Psikolojinin Pisliği 5 - Ruhsal striptiz
Gerçekçi olmayan beklentiler yaratmak, yalnızca hayal kırıklığı ve tükenmişliğe yol açar. Gerçek motivasyon, insanın kendi gerçekliğiyle uyumlu hedeflere yönelmesini desteklemektir.
Evet, insanın ruhsal derinliklerinde yer alan fırtınalar, travmalar ve karanlık taraflar, sanatın, mitlerin, destanların ve kahramanlık anlatılarının vazgeçilmez bir motifidir. Kötü, insanın hem korktuğu hem de büyülendiği bir unsurdur; bu nedenle, estetik ve anlatı dünyasında oldukça çekici bir yer tutar. Kötülük, insan doğasını anlamak ve anlatmak için güçlü bir araçtır, çünkü karşıtlık ve çatışma olmadan insanın içsel derinlikleri ve dönüşümü tam anlamıyla ifade edilemez.
Dinlerin kuruluş anlatılarında da kurucu şiddet/kötülük kavramının varlığı dikkat çeker. René Girard’ın Gründungsgewalt (Kurucu Şiddet) teorisi, toplulukların ve inanç sistemlerinin, başlangıçta şiddet ve kaosla şekillendiğini öne sürer. Mitlerde ve dini metinlerde sıkça karşılaşılan bu kurucu şiddet, toplumsal düzeni sağlama, kutsal olanı yaratma ve kaostan düzene geçişin bir sembolü olarak görülür. Örneğin, Habil ve Kabil’in öyküsü, sadece bir kardeş katli değil, aynı zamanda suç ve cezayla şekillenen bir düzenin başlangıcını temsil eder.
Kötülük, sadece bir anlatı unsuru değil, aynı zamanda insanın kendi varoluşunu ve içsel çatışmalarını anlamasının bir yoludur. Dinlerin kuruluş mitlerinde ve sanatta kötülüğün bu kadar merkezi bir rol oynaması, onun insan deneyiminin ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterir. Bu, insan ruhunun karanlık derinliklerinin, aynı zamanda yaratıcı ve dönüştürücü bir güce sahip olduğunu da ortaya koyar.
İnsan çok dillidir
İnsanların kamusal alan için geliştirdikleri bir dil vardır: kamusal anlatı veya kamusal dil. Tanıdık birisi bize “Nasılsın?” diye sorduğunda, genellikle yaşadığımız travmaları ya da ödeyemediğimiz kira borcunu anlatmayız. Kamusal dil, bu tür bir soruya otomatik ve beklenen yanıtlar verir: “İyiyim” ya da “Fena değil” gibi. Kamusal alanda, o kamunun normal saydığı, toplumsal olarak kabul gören bir dil konuşulur. Bu dil, herkesle iletişim kurmamıza olanak tanır ve çatışmalardan kaçınmaya yöneliktir. Eğer çatışma ortaya çıkacaksa da bu ancak toplumsal olarak kabul edilebilir ya da çelişkilere izin veren bir dille ifade edilir. Örneğin, bir azınlığa mensup birey, bazı durumlarda kimliğini çok öne çıkarmamaya özen gösterebilir.
Bunun yanı sıra, Werner Schiffauer’ın Türk kültürü bağlamında bahsettiği bir başka dil, özel dildir. Özel dil, kişinin güvendiği ilişkilerde, genellikle ailesi gibi yakın çevresinde kullandığı dildir. Bu dil, kamusal alanda konuşulamayacak konuların konuşulmasına izin verir. Örneğin, bir Ermeni ya da Alevi özel dilde kimliğini saklama gereği duymazken, kamusal alanda bu kimliğini gizleyebilir. Misafirliğe gelen bir kuzenle kamusal bir dilde sohbet edebiliriz, ancak onun ayrılmasından sonra çekirdek aile içerisinde onun anlattıklarının saçma olduğunu özel dilde konuşabiliriz. Özel dil, kişinin yanında söyleyemediklerini ifade etmesine olanak tanır. Arkadan konuşma, dedikoduda bir kişi hakkında asıl fikrimizi söyleyebiliriz.
Bunların dışında bir de üçüncü bir dil vardır: mahrem dil. Bu dil, dostlarımızla ya da sevgililerimizle konuşurken kullandığımız dildir. Mahrem dil, sırların ve kamusal ya da özel dilde konuşulmayanların ifade edilmesine olanak tanır. Bu dil, çok derin bir güven ilişkisini gerektirir. Mahrem dilde, travmatik olaylar, hatalar, kusurlar ve hiç kimseye anlatılamayan, örneğin cinsellik gibi, konular konuşulabilir.
Tüm bu dillerin ötesinde, başka bir dil daha var: terapik dil. Terapik dil, insanın kendisinin bile farkında olmadığı ya da kendisine bile itiraf edemediği konuların konuşulabilir hale geldiği bir dildir. Bu dil, saçmanın, çılgınca olanın ve normlara uymayan düşüncelerin ifade edilebildiği bir alan yaratır. İnsan, normal olanı dostları ve arkadaşlarıyla paylaşabilir, ancak terapik dil, normali aşan ve çoğu zaman gizlenmiş ya da bastırılmış olanın ortaya çıktığı bir dildir. Bu dil, bireyin kendisini derinlemesine anlamasına ve fark etmesine olanak tanır.
İşte kirli psikoloji, bu mahremiyeti ekranlara taşıdı. İnsanların en mahrem olanlarını, travmatik deneyimlerini coşku ve eğlenceye dönüştürerek ekrana yansıttı. Artık terapik konuşmalar, bir şov haline geliyor. İnsanlar ruhlarını ve en gizli sırlarını, adeta ruhsal bir striptiz gibi, sahneye taşıyor. Yavaş yavaş, kişi yaşadıklarını soyunur gibi anlatıyor; her sahne, bir başka çıplaklığı getiriyor. Bu anlatı sırasında, teşhir etmenin hazzı da ekleniyor.
Ancak, kameranın olduğu yerde bir senaryo ve rol vardır. Fotoğraf makinesinin icadıyla hayatımıza poz girdi. Kameranın bulunduğu her yerde bir poz verme ve rol yapma durumu oluşur. Bu nedenle, mahremiyet ve hakikat, poz ve rol üzerine kurulu bir şekilde düzenleniyor. Bu bir sahneleme ve sergileme biçimidir; bir akışa göre kurgulanır ve duygusallık senaryolaştırılır.
Bu bağlamda, Erving Goffman’ın tanımladığı rol mesafesi (Rollendistanz) kavramı devreye girer. Rol mesafesi, kişinin oynadığı rol ile kendisi arasında kurduğu mesafeyi ifade eder. Bir spiker okuduğu kötü bir haberle arasına mesafe koyar. Yani bir ölüm haberi okurken üzülüyormuş rolündedir ama iç dünyasında o an ölüm üzüntüsü yaşamaz. Örneğin, Hülya Avşar bir filmde ağladığında, bunu rol gereği yapar ve bu nedenle o duygu gerçek anlamda yaşanmış değildir.
Kısacası, ruhsal striptiz olarak kurgulanan televizyon terapilerindeki duygusallık, büyük ölçüde rol icabıdır. Anlatılanların gerçekliği, bir performansın parçası haline gelir ve mahremiyet, hakikatten koparak bir senaryo ürünü haline dönüşür. Bu durum, mahrem olanın sahnelenmesi yoluyla hem bireysel hem de toplumsal değerlerin aşındığı bir kültürel problem yaratır.
Terapilerde, sanıldığı gibi sürekli yükselmeler, aydınlanmalar ya da yoğun duygusal anlar yaşanmaz. Çoğu zaman gündelik konuşmalar, sıradanlık ve monotonluk hakimdir; bu süreçler bazen can sıkıcı bile gelebilir. Ancak terapide derin bir güven duygusu oluştuğunda, yer yer sıçramalar ya da derinlere düşmeler gerçekleşir. Bu da terapinin sansasyonların sıkça yaşandığı bir mekân değil, yavaş ilerleyen bir süreç olduğunun göstergesidir. Bu anlamda, terapide “sedirden sıçrayarak kalkmalar” oldukça nadirdir.
Buna karşılık, televizyon ekranlarında “terapi” adı altında mahremiyetin teşhir edilmesine sıkça rastlıyoruz. Bir örnekte, bir terapist (?) cinsel tacize uğramış bir danışanına, anacan bir tonda “Nasıl oldu, biraz anlatır mısın?” diye soruyor. Kameralar, danışanı yakın çekimde gösterirken, en mahremin uluorta sergilendiği bir sahneye tanık oluyoruz. Kadın, eşiyle yaşadığı en mahrem deneyimlerini paylaşırken, bu artık mahremin kamusal bir dille anlatılmasına dönüşüyor.
Bu sırada, terapist olduğu iddia edilen kişi, danışanın anlattıklarına duygu dolu ifadelerle tepki veriyor. Ancak bu durum, mahrem olanın sadece danışanın yaşamından değil, aynı zamanda terapötik sınırların dışına taşınarak, bir gösteriye dönüştüğünü açıkça ortaya koyuyor. Bu tür sahneler, terapi adı altında en mahremin sahneye taşınması ve teşhir edilmesinin çarpıcı bir örneğidir. Gerçek terapötik süreçlerden çok uzakta olan bu yaklaşımlar, mahremiyetin ve güvenin değersizleştirildiği bir şova dönüşmektedir.
Psikanalizde bu tür konular ele alınırken, terapist “üçüncü kulağıyla” dinler. Üçüncü kulakla dinlemek (Hören mit dem dritten Ohr), Theodor Reik’in Friedrich Nietzsche’den aldığı bir kavramdır ve sadece söyleneni değil, söylenemeyeni de dinlemek anlamına gelir. Terapist, danışanın sözlerinin arkasında yatan, ifade edilemeyen ya da bilinçötesinde gizli olan anlamları fark etmeye çalışır.
Bu süreçte psikanalist, terapötik bölünme dediğimiz bir başka önemli beceriyi de devreye sokar. Terapist, bir yandan danışanın söylediklerini anlamaya çalışırken, diğer yandan bu sözlerin kendisinde uyandırdığı etkileri (çağrışımları, bedensel reaksiyonları, duyguları ve düşünceleri) anlamaya çalışır. Bu, terapistin sadece danışanın bilincine/bilinçötesine değil, kendi bilincine bilinçötesine de dikkat kesildiği bir süreçtir. Bu iki yönlü dinleme, psikoanalitik çalışmanın temel taşlarından biridir. Burada iki insan arasındaki diyaloğun yansıra bilinçötelerinin de oluşturduğu bir diyalog oluşur. Psikanalist asıl bu bilinçötesi diyaloğu (görünmeyen, söylenmeyen) anlamaya ve tercüme etmeye (anlaşılır yapmaya) çalışır. Kısacası konu bir kataloğu çalışmaktan öte terapide bir şeylerin ilişkide oluşmasına olanak sağlamak ve bu oluşanı da anlaşır hale getirmek çabasıdır psikanaliz.
Psikanalizde terapötik odanın mahremiyeti, bu sürecin sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilmesi için çok önemlidir. Terapötik oda, sadece danışan ve terapistin bulunduğu, güvenli ve korunaklı bir alandır. Bu alan, üçüncü kişilere ya da dış dünyanın müdahalesine kapalıdır. Bu mahremiyet, danışanın kendini ifade ederken tamamen güvende hissetmesi ve söylenenlerin anlamlarını keşfetmeye yönelik bir ortamın sağlanabilmesi için vazgeçilmezdir. Psikanalizin derinliği ve etkisi, bu güvenli alanda, terapist ve danışanın kurduğu özel ilişkide ortaya çıkar.
Psikanaliz bağlamında, terapide hasta ve psikanalist arasında çoğu zaman harmonik bir süreç vardır. Ancak psikanalist, bu harmoniyi bilinçli olarak bozabilir ve disharmoniyi teşvik edebilir. Çünkü disharmoni, terapötik bir sürecin derinleşmesini ve daha önce fark edilmemiş olanların yüzeye çıkmasını sağlar. Psikanaliz, bu disharmoniyi yeniden yapılandırarak, başka bir düzeyde ve daha derin bir anlamda harmoniyi yeniden kurmayı hedefler. Bu süreç, psikanalizin kendine özgü dinamiklerinden biridir.
Televizyon kameraları, kameramanlar, yönetmenler, “terapist” ve orada fiziksel olarak bulunmasa da milyonlarca izleyici… Bu ortam, bir danışan için korunaklı bir alan değildir; aksine, bu durumun kendisi tacizkâr bir doğaya sahiptir. Dahası, terapisti bir rol oynamaya zorlar çünkü terapist de izlenmektedir ve izlendiğinin farkındadır. Bu noktada, poz ve rol devreye girer. Artık burada gerçek bir terapötik süreçten söz etmek imkânsız hale gelir. Karşı aktarım, kameraların ve izlenme zorunluluğunun baskısı altında neredeyse olanaksızdır. İzlenme oranları, konuşmaların sansasyonel olması gerekliliği ve terapistin gösteriyi “canlı” tutmak için yaptığı efektler, bu ortamı kirli bir sahneye dönüştürür. Psikolojinin kirli yanı tam da burada devreye girer. Seyircinin tanığı olduğu terapiden çok performans gösteridir… İnsanlar aferin almak, kabul görmek, beğenilmek için günlük hayatlarında başarı, beceri ve performans sergilerler. Terapide hastayı terapist olduğu gibi kabul etmeye uğraşır ve böylece hastanın kendisini kanıtlama çabasına gerek kalmaz.
Sözde terapist, bir gazeteci rolüne bürünerek, anacan bir tavır takınır ve kameraların karşısında duygulanmış biri pozu vererek danışanı, daha fazla ayrıntı anlatmaya adeta teşvik ediyor. Hasta ise ilgi görmek, anlaşılmak, iyileşmek ve yardım almak umuduyla en mahrem sırlarını ortaya koyuyor. Ancak bu programlarda en değerli ve pazarlanabilir ürün, danışanın mahremiyeti, travması, cinsel taciz deneyimleri ya da yaşadığı sapkınlıklardır. Bu mahremiyetler pazarlanırken, danışan program sonrası adeta soyulmuş, çıplak ve korunaksız bir şekilde gündelik hayata geri gönderilir.
Tayfun Atay’ın “Meşhuriyet Çağı” olarak adlandırdığı bu dönemde, hasta travmasıyla meşhur olur ama bu durum onu daha korunaksız ve incinebilir bir hale getirir. Psikolojik hastaların lobisi yoktur; sendikaları, sivil toplum kuruluşları yoktur. Örgütlenip protesto yürüyüşü yapamazlar. Bu yüzden şizofreni yürüyüşü ya da borderline protestolarına rastlamayız. İşte burada devreye meslek etiği dediğimiz kavram girer: Terapiste, danışanının mahremiyetini koruma ve kollama sorumluluğu yükler. Bu bağlamda, terapist yalnızca bir dinleyici değil, aynı zamanda danışanın haklarını savunan bir avukat konumundadır.
Terapide terapist hastası üzerinden kendi gereksinimlerini gidermemelidir. Televizyon terapilerinde sadece danışanın değil terapistin de meşhur olma arzusu var ve bu arzuyu danışanı üzerinden doyuruyor. Yani mahremiyetlerin sansasyonel bir striptize dönüştürülmesini sorgulamak gerekir. Eğer danışan, iyileşmek, anlaşılmak ve yardım almak için çıktığı bu yolda istediğini elde edemiyor ve yalnızca negatif bir üne kavuşuyorsa, bu programların asıl kime yaradığı sorusu ortaya çıkar. Eğer bu programları izleyen insanlar yalnızca birer pasif izleyici olarak kalıyor ve toplumda gerçek bir değişim olmuyorsa, sorun devam ediyor demektir.
Sonuç olarak, bu tür programlar, danışanı iyileştirmek yerine, toplumun mahremiyeti ve travmaları üzerinden bir tür bedava seyirlik sunar. Eğer toplumda bu sorunların çözümüne yönelik bir adım atılmıyor ve danışan yalnızca bir şov malzemesi olarak kullanılıyorsa, bu programların etik açıdan meşruiyeti ciddi şekilde sorgulanmalıdır.
Terapist memnun, hasta memnun, kameraman memnun, rejisör memnun, seyirci memnun… Ve hepsi yetişkin insanlar. Ben burada hariçten gazel okuduğumu elbette biliyorum. Ancak eleştirel bir tutum sergilemek, muhalif olmak, bazen tam da böyle bir şeydir. Yanlış olduğunu düşündüğünüz bir durumu, herkesin memnuniyetine rağmen sorgulamak ve dile getirmek, bu tür bir muhalefetin özüdür. Bir şiirdeki tren yolculuğunda yolcular gördükleri manzara karşısında hoşnutturlar ve onlara göre her şey çok güzeldir. Charles Bukowski şiirinde bir çocuğa söyletir: Görünen hiç de güzel değil… Bazen o çocuğun naifliğiyle aykırı şeyler söylemek gerek…
Ancak, hastaların gönüllü olarak bile olsa televizyon şovlarında kullanılması, meslek etiği açısından problemli bir durumdur. Psikolojik süreçlerin ticari bir meta haline getirilmesi, mahremiyetin ve terapötik güvenliğin ihlal edilmesi…
Bu nedenle, herkesin memnun olduğu bir ortamda, bu memnuniyetin ardında yatan etik sorunları dile getirmek ve eleştirel bir tutum sergilemek, yalnızca bireysel bir sorumluluk değil, aynı zamanda mesleki bir zorunluluktur.
Bir başka sorun da halka ve hastalara aptal muamelesi yapılması. Bir hastanın terapötik bir sürece girmesi için belirli bir bilişsel ve duygusal olgunluk düzeyine ulaşmış olması ve bazı düşünsel işlevlere/becerilere sahip olması gerekir. Kendinin farkında olmayan, temel düzeyde öz-anlama kapasitesine sahip olmayan biriyle randevu yapmak ya da uzun vadeli bir terapi planlamak oldukça zordur. Yani terapiye gelen insanlar, sanılanın aksine, oldukça akıllı ve olgunluk düzeyine ulaşmış bireylerdir.
Narsistik bir çağda yaşıyoruz (Christopher Lasch, Das Zeitalter des Narzissmus). Günümüzde her insan takdir edilmenin, beğenilmenin ve onaylanmanın peşinde. İnsanlardaki bu açlığı, “psikoloji” pazarlamacıları ustalıkla kullanabiliyor. İnsanın narsistik yanını cilalamak, insanlara duymak istediklerini söylemek “pozitif olmak” ya da “motivasyon sağlamak” gibi sunuluyor. Mesaj genelde şu şekilde: Yeterince uğraşırsanız, doğru yöntemleri uygularsanız mutlaka amacınıza ulaşırsınız.
Oysa insan sınırlı bir varlıktır; fiziksel, zihinsel ve duygusal kapasitesi de öyle. Bireysel çabalarla başarılabilecek şeyler sınırlıdır, çünkü insanın sınırları vardır. Ancak bu sınırlar, narsistik bir çağda kabul edilmesi zor bir gerçeklik haline gelir. Motivasyon adı altında, insanlara bu sınırların aslında var olmadığı ya da aşılabileceği pazarlanır. Bu, kişiyi daha ileriye taşımaktan ziyade gerçeklikle bağını koparabilir.
Bir diğer mesele ise, kişinin bazı yeteneklerinin yaşam boyunca körelmesi ya da geliştirilememesidir. Örneğin, belirli bir yaştan sonra bir müzik aleti çalmada uzmanlaşmak oldukça sınırlıdır. Ancak insanlar bu körelen ya da kullanılmayan yeteneklerine sahip çıkmak isteyebilirler ve bu çok insani bir arzudur. Ne var ki, çoğu kişi bu yeteneği nedeniyle bir filarmoni orkestrasında müzisyen olamayacağını kabullenmekte zorlanabilir. İşte bu noktada, imkansızı pazarlamak motivasyon olamaz.
Motivasyon, insanın sınırlılıklarını göz ardı etmek yerine, bu sınırlarla barışık bir şekilde gelişim gösterebileceği alanları keşfetmesine rehberlik etmelidir. Gerçekçi olmayan beklentiler yaratmak, yalnızca hayal kırıklığı ve tükenmişliğe yol açar. Gerçek motivasyon, insanın kendi gerçekliğiyle uyumlu hedeflere yönelmesini desteklemektir.
Ancak burada başka bir paradoks karşımıza çıkıyor. Çeşitli estetik ameliyatlar geçirmiş, botokslu bir terapistin sosyal medyada ve televizyonlarda özgüvenin kısa sürede nasıl kazanılacağını anlatması oldukça dikkat çekici. Kendi özgüvenini estetik ameliyatlarla sağlamış bir kişi, izleyicilere terapi önerebiliyor. Bu tür bir yaklaşım, özgüven gibi derin ve kişisel bir konunun yüzeysel bir şekilde ele alınmasına neden oluyor… Dahası bu botokslu, estetik ameliyatlı, konuşmakta ve gülmekte zorlanan ‘terapist’ star terapist olabiliyor. Şaka gibi… İnsan evriminde bu yana yüzünü ve yüzüyle kendisini ifade etmeyi çeşitlendirdi. Bakmayla, kaşları çatmayla, dudaklarıyla, burun kıvırmakla, dilini çıkararak… Bakarak konuşmadan yüzümüzdeki ifadeyle bile konuşabildiğimiz hal… Ruhsal durumun yüze vurması… Yüz yüze terapilerde terapist ve hastası onlarca/yüzlerce saat birbirlerine yoğun bakarlar… Jestleri, mimikleri, gülümsemesi bile yapılan estetik müdahalelerle deforme olan kişi ‘yüz yüze terapi yaparım’ diyor ve bu yeteneğini ekranlara yansıtıyor… Kuşkusuz sosyal medyada ‘dijital kişilik’ten bile söz edebiliriz (Wilhelm Schmid ‘Digitales Selbst’ =dijital kendi kavramını kullanıyor. Heimat Finden=Yurt edinmek, 2021, s. 41). Youtube’taki psikolog yüzü maskelenmiş biri ve sansasyonel formülasyonlarla ilgi çekmenin de derdinde. Maske… Maske bireyin kimliğini gizler ve insan teşhir edilen/sunulan kimlikle muhataptır. Psikanalist Renata Salacl (2000, (Per)versionen von Liebe und Hass, s. 24) maskenin altında aslında arzunun gizlendiğini yazar. Ve bazen maskeyle ideal-ben’le ben arasındaki mesafenin kapanabileceğini yazar. Yani o kişi artık maskenin kendisidir. Yani kişi zamanla taşıdığı maskeyle özdeşleşebiliyor… Kısacası bir rolle başlayan ‘alim psikolog’ maskesi kalkıyor ve kişiler alim psikolog oluyorlar. Maskenin ardındaki arzu yüzdedir…
Bu yazdıklarım, haklı olmaktan ziyade, yaptığımız işlere daha eleştirel bir gözle bakmayı teşvik etmek amacı taşıyor. Her işin, hatta en gerekli ve değerli görülen mesleklerin bile, sorgulanması gereken tarafları olduğunu düşünüyorum. Eleştirel bakış, yalnızca başkalarının değil, kendi yaptığımız işlerin de ne kadar anlamlı, gerekli ve faydalı olduğunu değerlendirmek için bir araçtır.
Bir meslek veya iş, zaman içinde önemini abartılı şekilde artırabilir, hatta bu abartı sayesinde bir prestij ya da dokunulmazlık zırhına bürünebilir. Ancak, eleştirel bir bakış olmadan, bu şişirilmiş önemi ve içerdiği saçmalıkları fark etmek mümkün değil. Kendi işimize yönelttiğimiz eleştiri hem bireysel hem de toplumsal bir farkındalık geliştirmek için en önemli adımlardan biridir.
Bu nedenle yazdıklarım, sadece bir eleştiri değil, aynı zamanda anlam arayışına bir çağrı. Yaptığımız işleri, bu işlere yüklediğimiz anlamları ve içinde barındırdığı saçmalıkları sorgulamak, daha gerçekçi bir perspektif geliştirmemizi sağlayabilir.
Deprem sonrasında bazı din alimleri, ahlakın bozulduğu, alkol tüketildiği ve yeterince namaz kılınmadığı gerekçesiyle Tanrı’nın insanlara bir ders vermeyi amaçladığını anlatıyorlardı. Bu söyleme göre, on binlerce insanın ölümü yalnızca bir felaket değil, aynı zamanda ölenlerin “suçlu” olduğunun bir göstergesiydi.
Yaşanan kötü’den kötüyü yaşayanı sorumlu tutmak. Mağduru mağduriyetinden sorumlu tutmak… Bu düşünce tarzı, hayatın diğer alanlarında da karşımıza çıkıyor. Örneğin, yetişkin merkezli düzenlenmiş bir odada çocuğun masaya kafasını çarpması üzerine annenin, “Sana dikkat et dedim!” diyerek çocuğu suçlaması. Ya da öksüren bir kişiyi, “Soğuk su içme demedim mi?” diye uyaran bir partner. Kanser hastasına arkadaşının, “Sana sigara içme demedim mi?” demesi. Tüm bu örneklerde, birey yaşadığı zorluktan, hastalıktan ya da felaketten sorumlu tutuluyor.
Bu yaklaşım, sağlık politikalarında da kendini gösteriyor. Hastalığın sorumluluğu sıklıkla hastanın üzerine yıkılıyor. “Hasta, hastalığını hak etmiş” gibi bir algı yaratılıyor ve bireysel hatalar ya da ihmaller öne çıkarılarak, toplumsal ya da sistemsel sorunlar göz ardı ediliyor.
Devam edecek…