüyor. Farklı gemilerle yolculuk yaparken gemiler denizin ortasında kaza yapıyor ve batıyor. Sadece kardeş olduklarını bilmeyen, birbirine yabancı bu iki kardeş kazadan kurtuluyor ve yakındaki kimsesiz bir adaya yüzüyor. Bu iki yabancı kardeşin adada karşılaşmaları ve hayatlarını dayanışarak sürdürebilmeleri için konuşabilmeleri gerek, ama ortak dilleri yok. Bu ikiz kardeş, iki farklı dili konuşuyor. Ancak burada kritik olan, bu kardeşlerin ortak bir dili paylaşmıyor olmalarıdır; bu durum, sadece dilsel değil, aynı zamanda kültürel, duygusal ve sembolik bir ayrılığı da temsil eder. Nasıl, hangi dilde anlaşabilirler bu kardeşler?
Bu kardeşlerden biri Kürt, diğeri ise Türk olsun mesela. İki yabancı karşılaştıklarında, iletişim kurabilmek için önce nasıl anlaşacakları konusunu çözmek durumundadırlar. Ortak bir dili olmayan bu kardeşlerin, önce iletişim kurma yollarını keşfetmeleri gerekiyor. Bu, yalnızca fiziksel hayatta kalma değil, aynı zamanda birbirlerini anlamak ve ortak bir bağ kurmak için gerekli olan bir çaba. Bu hikayedeki barışçı arayış kişilerden biri eline sopa geçirdiğinde değişebiliyor. Tarihte de ilk eşitsizlik bir grubun gücü eline geçirdiğinde başlıyor ve gruplar arası ilk hiyerarşi oluşuyor (Hanno Sauer, Moral=Ahlak). Bu, bir noktada insan ilişkilerindeki eşitlik ve dayanışmanın, güç dengesizlikleri ve şiddet olasılığıyla nasıl kesintiye uğrayabileceğini gösteriyor.
Bu fantezi hem bireysel hem de toplumsal çatışmaların, iletişim kopukluklarının ve güç ilişkilerinin sembolik bir anlatımı biraz da. Bu tür ortak hayaller kurabilmek sadece kişinin kendi iç dünyasını değil, aynı zamanda toplumsal bağlamını ve ilişkilerindeki dinamikleri anlamak için de bir kapı aralayabilir. Bu söylediğim naif, romantik bir hikâye gibi görülebilir.
Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe romanını bilenler, yazarın adaya gelen Cuma’yı kendisine tabi ederek kolonyalist bir tutumla ona “uygarlığı” yani kendi kültürünü kabule zorladığını bilirler. Ulus devletlerin çözümleri de bu yaklaşımla oldukça tanıdık: Baskın güç veya kültüre göre hayatı düzenlemek. Oysa adada Kürt ve Türk kardeşler eşittir ve aralarında henüz dil konusunda bir hiyerarşi oluşmamıştır. Peki, kardeşler hangi dilde anlaşsınlar? İzmir’deki okullara Kürtçe ders olarak konulabilir mi? Bu, uygulanabilirlik ve teknik açıdan başka bir tartışmanın konusudur.
Asıl meselem şu: İlk bakışta facia gibi görünen bu fantezinin, aslında güzel bir hayale dönüşebileceğini düşünebilir miyiz? Almanya’da cumhurbaşkanının her seferinde Müslümanların dini bayramını kutlaması, yalnızca sembolik bir jest olsa da Müslümanlar için önemlidir ve hoşlarına gider. Bu jest Müslümanların ‘eşit yurttaş olarak kabul’ edildiklerini vurgular. Bu semboller kültür hiyerarşisine itirazdır bir anlamda. Peki, Kürtlerin de bayramları var mıdır? Biz hiç onların bayramlarını kutlamayı veya Alevilerin yasına katılmayı düşünebilir miyiz?
“Sadece inancıma saygı duy” demenin ötesine geçerek, ötekinin inancını/kültürünü/hikayelerini anlamayı, anlamaktan doğan bir saygı hissetmeyi ve bu hislerimizi ilişkilerimize yansıtmayı deneyebilir miyiz? Saygıyı, göstermek ya da sergilemek yerine, içtenlikle hissetmeyi başarabilir miyiz? Çünkü saygı talep edilmez; hak edilir. Saygı, karşılıklı bir anlayış ve empati üzerine inşa edilen bir değer olarak, bizi birbirimize yaklaştırabilir mi?
Kolonyalistler ve dil
Dil meselesi hem acı hem de komik bir ironi taşır. Fransızlar Cezayir’i işgal ettiklerinde, “Dilimizi öğrenin, sizi anlamak ve size anlatmak istiyoruz,” demişler; ancak Cezayirlilerin ne istediğini sorma gereği duymamışlar. Bu, eşitsizliklerin ve güç ilişkilerinin temel doğasını ortaya koyar. Gücü elinde tutan, kendi dilini dayatır ve yerli halkı bu dili öğrenmeye zorlar. Cezayirliler için Fransızca, “failin dili” olmuştur; çünkü bu dil, zalimliklerin yapıldığı, kendilerinin aşağılandığı, horlandığı ve “ilkel” görüldüğü bir dildir.
Bağımsızlık savaşı sonrası bazı Cezayirliler Fransa’ya göç ettiğinde, bu kez Fransızlar, “Bizim ülkemizde Fransızca konuşmak zorundasınız,” diyerek aynı dayatmayı sürdürmüştür. Benzer bir durum, İngilizler ve Hintliler arasında yaşanmıştır. Hintliler hem kendi ülkelerinde hem de İngiltere’de İngilizce öğrenmek zorunda bırakılmışlardır. İngilizler Hindistan’a geldiklerinde ve daha sonra da Hintliler İngiltere’ye gittiklerinde İngilizce konuşmak zorundalar.
Tabii, Kürtlerle Türkler arasındaki hikâye birebir aynı değil. Anadolu iki halkın da yaşam alanı, yurdu. Ancak, kurduğumuz hayalde “dilimi konuş, seninle anlaşalım” talebi, bazen hem acı hem de gülünç bir tablo yaratabilir.
Belçika’da çeşitli diller konuşulur ve her eyalette o eyaletin ana dili ve diğer dil de öğretilir. İnsanlar okulda çok dilli yetişir. Bize masal gibi gelebilir ama… Gerçek bir masala gelelim: Bir Fransız gazeteci, Belçika’nın Brügge kentindeki bir barda Fransızca içecek ısmarlamak ister. [5] Ana dili Flemenkçe olan garson, Fransızca anlamasına rağmen, müşteriden Flemenkçe konuşmasını talep eder ve bu durum bir gerilime yol açar. Belçika’daki “dil adaleti” ve “eşitliği” anlayışı gereği, o bölgedeki müşterinin Flemenkçe bilmesi beklenmektedir. Garson, müşterisinin azınlık dilini konuşmaktan kaçındığını düşünerek, dilsel eşitliği hatırlatmak adına ısrar eder. Çünkü garson, dili üzerinden kendisine saygısızlık yapıldığını hisseder.
Van Parijs, dil adaleti ve simetrisi üzerine kapsamlı çalışmasında, iletişim kurmanın ve insanın kendisini eşit hissetmesinin, dildeki simetriyle yakından bağlantılı olduğunu vurgular. Ona göre, azınlıkların dominant dili öğrenmesinin yanı sıra, çoğunluğun da azınlık dilini belirli bir seviyede öğrenmesi gerekir. Örneğin, Kürtlerin Türkçe öğrenmesinin yanında, Türklerin de Kürtçe öğrenmesi gerektiği fikri. Bu, günümüz Türkiye’sinde bir hayal gibi görünse de “sembolik eşitliğin” gruplar arasındaki iletişimi olumlu yönde etkileyebileceği unutulmamalıdır.
Kürtçe’nin bazı kurumlardaki kullanımının artırılması, Türkçe konuşanların Kürtçe sözcükler öğrenme çabası bile, eşitlik adına önemli bir başlangıç olabilir. Tam anlamıyla eşitlik yaratmasa da bu tür sembolik jestler, taraflar arasında daha olumlu bir ilişkinin kapısını aralayabilir.
DEVAM EDECEK...
[1] Barry Sanders, Öküzün A’sı, (Ayrıntı Yaynları, 2023), Çeviren: Şehnaz Tahir, 8. Basım, s. 205.
[2] age., s. 46.
[3] M. Erdheim, „Die Unvemeidlichkeit der Heimatlosigkeit und die Unfähigkeit neue Heimat zu schaffen“, Psychoanalytische Erkundungen içinde, der. I. Folke, G. Salzmann (Epuli Berlin, 2016), s. 107.
[4] Ute Frevert, 2017, Die Politik der Demütigung=Aşağılanma politikası, 2. Baskı, Fischer Verlag, s. 232.
[5] Phippe Van Parijs, Sprachengerechtigkeit=Dillerde adalet, (Suhrkamp Verlag, .2013), s. 225.