Psikolojinin pisliği…
İnsanın yetersizliği, onu hem kırılgan hem de ilişkisel bir varlık haline getiriyor. Bu kırılganlık, psikolojide sıkça pazarlanan bir yaklaşımla, “sana iyi gelmeyenden kurtul, seni mutsuz edeni hayatından sil” gibi bir söyleme dönüşüyor.
Bu başlık altında birkaç yazı yayımlayacağım.
Amacım, insanın en çok mücadele ettiği, nefret ettiği meseleleri farkında olmadan arzulamasının birey ve toplum için nasıl sorunlar yaratabileceğini vurgulamak. Örneğin, açlığı kimse istemiyor; yoksulluktan nefret ediyoruz. Afrikalı çocukların yetersiz beslenmeden hareket edemez hale gelmeleri itici bulunuyor. Ancak aynı zamanda insanlar, büyük paralar harcayarak diyet programlarına katılıyor ve aç kalmayı güçlü bir irade göstergesi olarak görüyorlar.
Yoksulluktan nefret ediyoruz, evet. Yoksulluğun en belirgin sembolü olan yırtık giysiler değil mi? Ancak bu yoksulluk simgesi yırtık giysiler, pahalı bir moda trendi olarak hayatımıza giriyor. Yoksullukla bağını kopardığımız şeyleri, arzu nesneleri haline getirerek benimsiyoruz.
Ve şu siyahlar… Irkçılığımızın hedefi olan siyahlar. Öyle ki, siyah bile demeyip daha da ayrımcı ifadelerle nefretimizi dile getiriyoruz. Ancak aynı zamanda, bu nefret ettiğimiz siyahların dudaklarına sahip olmak için botoks yaptırıyor, paralar döküyoruz. Siyahların kalça yapıları… Sevmediğimizi söylüyoruz. Ancak beyaz kadınlar estetik ameliyatlarla kalçalarını, bu “sevmediğimiz” siyahların kalçalarına benzetiyorlar.
Nefret ettiğimiz şeylere büyüteçle bakınca, altından haset, kıskançlık ve arzu çıkabiliyor. Psikoloji pazarında da benzer dinamikler var. İnsan, bazen en büyük nefretini en derin arzularıyla iç içe geçiriyor.
HERKES BİRAZ PSİKOLOG GALİBA…
Bir uçağın iniş takımlarına dair bir konu çoğu insanı ilgilendirmez ve bu konuda bir yazı yazsam, büyük ihtimalle çoğunuz anlamazdınız. Yani, hemen hemen herkesin bilmediği, yalnızca uzmanlarının konuşabileceği bir konudur. Biz “bilgisizler” ise öğrenmek için sadece sorular sorabiliriz.
Ancak psikoloji böyle bir bilim değil. Sosyal bilimlerin çoğu da aynı şekilde. Her insan, kendisi, sosyal çevresi ve ilişkilerinden hareketle psikolojiye dair bir şeyler bilir ya da öyle düşünür. Bu durum bazen psikoloğun işini zorlaştırabilir. Çünkü psikoloğa giden kişi de bir yanıyla biraz uzmandır. İşte bu “biraz bilme” hali, çoğu insanın psikoloji konusunda çok şey söyleyebilmesine olanak tanır. Ancak bu aynı zamanda, söylenen her şeyin kolayca eleştirilebilir olmasını da beraberinde getirir.
Bu yazdıklarım da elbette bu durumdan muaf değil. Bir yanıyla, bu durum oldukça olumlu bir şey. İnsanların psikolojiye dair bir fikir sahibi olması ve üzerine konuşması, bilime olan ilginin bir yansıması. Ancak bu ilgi, doğru bilgiyle desteklendiği sürece daha yapıcı bir hâle gelebilir.
Bazı dönemlerde bazı işler, sanki çok önemliymiş gibi öne çıkıyor. Kocaman bir adam ya da kadın, lüks bir arabaya binmeden önce üniformalı bir kişi arabanın kapısını açıyor. Sanki bu insanlar araba kapısını açmayı bilmiyormuş gibi bir sahne düzenleniyor. Bu görüntü, arabaya binen kişinin çok önemli biri olduğu hissini vermek için yaratılmıştır. Öyle ki, bu kadar “önemli” birinin araba kapısı açmak gibi “önemsiz” bir işi yapması düşünülemez.
İŞ SAÇMADIR. BİZ BU SAÇMALIĞA ANLAM ARARIZ
David Graeber bu konuya ilişkin bir kitap yazmış: Bullshit Jobs (Türkçesiyle “Saçma, Gereksiz İşler”). Graeber, kapitalizmin bu saçma işleri son derece rafine bir şekilde organize ettiğini ve bu gereksizliği çok önemsenir hale getirdiğini savunuyor. İngiltere’de insanların %37’si, Hollanda’da ise %40’ı yaptıkları işi saçma ve gereksiz buluyor.
Bu tür saçma işlerin devlet kurumlarında daha yaygın olduğu görülüyor. Özel sektörde de bu saçma işler yaygın ama orada bu saçmalık daha sıkı denetleniyor. Bir keresinde yönetici konumda olmayan bir memur arkadaşımı iş yerinde ziyaret etmiştim. Lojmanda oturuyordu; bu durum, onu diğer çalışanlardan ayırıyor ve özel bir konuma getiriyordu. Bürosuna gittiğimde girişte bir bekçi, kim olduğumuza bakıyor ve ne istediğimizi soruyordu. Kuruma adım attığınız anda, özel ve önemli bir yere geldiğiniz hissi verilmek isteniyordu. Her yerde kurumun nerede olduğu yazılı olmasına rağmen, bekçinin işi sadece bize 3. kata çıkmamızı söylemekti. Bir odacı, yan odadaki başka bir memura evrakları götürmek için bekliyordu. Çaycısı ise başka biriydi ve işi sadece çay servis edip boş bardakları toplamaktı. Bu “kocaman ve önemli” insanların çayını bile başkası yapıyordu, çünkü onların zamanları “önemli işlere” ayrılmıştı.
Bazen gazetelerde buna dair haberler okuyoruz. “Bankamatik memurları” işe bile gitmeden maaş alıyorlar. Evde oturmak bile maaş almalarını haklı çıkaracak kadar “değerli” sayılıyor. AK Partili önemli kişilerin birkaç işte birden “akıl veren” sıfatıyla para kazandıkları da sıkça yazılıyor. İşte tüm bunlar, Graeber’in dediği gibi, “boktan işler.”
Bazı işler gerçekten çok gerekli ve değerli olabilir, ancak bu alanlarda da saçmalıklar ve gereksiz davranışlar sergilenebiliyor. Örneğin, doktorluk ve hemşirelik, insanlara doğrudan fayda sağlayan hayati mesleklerdir. Ancak her doktorun ya da hemşirenin yaptığı işin aynı derecede değerli olduğunu söylemek zor.
Günümüzde bazı doktorlar, tıbbi hizmet sunmaktan çok bir tür “hizmet sektörü çalışanı” gibi davranıyor. Hastalarını iyileştirmekten ziyade, onlara müşteri gibi yaklaşarak tıbbi süreci daha ticari bir boyuta taşıyorlar. Hasta memnuniyeti elbette önemli, ancak bazen bu yaklaşım, tıp mesleğinin özündeki etik değerleri gölgede bırakabiliyor. Hizmetin gerekliliği ve niteliği bir yana, bu tür mesleklerde bile önceliğin, asıl amaç yerine gösterişe veya maddiyata kaydığı durumlar gözlemlenebiliyor.
Özetle, değerli ve gerekli işler dahi, yanlış yaklaşımlar veya amaç kaymaları nedeniyle anlamını yitirebiliyor. Bu da Graeber’in sözünü ettiği saçmalıkların, hayati mesleklerde bile kendine yer bulabildiğini gösteriyor. Tabi saçmalık çoğalınca doktor dövebilmek özgürlük ve gelişmişlik göstergesi olabiliyor.
Bazı dönemlerde, bazı işler sanki çok gerekli, kaçınılmaz ve vazgeçilmezmiş gibi öne çıkarılıyor ve adeta şişiriliyor. Yıllar önce, medyumlar televizyon ekranlarında uzun uzun dünyayı ve geleceği anlatırlardı. Pek çok insana umut satarak geçimlerini sağladılar. Günümüzde ise yerlerini yaşam koçları, enerji uzmanları ve astrologlar aldı. Onlar da dünyanın halini ve insanların ruh halini yorumlayarak benzer bir rol üstleniyorlar. Bu kişiler olmadan sanki dünya dönmezmiş gibi bir algı yaratılıyor.
Benzer bir durum, farklı alanlarda da kendini gösteriyor. Örneğin, bazı özel kıyafetler giymiş hocalar veya din adamları çok mühim insan pozundalar. Sanki bir mareşal rütbesine sahipmiş gibi ortalıkta dolaşan Diyanet İşleri Başkanı gibi figürler, varlıklarıyla dünyayı ayakta tutuyormuş gibi bir imaj yaratıyor. Dünya, bu “mühim” insanların sayesinde mi varlığını sürdürüyor, yoksa bu bir yanılsama mı?
Aynı durum psikoloji ve psikoterapi için de geçerli. Bir yandan bu alanlar gerçekten önemli işler yapıyor; insanlara yardımcı oluyor, hayatlarını değiştirebiliyor. Ancak, diğer yandan bu mesleklerin bazı temsilcileri, işleri öyle saçma yerlere götürüyor ki, ortaya adeta bir “bullshit psikoterapiler” alanı çıkıyor. Her alanın gerekliliği, içindeki saçmalıkları göz ardı edemeyeceğimiz gerçeğini değiştirmiyor.
Bu yazı, aslında biraz da kendi işime yönelttiğim bir eleştiri. Önemli görülen işler dahi, yanlış ellerde ya da yanlış yaklaşımlarla gereksiz bir gösteriş veya yanılsamaya dönüşebiliyor. Bu, sadece diğer alanlar için değil, benim mesleğim için de geçerli bir gerçek.
MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ
Bir konu çok aktüelse ve birçok insan bu tartışmanın içindeyse, genellikle o konulardan uzak durmayı tercih ediyorum. Çünkü bu tür konular sıkça duygusallaştırılıyor ve kutuplaşmalara neden oluyor. Oysa tartışma, bir insanın anlama çabasıdır. Ancak duygusallaşan ve kutuplaşan tartışmalar, bir düelloya dönüşüyor ve insanlar yalnızca taraf tutmak için konumlanıyor.
Bu durumda, bir tarafı savunabilmek adına o kişi ya da konu adeta kutsallaştırılıyor ve korunma zırhıyla donatılıyor. Bu da tartışmayı bir anlama çabasından çok, bir ideolojik savunma alanına çeviriyor.
Neyse…
Geçtiğimiz aylarda, Muazzez İlmiye Çığ’ın kurucusu olduğu bir kurumun mahkûmlar üzerinde deneyler yaptığı ve işkence uyguladığı iddiaları üzerine bir tartışma başladı. Tartışmanın merkezinde, insanlık suçu sayılan işkence konusu vardı. Çığ’ı savunanlar, mahkûmların bu “sorgulamalara” gönüllü olarak katıldıklarını ve bu durumun bir sorun teşkil etmediğini savundular.
Ben ise konuya farklı bir açıdan yaklaşacağım ve psikoloji alanındaki karanlık noktalara değineceğim. Gazetelerde ve sosyal medyada sıklıkla bilimsel çalışmalara katılım için çağrılar yapılır; hatta bazen bu çalışmalara katılanlara ücret bile ödenir. Ancak, özellikle Amerikalılar için, bu tür deneylerin neden Amerika dışında gerçekleştirildiği büyük bir soru işaretidir. Dahası, bu çalışmalarda “gönüllülerin” mahkûmlardan seçilmesi de başlı başına sorgulanması gereken bir durumdur.
DEMOKRASİ VE BEYAZ İŞKENCE…
1984 yılında, 155 ülke işkenceye karşı olduklarını beyan eden bir belgeyi imzaladı. Buna rağmen, 2014 yılında 140 ülkede işkencenin hâlâ sürdüğünü, Amnesty International “İşkenceyi Durdur” kampanyasıyla duyurdu. Bu insanlık dışı eylemlerde psikologların da aktif görev aldıkları biliniyor. Örneğin, 2007 yılında yaklaşık 150.000 üyesi bulunan Amerikan Psikologlar Birliği (APA), “alternatif sorgulama tekniklerinin” geliştirilmesine, “ülkeyi korumak” gerekçesiyle destek vereceklerini açıkladı. “Vatan, millet, Sakarya” söylemleri birçok ülkede işe yarıyor…
Amerika, “yaratıcı sorgulama taktikleri” adı altında geliştirdiği yöntemleri Guantanamo’da ve Ebu Gureyb gibi kendi toprakları dışındaki yerlerde test ediyordu. Bu sorgulamalar genellikle Amerikan toprakları dışında yapılır. Türkiye’de mahkûmlar üzerinde bu tür deneylerin yapılması ise oldukça masum olmayan bir izlenim bırakıyor. Amaç, “beyaz işkence” olarak adlandırılan, mağdurun bedeninde iz bırakmayan yöntemler geliştirmekti belki de.
İşkence mağdurun bedeninde iz bırakıyor. Devletler bu insanlık dışı yöntemi kullandıklarını açıkça ifade etmekten kaçınıyorlar. Bunun yerine işkence, daha teknik, sempatik ve bilimsel kavramlarla meşrulaştırılıyor. Beyaz işkence veya psikolojik işkence tam da budur: mağdurun direncini kırmak ve bedeninde fiziksel iz bırakmayan yöntemler geliştirmek. İşkence, insanlık onuruna aykırı bir uygulamadır ve insana hem fiziksel hem de psikolojik hasar vermeyi hedefler. Bir insanın başka bir insana işkence yapması toplumda ayıplanır ve suç olarak görülür. Ancak bu tutum, işkenceyi devlet yapınca değişir.
Rainer Mausfeld, Warum schweigen die Lämmer (Kuzular neden suskunlar) adlı kitabında, devletlerin işkenceyi “özel önlemler” olarak tanımladığını ve bu tanım nedeniyle işkenceyi işkence saymadığını yazar. Devletler, başka devletlerin işkencelerini eleştirirken, kendi işkencelerini “teröristlere karşı özel önlemler” olarak tanımlayarak meşrulaştırır. Bu da halkın, devletin işkencesine daha hoşgörülü yaklaşmasına yol açar. Teröre karşı alınan “özel önlemler” halkın gözünde olağanlaşır. Türkiye’de komünistlere, Kürtlere ve en son olarak “FETÖ”cülere yapılanlar bu bağlamda sıradanlaşmıştır.
Mausfeld, bu tür işkence tekniklerinin geliştirilmesinde ünlü bilim insanlarının aktif görev aldığını yazar. Bunlar arasında Hans J. Eysenck de bulunur. Eysenck’in anneannesi Yahudi’ydi ve Nazi döneminde zulümden kaçarak hayatta kalabildi. Ancak Eysenck hayatını Sigmund Freud’la uğraşmakla geçirdi; aşırı sağcı dergilerde makaleler yayınladı ve davranış terapisi, astroloji, parapsikoloji gibi tartışmalı konularla ilgilendi.
Deneysel psikolojiye önemli katkıları olan Kurt Lewin de bilgilerini Amerika’nın hizmetine sundu. Margaret Mead, ünlü bir antropolog ve etnologdur. Cynthia Fleury, Die Klinik der Würde (Onur Kliniği) adlı eserinde Mead’in James Baldwin ile yaptığı bir tartışmadan söz eder. Baldwin, yoksulluktan gelen, eşcinsel siyah bir yazardır. Mead, bu tartışmada “beyaz olmanın kendisine hiçbir avantaj sağlamadığını” iddia eder. Ancak Baldwin’e bunu söylerken ırkçılığı ve yapısal şiddeti önemsizleştirdiğinin farkında bile değildir. Mausfeld Mead’in aynı zamanda devlete ‘hizmet’te bulunduğunu yazar.
Bu tartışmadan bahsetmemin nedeni şu: Bir ülkede “ötekiler” için, ötekilik bile bir “yurt” olmayabilir. Kürtler, kendi Kürtlüklerinde bile yurtlarında hissetmeyebiliyorlar. Burada yalnızca coğrafi değil, kültürel bir yurttan da söz ediyorum. Strüktürel ırkçı tutumlar zamanla kişilerin iç dünyasına saldırı hâline gelir ve iç dünyalarını işgal etmeye dönüşür. Burada psikolojik şiddet teknikleri etkili oluyor.
Carl Rogers (hümanist psikolojinin kurucusu) ve Türkiye’den ayrılıp sosyal psikoloji alanında çalışmalar yapan Muzafer Sherif gibi isimler de bilgilerini düzenin hizmetine sunmuşlardı. Örneğin, “öğrenilmiş çaresizlik” kuramını geliştiren Martin Seligman, CIA tarafından düzenlenen etkinliklerde sunumlar yapmış ve Guantanamo sorgulamalarına aktif kuramsal katkıda bulunmuştur. Bu süreçte Mitchell, Jessen & Associates adlı firmanın yanı sıra Amerikan Psikologlar Birliği yöneticileri de etkin bir rol oynamıştır.
Bu saydığım isimlerin bende de emeği var. Onlardan öğrendim mesleğimi… Ancak şunu unutmamak gerek: C.G. Jung, insanın “karanlık/gölge” yanı olduğunu söyler. Psikoloji masum bir bilim değil. Bize bu bilimi öğretenlerin de kirli ve karanlık yanları var. Jung, ölene kadar Nazi işbirlikçisi olmakla suçlandı. Arkadaşları ve meslektaşları toplama kamplarına gönderilirken ya da sürgüne giderken Nazi rejimi döneminde saygın muamele gördü, meslek odasında başkanlık yaptı. 1934’te yazdığı ve Freud’u eleştiren bir makalesinde, Cermen Irkının Ruhunu anlayamadığını savunuyordu. Bu ruh, Nazizmi iktidara taşıdı. Daha sonraki yıllarda ise “yanlış anlaşıldım” diyerek geri adım attı.
Şunu söylemek istiyorum: Her meslektaş, meslek tarihini öğrenirken mesleğinin görmezden gelinen ya da susulan tarihi de önemsemeli. Bu geçmişle yüzleşerek, öğrendiği bilgileri bilinçli bir şekilde kendisine katmalıdır.
Bu örnekler, psikolojinin kirli ve masum olmayan bir yanını ortaya koymaktadır.
DEPREMLER VE TANRIDAN UZAKLAŞMA
Kasım 1755’te meydana gelen Lizbon Depremi, sadece fiziksel bir yıkıma yol açmakla kalmadı; aynı zamanda, Daniel Burghardt’ın Elend und Emanzipation adlı eserinde bahsettiği gibi, düşünce tarihinde bir “entelektüel deprem”e neden oldu. Bu olayın artçı sarsıntıları, etkisini günümüze kadar sürdürdü ve Avrupa düşünce tarihini derinden etkiledi. Deprem sonrası dönemde, doğa olaylarından sorumlu tutulan tanrı ve onun sorumluluğu sorgulanmaya başlandı. Tanrıya atfedilen görevler sınırlandırılmaya başlanırken, dine yönelik eleştiriler de arttı. Örneğin, depremle günahkârların cezalandırıldığını savunan görüşe karşı, neden daha “günahkâr” kentlerde deprem olmadığı soruluyordu. Ayrıca masumların cezalandırılmasının ahlaki bir çelişki olduğu ve bu durumun tanrının vicdansızlığını sorgulattığı tartışılıyordu.
Bu değişimle birlikte, insan ve toplumun “kötülük”ten sorumlu tutulduğu bir anlayış gelişti (S. Neiman, Das Böse Denken). Günümüzde de büyük felaketlerden sonra sorumlu arama geleneği hâkimdir. Ancak bu süreç, insanın kırılganlığını daha da belirginleştirdi. Modern insan artık her şeyden sorumlu tutuluyor: yoksulluktan, başarısızlıktan, hatta aşksızlıktan. Bu durum, bireyin ruh haliyle ilgilenen psikoloji biliminin önem kazanmasına yol açtı. Bugün psikolojinin ilgi alanına girmeyen bir konu neredeyse yok; insanı ilgilendiren her şey psikolojinin de konusu hâline gelmiş durumda.
PSİKOLOJİK OLAN NE?
Sigmund Freud’un okyanus duygusu olarak tanımladığı bir fenomen vardır: kişinin kendi sınırlarını aştığı, ötekine karıştığı ve ötekinde eridiği bir ruh hali. Bu, derin bir spiritüel deneyimdir. İnsanlar tarih boyunca bu ruh halini dinlerde ve dinsel ayinlerde/zikirde buluyorlardı. Aslında bu duygu, insanın temel bir gereksinimine, yani spiritüelliğe işaret eder.
Aydınlanma döneminde insanın Tanrı’dan uzaklaşması ve dünyevileşme, bu temel spiritüel duygunun tatmin edilememesi anlamına gelir. Peter Watson, Das Zeitalter des Nichts (Hiçlik Çağı) adlı eserinde, bu spiritüel boşluğun insanları din yerine yaşam felsefesi olarak görülebilecek Doğu inançlarına yönlendirdiğini belirtir. Tanrı’dan uzaklaşan birçok kişi, seküler bir orta sınıf hümanizmi içinde kendine yakın hissettiği bir anlam arayışına girdi ve meditasyon gibi pratiklerle bu spiritüel gereksinimlerini karşılamaya çalıştı. Kutsal mekân ziyaretlerinin modern bir dönüşümle yer değiştirdiği görülüyor. Geleneksel olarak inançlılar hac gibi dini ritüellerin bir parçası olarak kutsal mekânlara giderken, seküler bireyler ise Hindistan, Endonezya, Filipinler gibi ülkelerdeki tapınakları meditasyon için ziyaret etmeye yöneliyorlar.
Bu tür ziyaretler, seküler bireylerin spiritüel bir deneyim arayışını yansıtıyor. Geleneksel dini pratiklerin yerini, farklı kültürlerin felsefi ve mistik miraslarını keşfetme isteği alıyor. Tapınaklar, sadece birer turistik nokta olmanın ötesine geçerek, huzur, dinginlik ve kişisel içe dönüş arayan sekülerlerin ilgisini çeken mekânlar haline geliyor.
Seküler ziyaretçilerin bu tapınaklardan aldığı tatmin, çoğu zaman dinî bir bağlılıktan ziyade, meditatif ve spiritüel bir deneyime dayanıyor. Bu eğilim, modern bireylerin kutsala duyduğu ihtiyacın coğrafya, kültür ve inanç sınırlarını aşarak kendine yeni ifadeler bulduğunu gösteriyor. Geleneksel hac yerlerinin yerini alan bu tapınak ziyaretleri, spiritüel arayışın nasıl şekil değiştirdiğinin bir kanıtı olarak karşımıza çıkıyor.
Ancak, burada bir başka eğilim daha ortaya çıktı: sınır deneyimleri. İnsanlar, kendilerini aşma ve ötesine geçme deneyimlerini farklı yollarla aradılar. Bu deneyimi din ya da meditasyon yerine, bazen uyuşturucular aracılığıyla yaşamaya çalıştılar. Uyuşturucu, bazı kişiler için içlerinde hissettikleri boşluğu doldurmanın bir aracı haline geldi. Ancak, bu çözüm genellikle geçici bir yanılsama sundu ve boşluğun derinleşmesine neden oldu.
Bu fenomen, insanın spiritüel ihtiyaçlarının ne kadar köklü ve vazgeçilmez olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Modern toplumun dünyevileşmesiyle, bu ihtiyaçların nasıl ve nerede tatmin edileceği sorusu, bireylerin yaşamlarının merkezine oturdu. Dini inançlardan uzaklaşanlar, felsefi yaklaşımlarda, doğu öğretilerinde veya meditatif pratiklerde bu duyguyu yeniden bulmaya çalıştı; kimileri ise bu boşluğu yanlış yollarla doldurmaya çalıştı. Bu durum, spiritüelliğin insan doğasının ayrılmaz bir parçası olduğunu gözler önüne seriyor. Psikoloji, spiritüel gereksinimleri karşılamak için benzer deneyimler ve teknikler sunmaya başladı. Nefes alma egzersizleri, gözleri kapatarak yapılan uzun fantezi yolculukları, kişinin kendini hissetme üzerine odaklanan içsel egzersizler gibi uygulamalar, modern psikoterapide yaygınlaştı. Dinlerde deneyimlenen irrasyonaliteye terapide bir alan açıldı; spiritüel deneyimler terapi odalarında da yaşanabilir hale geldi.
Uyuşturucu ya da zikir sırasında yaşanan ekstaz ve sonrasında hissedilen tatlı yorgunluklar, artık psikolojinin de ilgi alanına girdi. İnsanlar mutluluğu ve rahatlamayı ararken terapistlere yöneldi ve terapi, bu gereksinimlere yanıt vermeyi amaçlayan bir araç haline geldi.
Ancak burada önemli bir etik sorun ortaya çıkıyor: Terapist, hastanın gereksinimlerini gidermeye çalıştığında profesyonel sınırlar bulanıklaşabilir. Terapistin, danışanın arzularını ve ihtiyaçlarını karşılama rolüne bürünmesi, terapötik ilişkinin amacından sapmasına yol açabilir. Bu durum, hem danışanın bağımlılık geliştirmesine, terapötik sınırların aşılmasına hem de terapistin tarafsızlığını kaybetmesine neden olabilir.
İNSAN YETERSİZ YARATIK
Çocukluktan tanıdığımız büyüklük fantezileri, her şeye kadir olma arzusu ve her şeye gücünün yetebileceği inancının çocuk, sadece fantezi olduğunu ve insanın bu güce sahip olmayacağını biliyor. Ama bu arzudan bütünüyle vaz geçmiyor çünkü insan sürekli yetersizlikler de yaşıyor. Yetersizliği yücelik, kudretli olma fantezilerine kaçarak ya da bunu lidere, tanrıya, kutsala projekte ederek dengeliyor. İşte psikoloji simsarlığı bu yüceliğin mümkün olabileceği sözü veriyor. Öfkenizi yönetme, duyguları denetleme, üç oturumda özdeğeri tamir etme vaadinde bulunuyor. Yönetme, denetleme aslında dolaylı olarak muhteşemlik, kudretin açığa çıkarılması vaadidir de.
İnsanın yetersizliği, onu hem kırılgan hem de ilişkisel bir varlık haline getiriyor. Bu kırılganlık, psikolojide sıkça pazarlanan bir yaklaşımla, “sana iyi gelmeyenden kurtul, seni mutsuz edeni hayatından sil” gibi bir söyleme dönüşüyor. Burada, insanın yalnızca kendine yoğunlaşarak, kendisi için yalıtılmış bir ada yaratırsa mutlu olabileceği fikri sunuluyor. Ancak bu, imkânsız aslında. Çünkü yetersizlik, yalnızca başkalarıyla ilişkilenerek, paylaşma ve dayanışma yoluyla aşılabilir.
Hayvanlar doğduklarında temel yaşam becerilerine sahiptir. Balıklar yüzmeyi bilir, ceylanlar ve aslanlar çok kısa sürede bağımsızlaşır. İnsan ise hayatta kalabilmek için öğrenmeye ve bu öğrenme sürecinde başkalarına bağımlı olmaya mecburdur. İnsan, hayatla baş edebilmek için yeterli donanımı doğuştan getirmez; bu donanımı, çevresindekilerle etkileşim kurarak, deneyim kazanarak ve sürekli öğrenerek geliştirir. Yetersizlik ve başkasına muhtaç olma hali, insanın ömrü boyunca devam eder. Bu, insanı yalnızca kendi içine değil, ötekine de yönelten temel bir gerçektir.
Devam edecek…