Celal Başlangıç
Hollanda'nın gözünde çöp, AKP'nin mabadında mertek var!
AKP kendi ülkesinde ortadan kaldırdığı demokrasiyi, insan haklarını, düşünce ve ifade özgürlüğünü gitmiş Hollanda kapılarında arıyor. Referandumda kazanmak için Avrupa kapılarında ‘proje kriz' peşinde koşuyor.
CELAL BAŞLANGIÇ
Ellerinde otomatik tüfekleri, üzerlerinde çelik yelekleri, bellerinde fişeklikleri, başlarında kasklarıyla Jandarma Özel Harekat Timleri etten duvar örmüşler.
Arkalarında, kazılan avcı çukurunun taşlardan örülmüş duvarı var.
Onun da arkasında betondan yapılmış kontrol noktası yükseliyor. Üstündeki kum torbalarının arkasında bir asker ağır makinalı tüfeğiyle sipere yatmış. Binaya dikilmiş gönderde Türk bayrağı dalgalanıyor.
İnsanın gözü ister istemez geçilecek komşu ülkenin bayrağını arıyor.
Ama bulunduğumuz nokta iki ülke arasındaki sınır değil, burası bu ülkenin iki komşu ili, Mardin ile Şırnak il sınırı!
Hani bu kadar sıkı önlem Türkiye-Suriye sınırında alınsa, "MİT TIR’ları"ndan başka kuş bile uçamaz.
Çapraz duran polis TOMA’sıyla, arkasına yığılmış JÖH zırhlılarıyla yolu kesmişti.
Mardin-Midyat üzerinden İdil’e, Şırnak kent merkezine, Cizre’ye, Silopi’ye, oradan Habur sınır kapısına uzanan yol polis TOMA’sıyla, arkasına yığılmış JÖH zırhlılarıyla kesilmişti.
Biri AB’den sorumlu ve baş müzakereci iki HDP’li bakan ve Demirtaş Cizre’ye dağ yollarından ulaşmaya çalışıyor.
Urfa’dan, Mardin’den Cizre’ye, Silopi’ye, Habur’a giden binlerce yıllık tarihi İpek Yolu zaten Nusaybin’deki çatışmalar nedeniyle günlerdir kapalıydı.
Bu yüzden Irak’a giden, Güney Kürdistan’dan gelen TIR’lar da Midyat-İdil yolunu kullanıyordu. Şimdi bu yol da kesilmişti.
Amaç, "Final Newroz’u"nu Cizre’de yapmak isteyen HDP, DBP, DTK ve HDK heyetindeki eş genel başkanları, milletvekillerini, belediye başkanlarını ve destekçilerini "Şırnak il sınırı"ndan içeri sokmamaktı.
Jandarma Özal Harekat’ın başındaki "rütbesi belli olmayan komutan"la "müzakere"yi HDP Grup Başkan Vekili Çağlar Demirel yapıyor. Neredeyse bir saatten fazla "nafile" bir tartışmaya dönüşüyor görüşme. Demirel çok haklı sorular soruyor. Ne hakla yollarının kesildiğini, seyahat özgürlüğünün neye dayanarak engellendiğini, ellerinde yazılı emir olup olmadığını defalarca dile getiriyor. "Komutan"ın buna verilecek geçerli bir yanıtı yok. Ancak sonuna kadar tek bir saygısız sözcük etmeden duruma boşuna bir "mantıklı" açıklama getirmeye çalışıyor. Ama zaman zaman da "Tamam siz bir dilekçe yazın, ben kaymakam beye götürüp size bir yazılı cevap vermesini sağlayayım" gibi "olmazı zorlama" noktasına varsa da, oynanan oyun ortaokul müsameresi kıvamında bile değildi.
Aslında yaşanılan tartışmanın altında Türkiye genelinde olduğu gibi Şırnak Valiliği’nin Newroz’la ilgili verdiği yasak kararı vardı: "İlimiz genelinde Bölücü Terör Örgütüne karşı yürütülen operasyonlar sebebiyle Şırnak İl Merkezi ve tüm ilçelerimizde 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında yapılacak olan açık hava toplantıları ve gösteri yürüyüşleri ile düzenlenmesi muhtemel Nevruz etkinlikleri, ortaya çıkabilecek herhangi bir provokasyonun engellenebilmesi Milli Güvenlik, Kamu düzeni, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması ve suç işlenmesini önlemek amacıyla; uygun şartlar oluştuğunda tekrar değerlendirilmek ve en kısa sürede tekrar serbest bırakılmak üzere 16.03.2016’dan itibaren ikinci bir emre kadar yasaklanmıştır."
Saatler sürüyor tartışma. İki taraftada yüzlerce, belki de binlerce araçlık yığılma olmuş. Daracık yola sıkışmış dev TIR’lar. "Komutan", "Yolu açın yoksa müdahale edeceğiz" deyince herkes enlemesine yola çekilmiş TOMA’yı gösterip "Asıl yolu kapatan sizsiniz, önce siz açın" karşılığını veriyor.
"Komutan" gelenlerin niyetini zaten baştan okumuştu!
"35 araçlık konvoyla Nevruz kutlamaya geldiniz. Valilik de bunu yasakladı, geçiremem."
Sormadan edemiyorum:
"Biz gazeteciyiz. Gazetecilerin de Şırnak’a girip Newruz kutlayacak hali yok ya kendi başlarına. Biz geçelim o zaman."
"Komutan" kimseyi geçirmeme emri almış ya bu yüzden çok kararlı, refleks olarak elini kaldırıyor havaya hemen:
"Hayır, sizi de geçirmem!"
Artık geri dönülmesine karar veriliyor. Selahattin Demirtaş, asker-polis barikatının önünde hayli sert bir açıklama yapıyor.
"Newroz programlarımızı bitirdik ve tankla topla gerçekleştirilen yıkım ve katliam tablosu sonrasına Cizre halkıyla buluşmak amacıyla bir ziyaret gerçekleştirmek istedik. Saatlerdir hiçbir yasal gerekçe, yazılı belge sunulmadan bekletiliyoruz… Cizre’de çok ağır bir insanlık suçu işlendi. Şırnak Valisi, Cizre Kaymakamı, Bakan, Başbakan, Cumhurbaşkanı ve bu talimatı yerine getiren güvenlik güçleri, bunların hepsi ağır bir insanlık suçu işlediler. Ve bu suçun ortaya çıkmasından korkuyorlar. Panik halindeler. İnsanlık suçlarında zaman aşımı yoktur. Ulusal ve uluslararası düzeyde mutlaka bunun hesabı sorulacak."
AKP ARADIĞI "MAĞDURİYET"İ BULAMADI
Bu olaylar çok değil, neredeyse tam bir yıl önce, 22 Mart’ta Mardin-Şırnak il sınırında yaşanmıştı. Ancak o süreçte bölgede yaşanan ne ilk engellemeydi, ne de son.
Hele, 2015’in Eylül’nde yaşanan bir engelleme var ki, bugün Hollanda’da yaşananlar devede kulak kalır. Tam ibretlik.
7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında AKP’nin tek başına iktidar olamaması üzerine kurulan "geçiş hükümeti"nde iki HDP’li bakan vardı. Biri Ali Haydar Gonca, diğeri de Müslüm Doğan. HDP’lilerden biri Kalkınma Bakanı, hele diğeri hem AB’den sorumlu, hem de baş müzakereci bakan. Cizre’de sokağa çıkma yasağı varken kentteki durumu incelemek, partilerinin yüzde 90 oy aldığı yerleşimdeki seçmenleriyle buluşmak amacıyla Selahattin Demirtaş’la birlikte yola çıkmışlardı. Önleri yine aynı noktada, İdil girişinde kesilmişti; jandarmalarla, özel harekat polisleriyle, TOMA’larla, akreplerle…
Önde Demirtaş, arkalarında o sıradaki hükümetin iki bakanı kendilerini dağ yollarına vurmuşlardı Cizre’ye ulaşmak için. Peşlerinde de yüzlerce güvenlik görevlisi…
Türkiye o sırada böyle bir rezilliği ilk kez yaşıyordu.
Bugün Hollanda’nın yaptıklarına karşı Cumhurbaşkanı Erdoğan "Benim bayan bakanıma karşı" diye kükremeye çalışıyor.
O tarihte Cizre’ye sokulmayan iki bakan kimin bakanıydı acaba?
Yanıtı basit, Erdoğan Cumhurbaşkanıydı, iki HDP’li vekil de Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanlarıydı.
Değil başka bir ülkeye gitmek, kendi ülkelerindeki bir ilçeye girememişlerdi.
Bugün Hollanda’yla "siyaset yapma, düşünce ve ifade, seyahat etme" özgürlükleri üzerinden kapışanlar değil 10, birkaç yüz katını kendi ülkelerinde, kendi yurttaşlarına yaşatmışlardı.
Ancak bugün görünen o ki, AKP referandumu kaybedeceğini anladı.
Suriye’den bir "kahramanlık hikayesi" çıkartacaktı, olmadı. Bütün politikaları duvara tosladı.
"Halep fatihi" olacaktı, olamadı. "Musul fatihi" olmayı denedi, refüze oldu.
Rakka hamlesi boşa çıktı. Anladılar ki, AKP’ye Suriye’den, Irak’tan bir kahramanalık hikayesi, bir fetih övünmesi çıkmayacak.
O zaman AKP’ye bir mağduriyet gerekiyordu.
Ancak "Genelkurmay rahatsız" hikayesinden de bekledikleri "mağduriyeti" çıkartamadılar.
"Reis"e Türkiye’den bir "mağduriyet" hikayesi çıkarmanın imkansızlığını gördüler.
Zaten bırakın "Reis"e bu ülkenin sınırları içinden bir "mağduriyet" hikayesi çıkarmayı, AKP’nin 15 yıllık iktidarında mağdur etmediği kesim kalmamıştı.
Bu sefer "Genelkurmay rahatsızlığı olmadı, belki Hollanda rahatsızlığından bize bir ekmek çıkar" diye düşündüler.
Öyle kanırttılar ki Hollanda’yı… Yaşadıkları kötü bir film gibi geldi o ülkenin başbakanına, "Türk Hükmüeti çok tuhaf davranıyor. Çığrından çıkartmak için her şeyi yaptılar" demek zorunda kaldı. Çünkü AKP’ye referandumu kazanmak için "proje kriz" gerekiyordu.
Hollanda ile yaşananın "proje kriz" olduğu o kadar belli ki…
Başbakan Yıldırım 6 Mart’ta A Haber’de çıktığı canlı yayında, Hollanda’daki seçimler nedeniyle 14 Mart’a kadar o ülkede bir etkinlik yapmanın mümkün olmadığını söylüyor. Ancak ne hikmetse 11 Mart’ta iki bir bakanla Hollanda’yı tehdit ediyor, diğer bakan kapısına dayanıyordu.
Hem de öyle bir dayanma ki, "diplomatik" yalanlar, araç içersinde bakan saklamalar, farklı yönlere giden araçlarla şaşırtmaca vermeler…
Sonra da o ülkeyi yurt edinmeyi seçmiş, gurbette geçimini sağlamak, yaşamını sürdürmek derdinde olanları öne sürmek, Hollanda polisinin atları, köpekleri önüne sürmek…
Sonra gelsin "insan hakları" nutukları, "Faşist Hollanda".
Yani bu AKP iktidarının insan haklarına bu kadar düşkün olduğunu, faşizme bu denli karşı olduğunu kimse görmemişti Hollanda’ya toslayana kadar.
Bir "evet" uğruna önce ülkede büyük bir gerilim çıkardılar, sonra vurdular kendilerini Suriye çöllerine doğru. Yetmedi şimdi de bir "proje kriz" üzerinden tüm AB’ye savaş açmaya kalktılar.
Ancak gelinen noktada şunu söylemek mümkün; bu "proje kriz"de AKP kontrolu elinden kaçırmış, sorun benzeri görülmemiş bir boyuta sıçradı.
İnsan haklarına, toplantı ve gösteri haklarına, toplantı yapma özgürlüğüne sarılmak zorunda kaldılar. Tam da "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu".
Kendi ülke insanlarına tanımadığı hakları, Hollanda kapılarında aramaya kalktılar.
Ancak bu yüzden ülke içinde de, dışında da inandırıcı olamadılar.
Sen kalk Türkiye’de on binlerce insanı hapse at, toplantı ve gösteri yapmak, demokratik, barışçıl direniş hakkını kullanmak isteyen insanların üzerine TOMA’larla, çevik kuvvetle, biber gazlarıyla saldır, gözaltına al, işkence yap, hatta tutukla, iddinamesi bile yazılmadan aylarca hapiste tut, ceza evinde olmadık ezayı yap. Meclis’in üçüncü büyük partisinin eş genel başkanları dahil 12 milletvekilini, binlerce HDP’liyi, DBP’liyi hapse at, Kürtlerin kazandıkları bütün belediyelere kayyım ata, cezaevindeki gazetecisi sayısı 150’yi geçsin, kapatılmadık muhalif televizyon, gazete, dergi, dernek, vakıf bırakma… Sonra da Hollanda kapısına dayanıp "İnsan hakları" de, Nazizm hortladı" de…
İyi de senin "Nazizmini" ne yapacağız?
Hollanda’nın gözündeki çöpe bakacağına bir dönüp kendi mabadındaki merteğe baksana!