Yurt insanın kedisini sorumlu hissettiği yerdir
Barış… İnsana kötülüğü ortadan kaldırma şansı veriyor… Kullanmadığınız hiçbir şans aslında şans sayılmaz… Umarım barışın şans olduğunu anlarız…
Barış insanı üzer mi?
Onlarca yıldır süren savaşın bitiş müjdesi, bir ölüm haberi gibi geldi. Müjdeye sevinemeyen bir ruh hali. Sevinç ve coşkunun olmadığı bir an… Uzun zamandır ortak sevinçlerimiz yok. Sevinmek bile bir öfke dışavurumuna dönüşmüş durumda. AKP seçim kazandığında sevinç kutlamalarının yakınında bulunmak, “öteki” için tehlikeli. Galatasaray’ın kazandığı bir maç kutlamasına Fenerbahçe formasıyla gitmek riskli. Irkçı bir mitinge Kürt giysileriyle izleyici olarak katılmak bir provokasyon, hatta dayak yeme sebebi… Eğlenmek. Böyle anlarda gönlümüz daha geniştir… Düğünde eğlenenler, keyifsiz oturan birini biraz da zorlayarak halaya kaldırır. Ve bu zorlanan kişi, kısa bir süre sonra halaya heyecanını ve sevincini katmaya başlar. Sevinç bulaşıcıdır. İzleyeni, sadece bir seyirci olmaktan çıkarıp müdahil edebilir.
Barışın kaybedeni sadece savaş çığırtkanları ve savaş endüstrisinin kâr ortaklarıdır… Ve aslında, onlara da zamanla barış iyi gelir. Kazanmak ve kutlamak... Bu tür eğlencelerde agresyon pozitife dönüşür. Çekilen halay hızlanır, söylenen türkü daha gür çıkar. Agresyon ama bu eğlencedeki agresyon pozitiftir kimseyi ürkütmez. Kürtçe şarkılar söyleyen sokak şarkıcılarının yanlarına gidiyorum. Sazlarında, mızraplarında agresyon var. Dans edenlerin, halay çekenlerin figürlerinde sertlik var, ayaklarını fazla gürültü çıkarsın diye hızlıca vuruyorlar yere. Agresyon. Ne dediklerini anlamıyorum ve ne söylediklerini de ama agresyonları beni ürkütmüyor çünkü davranışlarına kattıkları bakışlarında sıcaklık var. Gülümsüyorlar. Pozitif bir agresyon. Ve keyifli… Bu sahnelere az tanık oluyorum. Yıllardır süren savaş ve kutuplaştırma, sevinç anında öfkeyi pozitife çevirme becerimizi kaybetmemize neden olmuş. Sevinçlerimizde bile öfke var. Kutlama yapanların yanına yaklaşmak tehlikeli… Paranoyak bir atmosfer ve herkesin herkese korkarak, kuşkuyla ve öfkeyle baktığı toplumsal iklim. Ne çok şeyi yitirmişiz… Üzerine güleceğimiz ortak fıkralarımız bile yok…
Geçenlerde biriyle konuşuyorum. “Düğünümüz vardı, yüzlerce kişi katıldı” diyor ve ardından ekliyor: “Şükür, kavga çıkmadı.” Çıldırmamak elde değil… Çok eğlendik—ve birbirimizi vurmadık. Eğlenmek ve kavga etmek… Olay çıkarmak… Eğlenmeyi unuttuk. Kutlayacağımız şey barış da olsa… Sadece savaşan, mücadele eden, öfkeli ahali olduk… Barışı unutan ve sevinemeyen insanlar olduk biraz da. Her hayırlı işimizde bir kavga var… Artık eğlenmek, öfke kusmaya dönüşmüş durumda. Günlük hayatta dışa vuramadığımız öfkelerin önünü açan, kalabalık içinde anonimleşmenin verdiği güvenle neredeyse cezadan muaf şekilde suç işleyebilme ehliyeti edindiğimiz bir alan…
Barış diyorlar. Silahları bırakalım diyorlar… İnsanlar ölmesin diyorlar. Onlarca yıldır beklediğimiz şey bu haber değil mi? Ama bugün, yas gibi bir bayram yaşıyoruz. Çünkü onlarca yıldır ‘terör’ söylemi üzerine kurduğumuz anlatılar yok olmak üzere… Duygularımızı, kimliğimizi, toplumdaki konumumuzu belirleyen hikâye sona eriyor. Günlük hayatın hoşnutsuzluklarını kanalize edebildiğimiz anlatı bitiyor. Hayatımızı ayakta tutan değnek ortadan kalkıyor. Tüm dengelerimiz bozuldu. Hepimizin söylemi, hayatı anlama ve anlamlandırma biçimimiz anlamsızlaştı. Yönelimsiz, dengesiz, şaşkınız… Ve içimizde kocaman bir boşluk. Barış… Fenerbahçelilerle Galatasaraylıların her taraftarın kendi formasıyla birlikte eğlenmesi, Kürtlerle ırkçıların aynı halayı çekmesi, Kemalistlerin Kürtçe türküler söylemesi… İmkânsız. Mucize. Ama barış tam olarak böyle bir şey. Ve bizim buna sevinme repertuarımız yok.
Güvensizlik sevince gölge düşürüyor.
Onlarca yıldır “kökünü kazıyacağız, inlerine girip hepsini yok edeceğiz” tehdidine tanıklık ettik. Hiç gözlerini kırpmadan ‘hepsini zararsız/etkisiz hale getireceğiz’ ya da ‘temizleyeceğiz’ diyorlardı… Hitler’den bu yana tanıdık bir söylemdir. Ve şimdi, bu söylemin sahipleri barışı getiriyoruz diyorlar. Ama hiç de güven vermiyorlar. Güveni inşa etmek için hiçbir adım atmıyorlar. Bu, barışa ikna etmek değil, barışa boyun eğdirmek gibi… Toplumdaki hava soğuk. Rüzgâr sert esiyor. Ama her şeye rağmen… Barış, ortak bir sorumluluk projesi ve yeni bir toplum sözleşmesi imkânı sunuyor. (Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nde yazdıklarını düşünüyorum burada. Toplumdaki grupların birlikte oluşturdukları ‘toplum sözleşmesi’ anlamına da gelen barış).
Barış gerçek anlamda ‘biz’ olabilme şansıdır…
İnsan hayatında önce “biz” vardır. Sonradan sen, ben, biz ve siz ortaya çıkar. Annenin karnı, yaşamın cennet gibi algılandığı bir “biz” hâlidir. Sonra doğum gelir… Ama doğuma rağmen, annenin kendisini çocuğa akort etmesi, hayatını bebeğe göre düzenlemesi, bu “biz”i bir süre daha devam ettirir. Sonra otonomi başlar; çocuk, anneden bağımsızlaşır. Anne de zamanla çocuktan uzaklaşarak “ben” olmayı hayatında çoğaltmaya başlar. Böylece anne ve çocuk, “sen” ve “ben” olurlar. Ama aynı zamanda, başkalarına göre hâlâ bir “biz”dirler. Aile içinde, akrabalık ilişkilerinde, farklı aidiyetlerde biz olarak var olmaya devam ederler. Bir ülke de böyle büyür. Kendi ötekilerini, azınlıklarını, farklı cinsel yönelimleri olanları, başka diller konuşanları, başka tanrılara inananları, engellileri, toplumun en güçsüzlerini, lobisi ya da sendikası olmayanları da içine katarak büyük bir “biz” olmayı başarır. Cumhuriyet boyunca başarılmayanı başarmak… Biz olmak…
Birbirimize düşmanlaşarak harcadığımız enerjiyi, birbirimiz için harcamanın zamanı belki de… Kimileri, ütopyaları yok ettik diye seviniyor. Ama ütopyasız hayatların sevilecek yanları da azalıyor. Biz olmak ve herkesin daha küçük “biz”ler olmasına sevinmek… Ben ve sen olmanın “biz”de anlam kazandığını deneyimlemek… Şairin yalancısıyım… “Yaşamak bir ağaç gibi hür” demişti… Ve sonra da eklemişti: “… bir orman gibi kardeşçesine.”
Adam, karısına ve çocuğuna şiddet uyguluyor. “Benim ailem değil mi? Severim de döverim de.” Ama aynı adam, karısına bakan ya da çocuğuna “öteye gider misin” diyen birine adeta düşman kesiliyor. İçeride ve dışarıda… “Biz” ve “ötekiler” arasındaki sınırı en kalın çizenler, “biz”in içindeki zulmün de sorumluları. “Kendi içimize karıştırmayız” diyenler, kendi içlerini cehenneme çeviriyorlar. “Ülkemizden bir çakıl taşı vermem” diyenler, ülkenin talan edilmesine, ormanlarının yakılmasına, denizlerinin tuzlu suya dönüşmesine, böceklerinin ve çiçeklerinin yok edilmesine sessiz kalıyorlar… Yeniden “biz” olmanın zamanı geldi. Birey olmak, birçok kültürde nispeten yeni bir olgu. İnsan, evriminden bu yana “biz” olarak var olabildi. Soğuğa, doğaya, vahşi hayvanlara karşı birlikte mücadele etti. “Biz” olarak organize olan gruplar, avlanmada ve tarımda daha başarılı oldular. Son yıllarda ise hep “bana”, hep “bana” anlayışı, tarihsel deneyimlerle doğrulanmıyor. Belki de yeniden, ama başka bir şekilde, “biz” olmanın vaktidir… Ortak bir gelecek kurmaya çalışmak, yeni yurttaşlık tanımımız olabilir. Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Ermeni, Süryani… Birilerine kimlik dayatmak yerine, kimlik motifleri sunabiliriz. Kimlik olarak dayatılan özellikler, bireylerde introjekt (psikolojinin asimile edemediği, kişinin içine konulan ve sürekli rahatsız eden yabancı deneyimler) olarak kalır. Oysa kimlik motifleri, içselleştirilebilir ve bu kültürel akıcılık karşılıklı olabilir. Türklük, Alman kültürünün bir zenginliği hâline geldi ve bu iki kültür, sürekli ikili ve karşılıklı bir etkileşim içinde. Bu durum kültürel canlılık, dönüşüm ve zenginlik demektir. Aynı şekilde Alevilik bir zenginliktir, Kürtçe de bir etkileşim alanı olarak görülebilir.
Psikanalist Salman Akhtar (2007, Immigration und Identität = Göçmenlik ve Kimlik, s. 71), kültürler arası dayatmaların, kültürler arası ilişkinin dinamiğini olumsuz etkilediğini vurgular. Bu tür dayatmalar, bazen tepkisel yüceltmeye veya kültürü tamamen reddetmeye yol açabilir. Kültürel motiflerin entegrasyonu ve bireyin kendini zenginleştirmesi yerine, kimliğinin sınırlandırılması anlamına gelir. Örneğin, Alevilere yapılan baskı, Alevileri asimilasyona zorlayabilir veya Sünni Türklüğü yüceltmeye yöneltebilir. Ancak bu, çoğu zaman Aleviliğe tepki olarak, bireyin kendi Aleviliğini terk etme çabasına dönüşebilir. Böylece Sünni Türklük, Aleviliğin yok edilerek var olduğu bir kimlik hâline gelir. Bu aynı şekilde Kürtlerin, uğradıkları zulüm nedeniyle Türklükten bütünüyle uzaklaşmasına da yol açabilir. Benim gönlümden geçen ise… Alevinin Alevi kalması, ama Sünniliği bir zenginlik olarak kültürel bir motif gibi kendisine katabilmesi… Ve Sünniliğin de Alevilikten öğrenebilmesi… Türklerin Kürtlüğe açık olmaları… Ve Kürtlerin, zorla devşirilerek veya asimilasyonla değil, gönüllü olarak Türklüğü tanımaya çalışmaları… Ötekinin kimliğine gönlümüzü açma becerisi… Kimliklerin çatışarak değil, birbirine dokunarak zenginleşmesi. Yeryüzü cennetini inşa etme, yoksulluğu yenme, eşitsizliği ve adaletsizliği yok etme mücadelesi… Yeni bir barış ve “biz” projesi. Ütopyası olmayanların hayatları, hayalleri de yoksullaşıyor aslında… Ütopyasızlık, duygusal yoksulluk demek. Psikanalist Rainer Gross (s. 28) insanın ideal-ben’iyle reel hayatı arasındaki farkı azaldığında huzurlu olabileceğini yazar. Nazım’ın şiirinde vardır ya… İnsan hapiste bile olsa mutluluk çok yakın olabilir ve en zorda bile mutluluk mümkündür: ‘Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar… dayadım sırtımı duvara...bu anda ne kavga ne hürriyet, ne karım. /Toprak, güneş ve ben.../Bahtiyarım’...
Yurt, insanın kendini güvende hissettiği yerdir.
Yani yabancılık hissetmediğimiz, davranış kodlarını bildiğimiz, semboller sistemini okuyabildiğimiz yerdir. Bindiğimiz takside, manavda alışveriş yaparken nasıl konuşacağımızı biliriz. (Devlet) otoriteye karşı nasıl bir tutum takınacağımızın senaryosunu ezberlemişizdir. Yani yurt, kendimizi yabancı hissetmediğimiz yerdir. İnsanın kendisini evinde hissettiği yerdir. Yurttaki şifreleri biliriz; başımızı belaya sokmaktan kaçınabileceğimiz bir alandır yurt. Ama bu ülkede herkes kendini yurdunda hissedemez—ve buna izin de verilmez. Bazı gruplar, bu ülkenin asıl sahipleri olarak görülürken, başka gruplara sadece burada “hayatlarını idame ettirme” izni verilir. Ama yurt edinmelerinin önüne engeller konur.
Evlatlar için ölmenin anlamsızlığı
Çok kez karşılaştım ve tanık oldum… Çocuğuna teknik anne-babalık yapan insanlar, çocuklarını çok sevdiklerini ve onlar için canlarını bile verebileceklerini söylerler. Oysa hiçbir çocuk için bunun gerçek bir anlamı yoktur. Hangi çocuğun işine, uğruna verilmiş bir can yarar? Vahşi bir ormanda, ölümüne savaşarak çocuğunu koruyan bir anne-baba, böyle bir ifade kullanabilir. Bu, fedakarlıklarını vurgulamak için söylenen bir sözdür. Ancak, her çocuğun asıl ihtiyacı anne-babasının ölümü değil, onların varlığıdır. Anne-babayla çocuk arasındaki esas mesele, ebeveynlerin çocuğu istedikleri gibi sevmeleridir. Oysa bu sevgi bazen zehirli olabilir. Hastaya verilen seruma az miktarda zehir katıldığında, serumu artırmak aynı zamanda zehri de artırmak demektir. Teknik anne-baba, çocuğun temel gereksinimlerini—yemek, içmek, giyinmek gibi—gidermeyi önceler. Bunlar elbette hayati öneme sahiptir, ancak çocuğun duygusal ihtiyaçları da en az bunlar kadar gereklidir. Bir çocuk, sevildiğini yalnızca ona gösterilen ilgiyle, onunla kurulan bağla hisseder. Çocuklar, becerilerini kendilerine gösterilen ilgiyle ve oynadıkları oyunlarla geliştirirler. Çocuğu, çocuğun istediği gibi sevmek gerekir. Oysa çoğumuz, sevimli çocukları onların tepkilerine bakmadan, bazen zorla sever, öperiz. Ama çocuklar, makas alınarak sevilmeyi sevmezler… ‘Çocuklarım için canımı veririm’ diyen aslında çocuklarına fedakârlığı, başkaları için can vermeyi de miras bırakıyor. Çocuklarında asla görmek istemediği çocuklara kutsal bir emanet gibi devroluyor.
Ağzımdaki baklayı çıkarırsam: Vatan için yaşamak… Vatan için ölmek kadar—belki de daha—değerlidir. Vatan, sevdiklerimizin katledildiği yer olmamalı… ‘Kan döktüğümüz toprak’ anlatısının yerini belki de ‘cennete çevirmek istediğimiz yurt’ anlatısı almalı. Kanlı anlatılar ölüme/öldürmeye sevgiyi de içeriyor. Ölülerimiz/öldürdüklerimizle değil de yaşatabildiklerimizle övündüğümüz yeni bir hikâye. Ölümden uzaklaşıp hayata yakınlaşabildiğimiz yer. Yurt, sevdiklerimizi gömebildiğimiz yerdir…
Yurt, insana kalıcılık, değişmezlik ve süreklilik duygusu verir. Ancak yaşadığımız çağ, sürekli değişimlerin yaşandığı, uyum sağlama ve anlama mekanizmalarımızın yetişmekte zorlandığı bir çağ. Böyle bir ortamda, sabit bir mekâna ya da duyguya duyulan ihtiyaç da artıyor. Yurt, yalnızca fiziksel bir mekân değil, dayanışma ve destekle de deneyimlenen bir olgudur. İlk yurt duygusu, aile içinde yaşanır. Muhtaç olduğunda görülen destek, kişiye yurt duygusunu hissettirir. Yurtsuzluk ise aidiyet hissini zedeler; kimsesizlik ve sahipsizlik duygusunu beraberinde getirir. İnsanlar bir mekânda doğup ömürlerini orada geçiriyorlarsa, o yer onların yurdudur. Ancak yurt bilinci, çoğu zaman insanın güvenli alanını terk etmesinden sonra gelişir. Yurt üzerine kapsamlı çalışmalar yapan Wilhelm Schmid (2021), Heimat finden (Yurt edinmek/bulmak) adlı eserinde, yurdun bir mekândan çok daha kapsamlı bir şey olduğunu yazar (s. 14). Çoğumuz için bazı yerler, ülkeler ve mekânlar ilgi alanımızın dışındadır. Bazılarından ise hiç haberimiz bile yoktur. Ancak yurt, “beni ilgilendirmez” ya da “bana ne” diyemediğimiz yerdir. Günümüzde, insanların sürekli yer değiştirmesiyle birlikte yurt, fiziksel bir mekân olmaktan çıkmıştır. Artık insanlar kendilerine sembolik ve kültürel yurtlar seçebiliyorlar. Ana dil, insanın kendini yurdunda hissettiği bir alan olabilir. İdeolojiler, dinler, meslekler, meşguliyetler ve hobiler bile yurt duygusu verebilir. Hayatlarının en kıymetli yerine tuttuğu takımı koyanlar, ideolojisi veya inancı uğruna ölümü göze alanlar, bu hallerinde kendilerini yurtlarında gibi hissederler.
Bazen bir aşk, bazen bir dostluk içinde yurdumuzu buluruz. Schmid, sevginin hissedildiği her yerin yurt olduğunu söyler (s.18). Annemizin karnı, kucağı… Yurdumuz, çocukluğumuzdur. Bazen bir manzara, bazen sahiplendiğimiz bir yer… Günlük hayatın içinde, bindiğimiz otobüs, bir gezideki otel odamız, bir konferans salonu ya da arkadaşlarla buluştuğumuz bir mekân geçici yurtlarımız olabilir. Sosyal medyadaki sayfalar, dijital mekânlarımız da artık modern yurtlarımız arasında. Zihinsel yurtlarımız bile var. İnancımız, ideolojimiz, düşünce dünyamız… Schmid, bir düşünceyi terk etmenin, bir mekândan ayrılmaktan bile zor olabileceğini yazar (s. 55). Bazen yurt, cehenneme dönse bile terk edemediğimiz yerdir (s. 212) … Yurttan ayrılmak bazen kendimizden ayrılmaktır… Yurt ana karnında başlayan ve sürekli kendimize kattığımız ve ben/biz olan şey değil mi?
Yurdu terk ederken bir şeyleri birlikte götürebiliriz. Göç sonrasında, göçmenlik sorunlarıyla baş edebilmek için yurttan getirilebilenler insana destek olur. Psikanalist Salman Akhtar (s. 32), Margret Mahler’in bir kavramını ödünç alarak bir fenomeni açıklar: Göçmenler, göçle birlikte birçok ayrılık yaşarlar. Yurtlarından kopmanın acısını, duygusal şarj yaparak (emotionales Auftanken) hafifletmeye çalışırlar. Yani, göç edenler kendilerine duygusal bir yurt yaratırlar. Ülkelerinin yemekleri, türküler, memleketi anımsatan yadigârlar, ana dilinde sohbet edebilecekleri insanları bularak kültürel bir yurt inşa ederler. Kendi kültürel yurtlarında rahat etmeleri, hayata tutunmalarını ve uyum süreçlerini kolaylaştırır. Bu yüzden ana dilinde şarkı söylemeyi ya da konuşmayı yasaklamak, o kültürel yurdun oluşmasına müdahale etmektir. Şunu söylüyorum: Yurt, bir yanıyla taşınabilir, birlikte götürülebilir bir şeydir… Şarkılarını, türkülerini, dilini, geleneklerini ve anılarını birlikte götürüsünüz…
Psikologlar nasıl kaytarıyor
Çoğumuz sorumluluk almaktan kaçındık. Meslek grupları, bilim insanları… Kaytarmanın da bir geleneği var. Önce kendimle başlayayım. 1940’lı yıllarda Londra, Naziler tarafından bombalanırken, dışarıda patlayan bombalara rağmen psikanalistler kendi iç savaşlarını veriyordu: Freud’cular ve Klein’cılar teorik çatışmalar içindeydi. Gerçek savaşı adeta inkâr ediyorlardı… Geçtiğimiz aylarda bir meslektaş, ünlü psikanalist Thomas Ogden’e Ukrayna Savaşı karşısında tarafsız kalmanın mümkün olup olmadığını sormuş (Jeanne Wolf Bernstein, 2024, Die Illusion der Neutralität – Tarafsızlık İlüzyonu, s. 80). Ogden, savaş karşısında tarafsızlığın ardına sığınılamayacağını yazmış. Aslında çok anlaşılır bir şey… Zulmün hüküm sürdüğü bir ortamda, psikanalistin mesleğinin ideali olarak tarafsızlığa sığınma şansı yoktur. Tarafsızlık, çoğu zaman iktidarın tarafında konumlanmaktır. Örneğin, terapiye gelen bir Kürt danışanın, terapistinin savaş yanlısı olup olmadığını bilmek istemesi, sıradan bir hasta arzusu olarak görülebilir. Oysa bu, terapistin kendi problemini hastaya yansıtması (projeksiyonu) da olabilir. Danışanın bu sorusu, onun dünyasında hayati bir anlam taşırken, terapistin bunu nötr bir merak gibi ele alması, aslında nötrlüğün bir illüzyon olduğunun göstergesidir.
Onlarca yıldır bu ülkede savaş var (barıştan söz ediliyorsa, bu savaşın itirafıdır da) ama psikologlar, narsizmi nasıl iyileştiririm, özdeğeri nasıl korurum, evlilikte aranan özellikler nelerdir gibi konuların ardına saklandılar. Oysa psikanalizin en önemli kuramlarından biri kuşaklar arası aktarımdır. Yani travmalar, üzeri örtülse bile bilinçdışında gelecek kuşaklara aktarılır… Soykırımlar, toplu katliamlar görmezden gelindi. İwan Petrowitsch Pavlov’a atfedilen bir anekdot vardır: Asistanı bir gün laboratuvara geç kalır. Pavlov neden geciktiğini sorduğunda, asistan dışarıda devrim olduğunu söyler. Pavlov, “Bize ne, biz işimize bakalım,” diye yanıtlar. İşte biz de bu geleneği içselleştirdik. Savaş var. Narsizmi önlemenin yolları… İşkence var… Depresyondan korunma kılavuzu… Kayyumlar… Özdeğeri kurtarma formülü… Soykırımlar… Karşı aktarımın önemi… Zulme sustuk. Bari barışı inşa ederken sesimiz çıksın.
Terapiler ideolojik seminerler olamaz, ancak tamamen steril alanlar da değildir. Psikanalist Maximilian Römer (2024, Psychoanalyse-Politik-Öffentlichkeit, s. 68), terapilerin yaşanan gerçeklikten bağımsız olmadığını vurgular. Dolayısıyla, psikososyal konular, yaşanan politik ve sosyal krizler de terapi sürecinin bir parçasıdır. Ruhsal gelişimi yalnızca anne-baba-çocuk ilişkisine hapsetmek ve sosyal hayatı terapinin dışında tutmak sorunludur (Eyal Rozmarin, 2024, Immigration und Zugehörigkeit in der Psychoanalyse = Psikanaliz- Göçmenlik ve Aidiyet, s. 169). Hastanın çağrışımları ve rüyalarını yorumlamanın ötesinde, toplumdaki arzular, korkular ve beklentiler de terapilere etki eder. Eğer bazı gruplar yaşadıkları zulümden bizim ait olduğumuz grubu doğrudan sorumlu tutuyorlarsa, bu konuyu kaçınılmaz olarak önemsemek gerekmez mi?
Ülkeden yurt olur mu?
Yurt, yaşamak ve ömrümüzü geçirmek istediğimiz yerdir… Yurt, anlaşıldığımızı hissettiğimiz, bildiğimiz, tanıdık gelen yerdir… Yurt, ayrılırken üzüldüğümüz, kederlendiğimiz, bir şeyleri yitirdiğimizi hissettiğimiz yerdir. Bazen bu mümkün olmadığında, yalnızca hayalimizde huzur bulduğumuz yerdir.
Ancak yurt sevgisi, birçok toplumda hızla ırkçılığa evrilebiliyor. Köylerinden kente göç edenler, farkına varmadan yuva fikrinden vatan fikrine doğru bir yolculuğa çıkıyorlar. Önce “evim, hanem, köyüm” olan şey, kentte vatanım, milletim, anavatanım olarak yeniden tanımlanıyor. Aidiyetler de bu göçlerle birlikte dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşüm sürecinde, büyük grup kimlikleri oluşturulurken, bu gruplar büyük bir aile gibi kurgulandı ve sunuldu: Devlet BABA, ANA vatan, KARDEŞ Kürtler; Azeri SOYDAŞlarımız gibi ifadelerle… Aynı gruba ait olanlar, bir aile olarak tanımlandı; yaşadıkları ortak alan da vatan haline getirildi. Bu büyük aile, kendi varlığını meşrulaştırmak için aynı köklerden geldiği, aralarında kan bağı olduğu ve uzun bir geçmişe sahip olduğu kurgusuna inandı. Böylece grup içindeki bağ güçlendirilirken, dışarıya karşı bir sınır da çizildi. Devlet, sembolleriyle yurdu “vatan” haline getirdi. Vatan, ulus-devletle ilişkili, politik bir kurgu ve tanımlamadır. Psikanalist Rainer Gross (2019, Heimat – Gemischte Gefühle = Yurt – Karmaşık Duygular, s. 17), yurt duygusunun ulusla ilişkilenirken (vatan olurken) politikleştiğini yazar.
Ülke dediğimiz yer kutsal değil, sorumlu olduğumuz yerdir. Bu topraklarda, kapsayıcı bir “biz” projesi, aramızdaki uçurumları kapatabilir ve ortak bir deneyim alanı yaratabilir. Bu ortak yaşam alanı, sadece birilerinin kendisine ait sandığı ve dilediğini kovma hakkına sahip olduğuna inandığı bir mekân değil, hepimizin sahip olduğu bir yer olmalıdır. Sloganlarla vatanseverlik değil, yurttaş olma bilincinin yerleşmesi gerekir. Ve aidiyetimizle değil, başardıklarımızla mutlu olmayı öğrenmeliyiz.
Yurt dışımızda değil aynı zamanda içimizde de… Anılar, yaşanmışlıklar, acılar, özlemler… Yaşadığımız mekânlar, bizim dış belleğimizdir. O mekânlarda yaşadıklarımız, zamanla anıya dönüşür. İnsanın yurdu da dış belleğidir—anılarla doludur. Bu anılar yalnızca yaşanan olayları değil, o anlara dair duygusal yoğunlukları da içinde saklar. Anımsadığımızda, sadece geçmişi değil, o duyguları da yeniden yaşarız. Kısacası, içimizde de bir yurt var. Ve barış da böyle bir şey… Galiba önce içimizde bir barış inşa etmemiz gerekiyor.
Dostla, arkadaşla değil ‘düşman’la barışılır…
Barış gerekli çünkü… Savaşta ‘düşmana’ karşı (insani, vicdani, ahlaki) sorumluluğunuz yok. ‘Çatışmada tarafların birbirlerine sorumluluğu yok” (Marcel Henaff, 2009, Der Preis der Wahrheit= Hakikatin ederi, s. 334). Geliştirilen savaş teknolojileri savaşı çok acımasız ve kuralsızlaştırıyor. Ve hayal edilemeyecek vahşet ortaya çıkıyor. Bu her savaş ‘total savaş’a dönüştürüyor ve her çatışma soykırıma evriliyor. Ve zulüm kültürü oluşuyor. İşte bu korkunç durum insanları düşünmeye zorladı. Onur meselesinde sempati ölçü değildir. Ayrıca öfke değil de öfkeyle baş edebilme esastır. Usame Bin Laden bana göre bir canidir. Ama caninin de onuru var ve onun onurunu korurken ben kendi onuruma sahip çıkıyorum aslında. Yani onu savunuyor gibi göründüğüm meselede konu benim de onurum, yeryüzünde duruşum. Burada konu ideolojik yakınlık ve onu sempatik bulmam değil yani. Bin Ladin’in infazı bir terör eylemidir. Devletin yaptığı vahşetlere biz terör demiyoruz. Meselemiz biraz da bu. aslında ben kendi onuruma sahip çıkıyorum. İşte Bin Ladin gibi olmayanların, olmak istemeyenlerin zalimle aralarındaki temek fark da bu… Yani günümüzde bize bir masalsı anlatı gibi gelse de her çatışmada ‘düşmanımıza karşı’ da sorumlu olmalıyız. Düşmanın da, esirin de, ‘terörst’in de, caninin de , seri katilin de insan onuru var. Çatışmalara rağmen, düşmanlaşmaya rağmen oluşan öfkelerin kontrolü bir uygarlaşma ölçüsü sayılıyor. Yani insanın vicdanı, onuru, ahlakı, insanlığı düşmanına davranışında test ediliyor. Her insan karşısındaki insana davranışında, tutumunda insanlaşıyor. Karşımızdaki düşmanımız da olsa. Birçok çatışmada bu kurallara uyulmadığını biliyorum... Barış… İnsana kötülüğü ortadan kaldırma şansı veriyor… Kullanmadığınız hiçbir şans aslında şans sayılmaz… Umarım barışın şans olduğunu anlarız…