Açıkla bana bu ışığı

Konuşmanın ortasında aniden susar, sonra sorardık birbirimize; sevgiyi bu kadar özleyip bu denli yanlış ilişkiler yaşamak, sadece ikimize mi özgüydü?

Enayiyim ben. Sarhoşlardan, çocuklardan, budalalardan bile daha enayi… Dünyayı, insanları, hayatları
gördüğüm için… Her şeyin, herkesin göründüğü gibi olduğuna inandığım ve öyle sevdiğim için, enayi…

Biz seninle konuşurduk. Tek bir beden, tek bir ruh gibi konuşurduk. Araya kimseyi sokmadan… Herkesten
uzakta, çok uzakta… Bencilce değil ama… Uzaklara gidip oradan insanları daha iyi görmek, daha iyi
hissetmek için… Uzakta kim olduğumuzu, ne olduğumuzu daha iyi anlamak için konuşurduk…

Sevgili değil; sevgili olmaktan daha fazlaydık, daha yakın… Hatırlasana, ne çok gülerdik, hadi, gel, sevgilicilik oynayalım, dediğimizde… Birbirimize küsmüş rolü yapar, bir süre surat asar, konuşmazdık… Sonra çeşitli oyunlarla birbirimizi kandırmaya, ikna etmeye çalışırdık…

Sevgili olmayı küçümsediğimizden değil belki ama geçmişimiz, yaşadıklarımız bizi öyle yaralamıştı ki biraz
olsun her şeye mesafe koyma, biraz olsun acılarımızla alay etme çabasıydı, bütün bu oyunlar…

Sevgiliden daha çok şeydik, biz seninle. Biz, sevgiyi delicesine özleyen ve onca yıl sevgilileriyle sevgiyi yaşayamayan, dahası konuşamayan iki yorgun insandık… Çok yorgun…

Yaz geceleri balkonundaki sedirde, gün ışıyıncaya kadar tek bir beden, tek bir ruh hâlinde konuşurduk…

Öyle birbirimizi kollamak, kayırmak, haklı bulmak için konuşmazdık ama. Yanlışlarımız vardı yığınla. Biz de
sevdiklerimize haksızlık etmiş, onları yaralayıp incitmiştik. Ne kötüydük ne de iyi. Sadece doyasıya sevmek
istiyorduk. Ama nedense bilinmeyen gizli yasalara, garip kurallara, hastalıklı ve değişmeyecek gibi görünen
duygusal saplantılara, rüzgârlı gecelerde açık unutulmuş pencereler gibi çarpıp duruyorduk. Geçmişimiz,
birer sevgi mezarlığıydı…

Konuşmanın ortasında aniden susar, sonra sorardık birbirimize; sevgiyi bu kadar özleyip bu denli yanlış
ilişkiler yaşamak, sadece ikimize mi özgüydü? Ürkerdim, geriye senden daha çok baktığımda. Ürkerdim,
peşimi bırakmayan yitik sevdalarından. Uçurumlarda çığlık atan hayaletlerden… Ruhundaki acemi sevgilerin
kan izlerinden…

Sonra ben çok içerdim. Bütün o büyümek istemeyen erkek çocuklar gibi… Konuştukça, şimdiye dek kimseye olmadığı kadar sana açıldıkça, geçmişin bağlarından az da olsa kurtulmanın verdiği o hüzünlü şımarıklıkla, kendime sınır koymadan içerdim; nasılsa sen vardın yanımda… Senin uzaklardan gelmiş, yorgun kuşlara yuva olan, sımsıcak, korunaklı yüreğin vardı nasılsa…

İçerdim; hep o hüzünlü şımarıklıkla kendi kırgınlıklarıma, geçmiş sevda öykülerime daldığım bir an, senin
incecik bir ay ışığı izi gibi gizli gizli ağladığını fark ettiğim an, o bencil, o hüzünlü şımarıklığıma kızar, daha
çok içerdim…

Böyle anlarda çok uzaklarda olurdun. Kıskanırdım benden uzaklarda oluşunu. Hiç olmazsa gözyaşını öpmek
isterdim. Balkonunun kenarına dizdiğin o kutsal mumların üzerine düşerdim. Mumlardan biri, gömleğimi
yakardı. Sen hemen söndürürdün. Telaşındaki sevecenliği, yakınlığı görür, o an ve bir daha hiçbir zaman
doğal bir ölümle ölmeyeceğimi düşünürdüm. Ruhum kendiliğinden bir dize çağırırdı: "Bir mumdan olmalı
benim ölümüm," derdim… Severdim bu dizeyi. "Bunu hemen bir kenara yazmalı, sabah olunca
unutuyorsun," derdin…

Çok içtiğim kimi geceler, duşun altına sokar, yıkardın beni. Merhametle yıkardın. Ruh yoldaşını hayata geri
çağırmak için yıkardın… Sonra yan yana uzanırdık salona, serdiğin yer yatağına. Sevgili olmayan, iki çok yorgun sevdalı olarak uzanırdık… Sevişmeden ama sarmaş dolaş; birbirimizin o yorgun, o kırgın nefeslerini, o nefeslerimizdeki yitik sevdaların gizli çığlıklarını dinleye dinleye, çırılçıplak uzanırdık yan yana, yorgun uykulara. Yanımda uyumanı beklerken, teninin o yoldaş kokusunu içime çekerken, senin, bu hayatta her şeyi, yargılamadan ve korkusuzca konuşabileceğim son insanım olduğunu düşünürdüm; içim vazgeçilmez ve mahcup bir sevgiyle ürperirdi…

Sonra ne oldu, bilmiyorum. İnan, bilmiyorum. Birkaç yolculuk, birkaç insan… Birkaç küçük dalgınlık belki
de…

Yana yakıla, telefon açtım sana bir gece. Yanına hemen gelmek için… Tek bir beden, tek bir ruh hâlinde
konuşmak için… Yine yanlış insanların arasında, senin benim için ne kadar vazgeçilmez olduğunu anlamıştım…

Sesin, geç geldi. Sesin, hayatımın boşluğunda yankılandı sonra… Hemen anladım. Ben bu boşlukta sesleri iyi tanırım. Sesin, hayatımın bir türlü kapanmayan boşluğunda yankılandı. "Şey… Canım, aradığına sevindim ama artık beni bu kadar geç saatlerde arama, olur mu? Birisi var hayatımda. Görüştüğümüzü bilsin istemiyorum."

Hepsi bu, hepsi… "Birisi var hayatımda… Bu kadar geç saatlerde arama… Görüştüğümüzü bilsin
 stemiyorum…"

Yan yana, yer yataklarına uzanan iki yorgun sevdalıydık biz… Sen benim hayatımdaki son insandın.
Konuşmak!.. Bunun ne demek olduğunu bir tek sen bilirsin.

"Beni bu kadar geç saatlerde arama…"

Sustum, öylece kalakaldım. Sesinin yankısını dinledim. Hayatımın boşluğunu dinledim. Canımın ne kadar yandığını kendimden bile sakladım. Hep yaptığım gibi, sanki böyle bir şeye hazırmışım, böyle olması doğalmış gibi yaptım…
Ne tuhaf, ben böyle anlarda hep annemi düşünürüm. Annemin hayatı boyunca hiçbir erkeğe âşık olmadığını, olmasına izin verilmediğini… Onun çamaşır yıkamaktan kurumuş ellerini… Ben böyle anlarda kardeşlerimi düşünürüm. Onların orada burada, şehrin gizli, karanlık köşelerinde, kendilerinden daha güçlü adamlar tarafından dövüldüklerini düşünürüm…

Böyle zamanlarda bir savaşma ruhu gelir bana. Aptalca bir savaşma ruhu… Kendi adıma her şeyi yitirmişken, dünyanın aslında yaşanabilir bir yer olduğunu, bunun için savaşmak gerektiğini, henüz yenilmediğimizi, önüme gelen herkese anlatmak isterim.

"Savaşalım," derim ama aslında benim içimde bitmiştir her şey.

Bir sen vardın, içimden geldiği gibi konuştuğum. Evinde iki yorgun sevdalı gibi uzanırdık yer yatağına. Sen
varken, bana inanıp beni dinlerken, sevginin ve nefretin arasındaki o keskin çizgiyi görürdüm… Şimdi
bilmiyorum, inan, bilmiyorum. Sevgi ne demek, gerçekten bilmiyorum. Birbirlerinin içinde kayboldular sanki. Size olur mu, bilmiyorum, sevginizden emin olamazsınız; hatta iyi mi yoksa kötü bir insan mı olduğunuzdan da… İçinizdeki nefretten bile emin olamazsınız. Biri olsun istersiniz; sizi çok iyi tanıyan, hatta sizi sizden daha iyi tanıyan biri… Gelsin ve sizi size anlatsın istersiniz. İşte şimdi, ben böyle bir durumdayım. Kendimle, hayatla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ne zamandır… Sevgi ne demek; iyilik, kötülük, nefret ne demek, bilmiyorum… Bu dünyada yaşaması gerekli biri miyim? Peki, bunu geçelim; şu an hissettiğim gibi yaşarken ölmek ne demek, bunu biri mutlaka anlatmalı bana…

Eskiden okyanuslara inanırdım ben… Hangi nehri görsem, bana göz kırpardı koştuğu okyanuslar adına… Âşık olmak, bana okyanusları hatırlatırdı. Âşık olmak, benliğimin beni acıtan bütün sınırlarını bir okyanusta eritmek anlamına gelirdi. Ama kime bağlandıysam, bir yerlerde bir sınır olduğunu hatırlattı hep bana. Kime inandıysam, uzaktaydı ya da yakında bir sınır olduğunu dayattı bana…

Şimdilerde geceleri köprü altlarına gidiyorum. Bilmiyorum, belki de oranın insanları beni pek tanımıyor, hatta sevmiyorlar bile. Olsun, hiç aldırmıyorum; ben aşk kırgınıyım ya, ben yüzlerin altındaki yüzleri bilemeyen enayiyim ya… Ben bu hayatta konuştuğum son insanımı yitirdim ya… Zorla, ellerinden uçları kırılmış şarap şişelerini alıyorum ve dikiyorum ağzıma. Onlar, iyi tanır yaralı insanı.

Hiçbir şey yapmıyorlar. Sessizce öyle bakıyorlar, şişenin kırık ucuyla dudaklarımı parçalıyorum. Öylece bakıyorlar bana… Sonra yaktıkları ateşin yanına gidip, ateşin içine ellerimi sokuyorum. Kimi öpmüşse bu dudaklar, onları kırık bir şişenin ucuyla parçalıyor, kimi okşamışsa bu eller, onları bir köprü altı ateşinin içinde yakıyorum… Ama ne yapsam, beni ayaklarım yine de evime getirir. Aşağılık, orta sınıf ayaklarım… Duvarlarında gülümseyen fotoğrafların, evimde senin ruhun var. Evim, şimdi benim cehennemim… Okyanusum oldun önce, sonra da en kesin, en acımasız sınırım.

Yan yana, yer yataklarına uzanan iki yorgun sevdalıydık. Sevişmeyen, sadece konuşan… Tek bir beden, tek bir ruh hâlinde konuşan… İki çok yorgun sevdalı birbirine ne kadar mecbursa, biz de birbirimize öyle mecburduk.

Biliyor musun, sen varken, seninle konuşurken, bakkala sıcak ekmek almaya gittiğimde, dönüşte kimseye aldırmadan ekmeğin ucundan kopartır yerdim. Aşktı, benim için ekmeğin ucundan kopartıp yediğim o küçük, o sıcacık parça. Şimdi içimden gelmiyor. Çocuk muyum, diyorum; yakışmaz, bir gören olur… Artık ağır, zor kitaplar okumuyorum. Gerek yok bence, insanın kendisini o kadar zorlamasına. Bazen hırsızlama, o çok satan gazetelerin hafta sonu eklerine, kadınların çıplak fotoğraflarına bile bakıyorum… Televizyondaki en aptal dizileri donuk bakışlarla seyrediyorum. Bazen televizyonun karşısında sızıp kalıyorum…

Hareketlerim çok yavaşladı artık. Artık hiçbir şeye acelem yok. Eskiden ne kadar telaşlıydım, bilirsin. Bir yerlerde aşk yoksa bir yerlerde okyanus yoksa bir yerlerde okyanusa kapılıp gitmek yoksa neden acele etmeliyim ki? Daha çok incinmek, yaralanmak için mi?

Nerede okumuştum, nerede aklıma takılmıştı bilmiyorum ama eskiden aşk ve bağlılık diye bir şey vardı: Okuduğumda, bana çok güzel ve çok anlamlı bir şey gibi gelmişti. Kendim inandığım gibi, herkesi de inandırmaya çalışıyordum buna. Oysa şimdi yazdıklarımdan bile şüpheye düşüyorum sık sık. Kendimden çok, hayatındaki o yeni insanla, bizim yattığımız o yer yatağında neler konuştuğunu merak ediyorum. Beni, ona, nasıl anlattın? Şimdi neler
konuşuyorsun onunla? Artık benim için evrenin gizi bu…

Tenini değil, kalbini sevdim, yüzünü sevdim, yanılgılarını sevdim. Ama hepsinden çok, ben seninle konuşmayı sevdim…

Konuşmak… Konuşmak… Öyle çok hasrettim ki konuşmaya, onca düş kırıklığından, onca dilsizlikten sonra seni buldum. Çok yorgundum. Sen de öyle… Seni ilk ve son sandım… Değilmişsin.
Hayat, kitaplarda yazılan gibi değilmiş. Kitaplarda, her kelimenin altında başka bir kelime gizliymiş. Her
yüzün altında, başka bir yüz… Böyle gidiyormuş, bunun sonu yokmuş.

Geç de olsa, şimdi anlıyorum. Beni aşar bu kelimelerin altındaki kelimeler, bu yüzlerin altındaki yüzler… Ben içimdeki acıya bakarım. İçimdeki enayiliğe bakarım.

Evet, kelimelerin altındaki kelimeyi, yüzlerin altındaki yüzü biliyorum ama ben seni içimde hissederken, sana inanmışken, şehrin her tarafında yanan bir ışık vardı. Yollarda, bahçelerde hiç durmadan yanan bir ışık… Sen bu hayatta, her şeyi benden iyi bilirsin. Öyleyse açıkla, seni içimde hissettiğim her anı, hayatı aydınlatan bu ışığı

Yollarda, bahçelerde, evlerde gece ve gündüz durmadan yanan bu ışığı… Hadi, böyle bir ışığın hiç olmadığına inandır beni. Enayisin, de bana… Çocuklardan, sarhoşlardan, budalalardan bile daha enayi…

Dünyayı, insanları, hayatları göründüğü gibi sandığın için… Her şeyin göründüğü gibi olduğuna inandığın ve
öyle sevdiğin için, enayisin, de…

Ama açıkla bana bu ışığı…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi